Türkiye’nin Suriye meselesindeki tutumu ve Ortadoğu’yla ilgili diğer çıkış ve hamleleri bir tür Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırılabilir olsa da, bu, bu yeni kavrayış ve yönelimin Amerikan çıkarlarıyla ters düşülen bir durum oluşturduğu anlamına gelmiyor “Arap Baharı” adı verilen süreçle birlikte, Ortadoğu coğrafyası, yalnızca Filistin, Lübnan ya da Irak bağlamında değil, bu kez bir bütün olarak, […]
Türkiye’nin Suriye meselesindeki tutumu ve Ortadoğu’yla ilgili diğer çıkış ve hamleleri bir tür Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırılabilir olsa da, bu, bu yeni kavrayış ve yönelimin Amerikan çıkarlarıyla ters düşülen bir durum oluşturduğu anlamına gelmiyor
“Arap Baharı” adı verilen süreçle birlikte, Ortadoğu coğrafyası, yalnızca Filistin, Lübnan ya da Irak bağlamında değil, bu kez bir bütün olarak, dünya kamuoyunun takip ve tartışma konusu hâlini aldı. Tüm dünyanın dikkatle izlediği gelişmelerin sağlıklı bir şekilde yorumlanabilmesiyse, olan bitenin yarattığı durumun ünlü Türk deyimi “at izinin, it izine karışmasının” tam karşılığı olması sebebiyle bir hayli güç. Türkiye’nin meselelere müdahilliğiyse, özellikle de Suriye özelinde düşündüğümüzde, bana bir Çerkes atasözünü anımsatıyor: “Kendi işini göremeyen, el işine koşarmış!”
NATO’nun en güçlü ikinci ordusuna sahip olan Türkiye’nin PKK kalkışması başladığından beri Güney Kürdistan’a sıkça fiilî müdahalede bulunmasına zaten alıştık. Ancak, T.C.’nin Kürt meselesi dışında da, çevresinde cereyan eden kendini doğrudan ilgilendirmeyen olaylara da askerî müdahalede bulunması ya da işgal güçlerine savaşa katılarak destek vermesi mütemadiyen gündeme gelmiştir (Kıbrıs, Karabağ, Bosna, Kosova, Lübnan, Irak, Acaristan, Libya …). Türkiye’nin bu klasik dürtüsü, emperyal geçmişiyle ve yeni egemenlik sahaları açma hevesiyle açıklanabilir.
Fakat, bugün Türkiye’nin Kıbrıs ve Güney Kürdistan dışındaki askerî varlığının tek sebebi yalnızca NATO üyesi olmasıdır (Kosova, Afganistan, Somali gibi ülkelerdeki Türk güçlerinin, bu ülkelerdeki tek varlık sebebi bu). NATO kapsamındaki varlık dışındaysa Türkiye, gündemine gelen hiçbir müdahaleyi gerçekleştirmedi ya da gerçekleştiremedi ve bu “tutukluk”, dış ülkelerin tepkilerinden çekinceler, içerideki muhalefet gibi objektif ve sübjektif birçok sebepten kaynaklandı. Ne var ki yine de Türkiye, ilgi alanına giren coğrafyalara el altından da olsa bir şekilde müdahale etmekten de geri duramadı. Bu “gayrı resmî” müdahalelere örnek olarak, Azerbaycan’da Elçibey’in devrilmesine yönelik olaylara ve sonrasında Karabağ savaşına ülkücü militanların gönderilmesinin teşvik edilmesini, Çeçenistan’a Türkiye’den mücahitlerin gitmesinin engellenmemesini ve alttan alta desteklenmesini verebiliriz.
