Sanki Eşittik. 1960’lı, 79’li yıllarda Türkiye devrimci mücadelesinin feminist sorgusunu o dönemin kadın militanlarının tanıklığı ile gerçekleştiren bir çalışma. Yazar Gülfer Akkaya, 1980 öncesi devrimci mücadele içinde yer alan on kadınla kendi sosyalist mücadele deneyimlerini, kadınların toplumsal yaşamda ve sosyalist mücadeledeki konumlarına dair gözlemlerini anlattıkları görüşmelerini bir kitap haline getirdi. Daha önce de kadın mücadelesi […]
Sanki Eşittik. 1960’lı, 79’li yıllarda Türkiye devrimci mücadelesinin feminist sorgusunu o dönemin kadın militanlarının tanıklığı ile gerçekleştiren bir çalışma. Yazar Gülfer Akkaya, 1980 öncesi devrimci mücadele içinde yer alan on kadınla kendi sosyalist mücadele deneyimlerini, kadınların toplumsal yaşamda ve sosyalist mücadeledeki konumlarına dair gözlemlerini anlattıkları görüşmelerini bir kitap haline getirdi.
Daha önce de kadın mücadelesi açısından önemli bir deneyim olan 1987’de kurulmuş Demokratik Kadın Derneği üzerine çalışmalar yapan Gülfer Akkaya bu kez sosyalist mücadele tarihinde kadınların kendilerini anlattığı Sanki Eşittik kitabını hazırladı. Akkaya’nın bu kitap çalışması, Güliz Sağlam’ın görüntüleriyle bir belgesele, Gülşin Ketenci’nin fotoğraflarıyla bir resim sergisine de dönüşmüş. Ortaya sosyalist mücadeleden on kadının, Sevim Belli, Latife Fegan, Nurten Tuç, İlkay Alptekin Demir, Necmiye Alpay, Ümide Aysu, Serap Mutlu Doğan, Mukaddes Erdoğdu Çelik, Nilgün Yurdalan ve Gülseren Pusatlıoğlu’nu hayatı ışığında devrimci mücadele veren kadınların konumunun betimlendiği bu çalışma çıkmış. Kitap, Kumbara Sanat Atölyesi ve Toplumsal Dayanışma Derneği’nin araştırma dizisi olarak basılmış.
Kitabın yazarı Gülfer Akkaya ile kitap çıktıktan sonra geç de olsa buluştuk ve üzerine bolca tartışmanın olduğu ama çok az çalışmanın yapıldığı, kadınların mücadelesinin tarihi üzerine konuştuk. Sohbetimiz feminizm ve sosyalist mücadelenin güncel sorunlarından, bu sorun alanlarının ezilen cins mücadelesi ile kesiştiği noktalara kadar geniş bir yelpazeye yayıldı. Sizi böyle bir konuda çalışma yapmaya yönlendiren şey ne oldu?
Daha önce Demokratik Kadın Derneği üzerine bir araştırmam vardı. 1987’de kurulan bu dernek 3 yıldan fazla açık kalmış, birbirinden farklı birçok sosyalist kurumdan gelen kadın bu dernekte birlikte çalışmalar yürütmüş kadın mücadelesi açısından önemli bir deneyim yaşanmış. Ben bunu araştırıyorken kitapta da yer alan Ümide Aysu başta olmak üzere arkadaşlarımın da önerisiyle kadınların mücadelesinin öncesine bakmaya karar verdim.
1960-70’li yılları toplumsal mücadelenin hareketli olduğu yıllar olması bakımından tercih ettim. Ve hep şu sorunun cevabını arayan bir çalışma yaptım: Sınıf mücadelesi ve ulusal mücadelenin verildiği bu yıllarda cinsiyet mücadelesi ne durumdaydı?
Kadınlar sorunlarının toplumsal mücadele konusu olduğunu geç keşfetti
Çalışmanın sonunda bu sorunun cevabını buldun mu?
Ben çalışmanın bu soruyu cevapladığını düşünüyorum. ikna edici bir cevap verdiğini düşünüyorum. Türkiye’deki toplumsal mücadelelerde daha çok öne çıkan konular toprak meselesi, köylülük, sınıf meselesi, ulus meselesi ve mutlaka gençlik meselesi. Daha çok bu 4 başlık üzerinden gidilmiş ve 4 başlık kendisi aslında 80’lere kadar taşımış çünkü TKP’den itibaren bakıyoruz bu 4 başlığa parti programlarında yer verilmiş tanımlar yapılmış ve bunlara ilişkin programlar sunulmuş Ama Türkiye sosyalist mücadelesi bu dört başlığın yanında cinsiyeti sokacak yeni bir başlık eklememiş. O dönemde ikinci dalga feminizmi kadınlar ve sol görememiş. Bunu şuna bağlıyorum: Türkiye’de mücadele içindeki kadınlar kendilerini sınıfsal mücadeleye o kadar motive etmiş ki cins mücadelesi açısından bir kopma, özgürleşme yaşayamamış. Bir kadın olarak kendi yaşadığını bireysel sorun olarak görmüş ama bunun toplumsal bir mücadelenin nedeni olabileceğini fark edememiş.
