Dünyada terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklu bulunan kişilerin yarıya yakını Türkiye cezaevlerinde yatmaktadır. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katıldıkları gerekçesiyle 2 bin 604 kişi gözaltına alınmıştır ve bunlardan 500’e yakınını öğrenciler oluşturmaktadır. 2005’ten bu yana hem tutuklu hem mahkûm sayısındaki artış çok dikkat çekicidir. 2005’te 56 bini ancak bulan tutuklu ve mahkûm sayısı, 2006’da 70 […]
Dünyada terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklu bulunan kişilerin yarıya yakını Türkiye cezaevlerinde yatmaktadır. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katıldıkları gerekçesiyle 2 bin 604 kişi gözaltına alınmıştır ve bunlardan 500’e yakınını öğrenciler oluşturmaktadır. 2005’ten bu yana hem tutuklu hem mahkûm sayısındaki artış çok dikkat çekicidir. 2005’te 56 bini ancak bulan tutuklu ve mahkûm sayısı, 2006’da 70 bini, 2007’de 91 bini, 2008’de 103 bini aştıktan sonra 2009’u 116 binin üstünde kapatırken, 2010’un Eylül sonunda bu sayı 120 bini, 2011 Mayıs ayında 123 bini geçmiştir. 2000-2005 döneminde ancak yüzde 10 olan tutuklu ve mahkûm sayısındaki artış, 2006-2011 döneminde yüzde 70’in üstüne çıkmıştır. Aynı şekilde 2005’te siyasi davalardan mahkûm olan çocuk sayısı 17 iken bu rakam 2009’da bin 105, 2010’da ise bin 23’e yükselmiştir [1].
Yukarıda bir çırpıda okuduğumuz bu ‘istatistikler’ uzaktan, şimdilik huzurlu ve sıcacık (doğalgazı, elektriği ödeyebildiğimiz sürece) evlerimizde, iş yerlerimizde bize sadece anlık bir burukluk verip, beş dakika sonra okuyacağımız bir haberin yalnızca bir bölümünde kafamızın hala takılı kalmasına sebebiyet verecektir. ‘Kesinlikle bir suçu vardır’ düşüncesinin tohumları olan kimliksiz ve kişiliksiz olma durumunun, gene aynı kimliksiz ve kişiliksiz birey ve toplumlarca aşılamadığı müddetçe bizlerin, bu ülkenin, bu toprakların ve bu dünyanın, dağlarda umut taşıyan tavşanlar olma ihtimalimizin ne kadar gerçekçi olduğunu sorguluyorum.
Bu ülkede, hiçbir şeyi başaramasa bile en güzel türküleri söylediler onlar. En özgür mahpushane şiirlerini yazdılar onlar. Aşk için devrim yapmayı, devrimin aşkız olamayacağını öğrettiler, bizlere. En gerçekçi ve en hayalperest resimleri çizdiler, mutluluk sanatını kullanarak. İçimizdeki fırtınaları roman yaptılar, ezilenin elinden tuttular, başkası oldular, öteki oldular, ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci oldular onlar. Her şeyden önce, kendileri oldular. Kendileri oldukları içinse, devleti, dayatılan sistemi, statükoyu, her şeyi, belki Tanrı’yı, belki milleti reddettikleri için hücrelere konuldular. İşte bu yüzden başa hangi hükümet gelirse gelsin, muktedir olanlar tarafından her zaman tehdit olarak algılanıp yüksek korunaklı cezaevlerine kondular. Günümüzde de durum çok farklı değil. Bugün kendisini liberal – muhafazakâr olarak adlandıran iktidar, geçmişin gelenekselleşmiş Türk – Müslüman – Sünni çizgisinde sadece sıralamaya müdahale etmiş ve bugüne kadar etkisi çok olmamış cemaat yapılanmasını kurumsallaştırmıştır. F tipi örgütlenen ve kendi kapitalist sınıfını yaratan bu dönemde, oluşan ve oluşabilecek tüm başkaldırı, hak arama mücadelesi gibi ‘sorunlar’, polis ve Özel Yetkili Mahkemelerce bastırılmaktadır. Gereken siyasi propaganda, sadece spiker farklılıkları olan basın yoluyla başarıyla yapılmaktadır. Etki-tepki prensibini incelemiş olan aynı kişiler, gelecekte ‘Türkiye bahar(ları)ının’ oluşabilme olasılığına karşı önleyici doktrinle hareket ederek dindar, kapitalist, sinik, hak aramaktan uzak nesiller yetiştirmeye karar vermiş gözükmektedirler. Temel sorun ise bu durum karşısında bizim nasıl bir strateji ortaya koyacağımızdır? Ece Temelkuran’nın, affına ve onun o sıcaklığına sığınarak Ece abla’nın ortaya atmış ve içeriğini doldurmuş olduğu “büyük tanışmaya” hepimizin acilen müdahil olması gerektiğine inanıyorum. Bunu başlatırken ilk olarak, öncü rolünü üstlenen, üstlenebilecek olan herkesin, aydınların, ilericilerin, yurtseverlerin, devrimcilerin, hatta bir zamanlar müttefik olabilmiş Kemalistler’in bile bir tartışma sürecini başlatmaları gerektiğine inanıyorum. Paolo Freire’nin dediği gibi “Tarihin nesneleri olmayı tamamen durduramasak bile, tarihin özneleri olmamız gerek”[2]. Bunun içinde praksisi hayata geçirmediğimiz müddetçe bünyemizde devamlı oluşacak olan, hatta bence birçoğumuzda oluşmuş olan ikilem ve çelişkiler daha da fazla derinleşecek gibi duruyor.
Her geçen gün siyasi tutuklu dışında, ülkemizde tutuklanan insan sayısı artıyor. Toplum bir yerlerden hep patlıyor. Cinayet, cinnet, hırsızlık, soygun, kapkaç ve diğer bir sürü suç… Adalet Bakanlığı veri tabanına göre 80’den beri görmediğimiz kadar tutuklu ve hükümlü var. Toplum eğer biz, kendisine aydın, ilerici, yurtsever, devrimci, solcu, sosyal demokrat, sosyalist, komünist vs diyenler tarafından mücadeleye çağrılmaz, içinde bulundukları kendi bireysel hücreleri ve genelin cezaevi teşhir edilmezse, ileride karşılaşacağımız, yalnızca ‘temiz bir kapitalist toplum’ yaratmak isteyenlerin tartışmaları olacaktır. Belki de bizlerin, Başbakan’ın ‘akşamdan kalma’ ile söylediği, solcuların geç kalma durumunu yabana atmadan, toplumun neresinde olduğumuzu düşünerek sorgulamamız gerekiyor, ne dersiniz?
[1] Sönmez, Mustafa; “AKP İktidarında Zindan “Büyüme”si”, Temmuz 2011.
[2] Freire, Paulo; “Ezilenlerin Pedaagojisi”, Ayrıntı yay., çev. Dilek Hattatoğlu, Temmuz 1991