Türkiye’de sanki her şey, “demokratik” olduğunu iddia eden bir ülkedeki dinamiklerin hareketliliği olarak değil de, “düşman güçler”in, “dış düşmanlar”ın çatışması şeklinde yürüyor. Peki bu kadar güçlü bir iktidar, neden bu kadar korkuyor? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde demokrasi yok diyenler fena yanılıyor. Var. Ama önce bazı olaylar. ** 21 Mart, malum Nevruz. 12 Eylül 1980 sonrası ırkçı-bölücü […]
Türkiye’de sanki her şey, “demokratik” olduğunu iddia eden bir ülkedeki dinamiklerin hareketliliği olarak değil de, “düşman güçler”in, “dış düşmanlar”ın çatışması şeklinde yürüyor. Peki bu kadar güçlü bir iktidar, neden bu kadar korkuyor?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde demokrasi yok diyenler fena yanılıyor. Var. Ama önce bazı olaylar.
Sivas davasına ilişkin duruşmada, bazı sanıklar için zamanaşımı kararı verildi. Duruşmayı izleyen üzgün ve canı sıkkın insanlara Ankara adliyesinin kapısında gaz ve copla saldırıldı. Tepkiler, “Onlar zaten kötü niyetli, ideolojik oluşumlar” lafıyla savuşturulmaya çalışıldı. Elbette, ideolojik saiklerle işlenmiş bir katliamın protestosunun baskılanmasının ideolojik olmadığına inanan yeterli sayıda yurttaşa güvenilerek yapılmış olmalıydı bu izahat. Neticede, “millete hayırlı olması gereken” bir karar verilmişti ya!
Bu hafta, eğitim sistemindeki bir değişikliği protesto etme kararı alan KESK’in eylemlerine müdahale ile geçildi, tarife malum: Gaz, cop, tazyikli su… Sadece var olduğu iddia edilen toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğüne değil, otobüslerin durdurulması, insanların indirilmesi gibi seyahat özgürlüğüne de aykırı işlerdi. Açıklaması, “eylem için izin verilen yer” formülüyle getirildi. Açıklamadan anlaşılan, Türkiye’nin hemen hemen her yerinin yasaklı oluşuydu. “İdeolojik işler, terör örgütü” vb. laflar bugün yarın sökün eder.
‘Düşman güçler’in çatışması
Sanki her şey, “demokratik” olduğunu iddia eden bir ülkedeki dinamiklerin hareketliliği olarak değil de, düşman güçlerin çatışması şeklinde yürüyor.
Ne oluyor? Neden bu sinirli hal? Bir bakalım.
Paul Virilo, eski ABD Başkanlarından Billi Clinton’ın bir sözünü hatırlatır ve ekler:
“Başkan Clinton, “ilk defa olarak” diyordu, “iç politika ile dış politika arasında bir fark yok. (…) Amerikan başkanının bu tarihsel cümlesi küresel hale gelen bir gücün META-SİYASAL boyutunu ortaya koymakta, bugün iç politikanın eskiden dış politikanın yürütüldüğü şekilde yürütülmesine cevaz vermektedir.” (Paul Virilo, Enformasyon Bombası, Metis Yayınları)
Hükümetin açıklamalarına ve olan bitenlere baktığımızda gerçekten de “dış güçlerin çatışması” modeline uygun her şey: Newroz’da daha yapılmamış eylemler yasaklanır, Ankara Adliyesi’nde daha hiçbir eylem yapmamış kitleye saldırılır, KESK eylemlerinde Ankara ulaşmak isteyenler, ulaşanlar, bir meydana gitmek isteyenler, kıstırılabildikleri yerlerde durdurulur, tarife malum. Bush döneminin ünlü dış politika doktrinlerinden “önleyici müdahale” iş başında sanki. Geçen yazki seçimden önce başlayan, bugüne kadar da hiç hız kesmeyen bir doktrin. Buna dört yıldır siyasi muarızların, muhaliflerin yargı yoluyla terbiyesini de ekleyelim. Manzarayı özetleyelim: Sanki iktidarın seçimlerle değiştiği bir demokraside değiliz de bir azınlık iktidarıyla karşı karşıyayız, sanki iktidar partisi bugün ya da yakın gelecekte yapılacak bir seçimin en güçlü adayı değil de bir daha seçilemeyecek bir parti, son kozlarını kullanıyor. Oysa durum bunun tersi.
‘İç’ ve ‘dış’ savaş
Bu durumda Virilo’nun, “iç politikanın dış politika gibi” yürütülmesi ilkesinin, yani bir toplumun iç politik mücadalesinin dış düşmanla mücadele formunda yürütülmesinin kaynağının bir bozuk demokrasinin değil de bir “örnek demokrasi”nin, ABD’nin icadı olduğunu hatırlayıp bağlayalım: Neoliberal otoriteryen muhafazakârlığın toplum tasarımı, bir savaş tasarımıdır. Hedefi, kendisini sarsabilecek dinamiklerin oluşmasını, buluşmasını engellemektir. Hem kamu otoritesinin operasyonel güçlerini yani yargı ile kolluk güçlerini hem de buluşmaya ve yaygınlaşmaya aracılık edebilecek medyayı bir “dış savaş” varmış gibi düzenlemesi ve kullanması da bunun olağan bir sonucudur.
O zaman şemayı tamamlayalım: Bugün iç mücadele gibi gördüğümüz şey, “küresel” bir savaşın bu lokasyondaki versiyonundan ibaret. Hak, demokrasi vb. lafların şampiyonu Avrupa Birliği ve ABD’nin Türkiye’deki hükümete sevgi ve şefkatlerinin kaynağı da budur.
AB yetkililerinin kimi sızlanmaları da bir Kürtçe söze uyuyor: “Tev gur berxê dixwe, cem mihê şîne dike.” Kurtla birlikte kuzuyu parçalar, koyunun yanında oturup ağıt yakar.
Not:
Uludere’nin üçüncü ayı da tamam oldu. Hani o karanlıkları aydınlatacak açıklama? Kim istihbarat verdi? Kim karar verdi? Kim vur dedi? Hani?
Kozan barajı faciasında suya, toprağa karışan işçilerden haber var mı? Bir ayı geçti, arayıp soran?Ardından başka bir barajda iki işçi daha aynı akıbete uğradı. Nerede açıklama, nerede acı paylaşma, nerede yas, nerede itiraz, nerede protesto?
Peki Pozantı ne oldu? Küçük Kuyucu Murat Paşalarınızın yeni terfilerini söyleyin hiç değilse, büyükleri biliyoruz zaten…
Emet’te bir soruşturma var mı? Kim kışkırttı? Kim saldırdı? Kim kovdu oradan Kürt işçileri? Kim GBT’lerine bakmıştı? Neden? Hangi hakla?
Kapandı mı bütün bu defterler?
Oysa asıl defter bu, hiç açılmaması istenen defter. Lokma defteri.