Sizce 80 sonrası onu sağlayan ne olmuş?
80 sonrası kadınlar bu kopuşu gerçekleştiriyorlar. Zaten 70’lerin ortaları ve sonlarından itibaren kadınların kafalarında cinsiyetçiliğe ilişkin soru işaretleri oluşmaya başlıyor.
12 Eylül’de çoğunlukla erkekler içeri giriyor ve bir sürü kadın dışarıda kalıyor. Bu kadınlar evlerine ailelerine dönmek zorunda kalıyorlar. Kimi kocalarının ev ve ailelerine gitmek zorunda kalıyor. Hal böyle olunca durumlarını sorgulamaya başlıyorlar.
80’den itibaren bu konuyu konuşmak için yan yana gelme fırsatı buluyorlar. Biraz da sosyalist mücadelenin 12 Eylül darbesiyle güç yitirmesi yeni tartışmaları da gün yüzüne çıkarıyor. Hem dışarı da hem de hapishanede kadınların erkekler olmadan yan yana gelebilme imkanının ortaya çıkması beraberinde kadın sorunu tartışmalarını getiriyor. Kadınlar yönetici erkeklerin olmadıkları yerde birlikte ortak kararlar alıp, farklı örgüt, farklı kurum, farklı platformlara aldırmadan birlikte karar alıp direnmekse direnmek, dans etmekse dans etmek onu yürütebiliyorlar. Ama erkelerin aldığı örgüt kararları ortaya çıktığında kurumuna göre davranmak zorunda kalıyor.
Bu önemli bir tespit ama böyle yorumlamak örgütleri çok erkek olarak görmek değil mi? Çünkü kadınlar da örgütün bir parçası
Çok erkekler ama. Örgütler bence halen çok erkek. Oralardaki kadınların emeklerini görmüyor. Şimdilerde sanki daha erkeklikten uzaklaşmış gibi görünen gizli bir erkeklikleri var. Bizim istediğimiz boyutta değişmiş değiller. Şimdi yönetim mekanizmalarına kadınlar girse de orada da önlerini kesebiliyorlar. Şu değişmedi. Erkekler kendilerini sorgulamıyorlar. Kendilerine çok güveniyorlar. Onlar çok doğrular. Onların aldıkları kararlar çok doğru. Kadınları halen mücadelenin en temel unsuru gibi görmüyorlar. Kendilerinden daha doğru düşünülebileceğini görmüyorlar. Bugün farklı gruplardan birçok kadın feminist harekette bir araya geliyor. Mesela son yasa değişikliği için 260 kadın kurumu bir araya geldi, bu konuda hükümeti zorlamaya çalıştığı. Sosyalist örgütlerde halen böyle bir araya geliş yok.
Kadınların örgüt içinde inisiyatif alabildiklerini görüyoruz. Karar mekanizmalarında yer aldıklarını görüyoruz. O yüzden erkeğin iradesine tabi olduklarını düşünmek kadınların örgüt içerisindeki konumlarını edilgen görmek olmuyor mu?
Tabi olmak lafını kullanmayacağım. Kadınlar zorluyorlar. Bunu görüyorum. Kadınlar mevcut erkek yapısını zorluyorlar, değiştiriyorlar. Bir örgütün cinsiyetçi olduğunu söylediğimizde o örgütün içindeki kadınlara haksızlık yapmıyoruz. Şunu söylemediğimiz sürece, “Her şey aynı hiçbir şey değişmedi, kadınlar erkeklere tabi.” Bu bize de feminizme de haksızlık olur. Ama şunu söylüyorum erkekler halen suyun başındalar ve bizim bununla çok uğraşmamız lazım. Daha naif daha üstü örtülü bir erkekliğin yürümesi de kadınların böyle zorlaması sayesinde oluyor. Kadınlar zorluyorlar dahasını da istiyorlar. Kota bunun iyi bir örneği. Kadın başkanlar da var artık. Bunlar olağanüstü güzel şeyler ama gene de buralarda henüz ana meselenin zayıfladığını düşünmüyorum. Çünkü çok sıkı bir erkek dayanışması var. Bunun değişmesi için toplantı saatlerinden tutun o örgütün diline, örgütlenme biçimine, örgütlendiği alanlara kadar değişikliklerin olması lazım. Ben hiç o kadar derinden bir değişiklik olduğunu düşünüyorum.
‘Bağımsız kadın hareketi can damarımız’
Mevcut ilerleme ve kadınların örgütler, kurumlar içerisindeki konumlarının değişmesinde şüphesiz feminist hareketin de payı var. Sizce ?
Bağımsız bir feminist hareketin olması, onu destekleyen ya da desteklemeyen her kadını güçlendirir. Siyasette de evin içinde de iş yerinde d
e her yerde. Karma örgütlerdeki kadınların şimdi eskisinden daha güçlü olduklarını düşünüyorum. Daha çok siyasete katıldıklarını düşünüyorum. Ama törpülenecek yanlar da var.
Birçok karma örgütte kadınların yaptığı eylemler, işler de öne çıkıyor. Fakat karma kurumlarda siyaset yapan kadınların halen çok uğraşması lazım. Karma kurumlar odalardan, sendikalardan da oluşuyor. Şimdi sendikalara düşünebiliyor musun bir kadın başkan halen uzak bir hayal. DİSK’in yönetim kuruluna bir kadın başkan sokmak için neler yaşandı. Çok olmadı bir ay öncesi. Bundan bahsediyorum. Halen erkekler kurumların başını tutuyor, halen kadınlar zorluyor. Bir tek kadının yönetim kuruluna girmesinden koktular. Çünkü o kadın, kadın hareketiyle beraber orada duracaktı. Böyle güçlü bir erkek dayanışması var kadınlara karşı.
Bu nedenle şunu atlamamak lazım kadınların bağımsız kadın hareketi ile ilişkisi önemli. Karma alanlarda politika yapan kadınların bağımsız kadın politikasını desteklemesi, katkısını sunması gerekiyor. Bağımsız bir kadın hareketi hepimizin can damarı. Bazı karma örgütlerde çalışma yapan kadınlar, kadın alanını ya da feminist politikayı kendilerin rakip görmemeli bugün karma kurumlar içinde bulunan kadınlar gelebildikleri yerin önemli bir kısmını bağımsız politika yapan kadınların da çabasıyla elde ettiler. O yüzden bağımsız alan da siyaset yapmayan, karma kurumlarda kadın siyaseti yapan kadın arkadaşların önceden beri bağımsız kadın siyaseti yapılan alanlara daha sıkı sarılması, gözünün bebeği gibi bakması, daha ortak bir ilişki kurabilmeleri önemli. Bağımsız feminist hareketle asla rekabet gütmemeliler. Çünkü bu alan rekabet dışı bir yerdir. Kimi çevreler feminizmi anlamamak için adeta direniyorlar. Oysa feminizm tüm dünyada en kalabalık toplumsal grubunun, kadınların haklarını ve özgürlüğünü savunuyor. Hatta devrimci erkelere karşı da durum aynı.
Sizden bahsedilmemiş konuşalım mı?
Kitaba dönersek, kitapta sosyalist mücadelenin 80 öncesine tanıklık etmiş kadınlar var. Sizin izlenimlerinizi merak ediyorum. Geçmişten bugüne neler değişmiş ya da değişmemiş, nasıl bir yol kat edilmiş?
Sevim Belli 1919’dan 1960’lara dek olan TKP’yi de temsil eder, 1960’larda MDD’yi de temsil eder, 1970’lerde Türkiye Emekçi Partisi’ni de temsil eder. Biz onunla görüştüğümüzde Sosyalist Parti’nin de genel başkanıydı. Neredeyse bir yüzyılı temsil ediyor. Sevim Belli’den itibaren kadınlar bugüne doğru sıralanıyor kitapta. Kadınlar çok yol almış. Bir kere en büyük alınan yol şu: Ulusal ve sınıfsal mücadelenin yanına cinsel mücadele gelmiş. Bu çok devasa bir şey. Türkiye’de feminist hareket örgütlenerek, yayılarak, toplumun dokusuna girerek ilerliyor. Biz geçen ay Uludere’ye gittik. Oradaki köylüler bizim feminist olduğumuzu duyunca başka bir tavır takındılar. Uludere’de feminizm biliniyor, feministlerin hassasiyetleri biliniyor. Edirne’den Uludere’ye kadar girmiş feminizm. Bu, bir toplumun dokusuna girmektir. Çünkü kadınlar her yerde varlar.
Bunu anlamak özel bir çaba gerektiriyor herhalde. Örneğin siz çalışma yaparken yüz yüze görüşme yöntemini seçmişsiniz. Sözlü tarih çalışması yapmışsınız bir nevi. Bu yöntem yazılı tarihe geçmeyen, egemenin tarihinin anlatmadığını bulmaya çalışan bir yöntem. Bunu kullanmak zorunda mı kaldınız? Kadınların 80 öncesi konumlarını, mücadelede de toplumsal hayatta da konumlarını anlamak için yazılı tarih, resmi tarih çok bir şey anlatmıyor sanırım
Ben elimden geldiğince yazılı kaynaklara ulaşmaya çalıştım. Baktım yazılı neler var diye. 1960-1970’li yıllarda kadınları anlatan yeterince kaynak yok. Çok az kaynak var. Biz doğrudan görüşmeler yaptık. Kadınlara gittik ve dedik ki, sizden bahsedilmemiş, konuşalım mı? Sonuçta biliyoruz kadınlar var. İsim isim var ama bu kadınlardan bahsedilmiyor. Kadınlarla birebir oturup sohbet ettik Görmeyen gözler görsün diye… Hani yok diyorlar ya, biz de diyoruz ki bak buradalar, siz görmüyorsunuz.
Yöntem olarak şöyle oldu. İlk önce genel okuma yaptım, genel bir sosyalist tarih okuması yaptım. Ardından o yıllardaki sosyalist gelenekleri araştırdım. Üçüncü olarak, hangi kadınlarla görüşeceksek o kadınlara dair yayımlanmış yazıları, yapılmış çalışmaları okudum. Bunlar üzerine kadınlarla görüştüm.
Görüşmelerde sizi en çok etkileyen, kitapta mutlaka olmalı dediğiniz şeyler ne oldu?
Benim kitapta mutlaka olmalı dediğim kişi Sevim Belli’ydi. Çünkü Türkiye sosyalist hareketinin birçok dönemini yaşamış, temsil eden bir kadındır Sevim Belli. Önce çok tanınıyor diye tereddüt ettim ama bu çalışmayı yaparken aslında Sevim Belli’nin hiç de o kadar tanınmadığını gördüm. Belli gibi bir kadının tanınmaması kadınlar için tipik bir durum. Birçok sosyalist kitabı çevirmiş bir isim. Okuduğumuz kitaplarda adı yazıyor ama tanınmıyor. Bu durum çok önemliydi. Belli ile kadınların kurtuluşu konusunda fikirlerimiz uymasa da kendisinin temsil ettikleri çok önemliydi. Hem tarihe tanıklık etmiş, hem kendi sınıf intiharını yaparak devrimci mücadeleyi seçmiş bir isimdi. Mihri Belli gibi güçlü bir erkekle birlikte olması – ki biz kadınlar biliriz güçlü bir erkekle olmanın ne demek olduğunu- çok önemli.
Size kitabın adını Sanki Eşittik koyduran bazı tespitler olmalı. Sizin görüşmelerinizde kadınların örgüt içindeki eşitsizliğe dair ortaya koyduğu göstergeler nelerdi?
Bence en somutu onların erkek bizim kadın olmamız. Bu bir. İkincisi silahlı mücadele devreye girince kadınlar ayıklanmış. Üçüncüsü özel alanda eşitlik yok. Biri karısı biri kocası oluyor. Çocuk doğurulduğunda sen annesisin, görevlerin farklı. En temel gösterge bence tekrar edeyim bizim kadın olmamız onlarınsa erkek olması. Yoksa bizim bazı becerilere sahip olmamız ya da olmamamız değil. Bunu Christine Delphy çok güzel ifade eder. Der ki: “Bizim yaptığımız işler piyasada çok daha ucuzdur. Bu bizim yaptığımız işin değersiz olduğumuzu göstermez. Çünkü onu biz kadınlar yapıyoruz” hikayenin başı bu.
Biz kadınların, nasıl annelik, ev işleri, şefkat, hasta bakımı gibi toplumun bize yüklediği sorumlulukları üzerimizden atmamız gerekiyorsa, erkeklerin de benzer şeyleri üzerlerine alması gerekiyor. Erkeklerle kadınlar işbölümünde ters orantılı değişmeliler. Kadınlara daha az ev işi, erkelere daha çok ev işi gibi. Ama biz kendimizi ne kadar çok değiştirebilirsek, erkekler de o oranda değişmek zorunda kalacak.