Suriye’nin toplumsal yapısı
Tarihin önemli kültürlerine ev sahipliği yapmış kadim bir uygarlıklar toprağı olan Suriye bölgesine kurulmuş olan Suriye Arap Cumhuriyeti, hayli ilgi çekici bir özelliğe sahip. Burası her ne kadar bir cumhuriyet olsa da, Hafız Esad döneminden beri (1971 -Suriye, 1946’da bağımsızlığına kavuşmuştur) aynı zamanda bir çeşit, azınlık toplumuna dayalı bir “monarşi” görünümündedir. Komşusu Irak da Suriye’yle benzer bir durumdaydı ama hem yaslandığı azınlığın nüfusunun daha yoğun olması (Irak’ın yüzde 30’u Sünnî’dir) hem de Saddam’ın vârisinin herhangi bir akrabasının olup olmayacağını, ömrü vefa etmediğinden bilemediğimiz için Suriye’yle yine de farklılıklar taşır(1). Ayrıca, Suriye, Irak gibi öyle yapay bir devlet görünümünde de değildir, Nusayrîlerin yönetici elitliği meselesiyse bölgede kökleri ve geleneği olan bir olgu (2).
Suriye’yi yöneten insanları bağrından çıkaran topluluk olan Nusayrîler (Arap Alevîler) ülke nüfusunun yalnızca yüzde 11’ine yakın bir nüfusunu oluşturuyorlar ve Lübnan sınırından itibaren Hatay’a dek ülkenin kuzeybatısında bir şerit oluşturuyorlar. Doğal olarak bu azınlık olma durumu da iktidarda bir kırılganlık yaratıyor. Ülkenin geriye kalan nüfusunun çoğunluğunuysa (yüzde 74) Sünnî (ezici çoğunluk Hanefî, Kürtler Şafiî). Geçmişin önemli Hıristiyanlık merkezlerinden olan Suriye’de hâlâ çok önemli bir Hıristiyan nüfus var (zaten bu konuda bölgede en hoyrat davranan devlet Türkiye’dir) ve bu Hıristiyan nüfus kendi içinde de önemli bir zenginlik arz ediyor.
Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u olan Hıristiyanların çoğu (yüzde 45) Antakya Ortodoks Patrikhanesine bağlı Rum Ortodoks Arap (الروم الارثوذكس, ar-Rümu ‘l-Urṯüḏuks). Geriye kalan Hıristiyan nüfussa şöyle -toplam Hıristiyan nüfusa oranlarıyla: Yüzde 27 Süryanî Kadim Ortodoks Kilisesi, yüzde 16 Katolik (Melkit [3], Ermeni Katolik, Süryanî Katolik, Marunî [4], Keldanî [5], Latin Katolik [Levanten]), yüzde 8 Ermeni Apostolik ve az sayıda Nasturî (Asurî diofizit kilisesi) ve Protestan.
Bu dinî gruplar dışında ülkede Dürzî (toplam nüfusun yüzde 3’ü) ve İsmailî Şiî (200 bin), Caferî Şiî (100 bin), Musevî (200) ve Yezidî (12-15 bin) de yaşıyor.0
Ülkedeki etnik dağılımsa çeşitli tahminlere göre şöyle: yüzde 77/83/90 Arap, yüzde 9-10 Kürt, 750 bin-1,5 milyon Türkmen (Azerî), 877 bin- 1,2 milyon Süryanî/Asurî, 190 bin Ermeni, 100 bin Çerkes ve az sayıda Fransız. Ülkenin nüfusu 22 milyona yakındır ve 400 bin Filistinli ile 1,3 milyon Iraklının savaş sebebiyle ülkede mülteci durumunda olduğunu da unutmamak gerekir.
Türkiye, Suriye’de jandarmalığa soyunuyor
Suriye’deki olaylara kendi iç meselesiymiş gibi bakan Türkiye devleti, “Özgür Suriye Ordusu” adlı muhalif askerî oluşumu tüm olanaklarıyla desteklemekte ve içeride beslemektedir. Her ne kadar iki muhalif subayın Suriye’ye teslim edilmiş olması gibi garip durum gerçekleşmiş olsa da, bu destek bugün de açıkça sürüyor.
Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan müdahalesi ihtimaliyse, tüm başka gerekçeler bir yana en çok enerji kaynakları açısından Türkiye’nin Rusya’ya bağımlılığı göz önünde tutulursa hayli zor bir seçenek ve alınması pek mümkün olmayan bir risk olarak görülüyor. Rusya’nın Esad yönetimine güçlü ve tereddütsüz desteği malum, ki Rusya kendi çıkarları gereğince bu desteği Esad’a vermek zorundadır da. Keza, bölgede Rusya’nın dümen suyunda olan tek devlet olarak Suriye kalmıştır, Rusya, Akdeniz’e açılan bu önemli kapıyı da kaybetmeyi göze alamaz. Zaten bu durum, ilgili son BM toplantısında Rusya ve Çin’in net ve keskin tavrıyla bir kez daha görüldü. Rusya’nın bu tutumu, Suriye’ye müdahaleyi destekleyenleri öylesine kızdırdı ki, bu kesimler Rusya’nın tutumuna ilişkin açıklamalarında bir burjuva geleneği olan yapmacık bürokratik nezaketin açıkça dışına çıktılar.
Türkiye devleti, Suriye’deki muhalefeti desteklerken, bu odağın lideri olan Galyun’a şartlar sunmaktan da geri durmadı. Öne sürülen bu şartların tümü de Kürtlerle ilgilidir. Galyun’un kabul ettiği şartlara göre, PKK’nin Suriye’deki hiçbir faaliyetine izin verilmeyecek, kurulacak yeni düzende güneybatı Kürdistan’a özerklik tanınmayacak, muhalefetin parçalarından biri olan Kürt Demokratik Birlik Partisi etkisizleştirilecek, Türkiye’nin Suriye’deki sınır ötesi operasyonları ve PKK’ye karşı mücadelesi her şekilde desteklenecek, 1998’te imzalanan Adana antlaşması aynen sürdürülecek. Ayrıca Türkiye, Suriye’de oluşabilecek Kürt hareketlerinin bastırılmasına yardımcı olabileceğini de belirtmiş (6).
Türkiye’nin Suriye meselesindeki tutumu ve Ortadoğu’yla ilgili diğer çıkış ve hamleleri bir tür Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırılabilir olsa da, bu, bu yeni kavrayış ve yönelimin Amerikan çıkarlarıyla ters düşülen bir durum oluşturduğu anlamına gelmiyor. Türkiye, sadece Amerika’nın bölgeyi kendi sularına çekmek için kullandığı bir aracı. Amerika, bu “kazandırma” görev için doğal olarak Türkiye’yi uygun görüyor, T.C.’nin
Osmanlı geçmişi, imal edilen “muhafazakâr demokrat laik” ülke imajı, büyük askerî gücü, sakat, saldırgan ve kompleksli bir milliyetçiliği, ağabeylik etme merakı ve ABD’ye bağlılığı Washington’a bu tercihi yaptırıyor. Hem bölge halklarınca büyük bir antipatiyle karşılanan ABD’nin, halkı, kendi çıkarları uğruna çok hissettirmeden ve rahatsız etmeden yanına çekebilmesi için
kendine görevini iyi yapacak yardımcı bulması da şarttı. Sonuçta AKP iktidarı kendi deyimiyle deliğe süpürülmeyi değil, kullanılmayı sonuna kadar hak eden bir iktidar.
Emperyalizm ve kapitalizm hesabına yayın yapan basın yayın kuruluşlarının haberlerine baktığımızda hiç haberdar olamasak da, Suriye’de Esad destekçileri, en az Esad muhalifleri kadar yoğun. Ayrıca bunca zamandır protesto gösterileri ve onu bastırma hareketleri tüm şiddetiyle sürüyor olsa da Kürtlerden toplu bir ayaklanma kıpırtısı hiçbir şekilde yok, Kürtler kadar nüfusa sahip olan Hıristiyanlarsa genel olarak sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Bu iki toplum, ABD’nin Suriye’de Sünnîlerden başka, güçlerine dayanmak istediği iki önemli grup. Kaldı ki Sünnîlerin de yığınsal olarak amansız bir mücadeleye girdikleri söylenemez, üstelik Esad’a sempatiyle bakan ve onu destekleyen bir Sünnî nüfus da söz konusu. Gelen haberlerin son derece sağlıksız, eksik ve yetersiz olması gerçekliği bir yana, yine de ABD’nin ve destekçilerinin Suriye’de istediklerini elde etmek için verecekleri mücadelede bir hayli zorlanacakları tahmin edilebilir.
Suriye’nin gerçekten özgür olabilmesi içinse, gerçekten özgür olan bir Suriye ordusu gerekiyor. Sırf şu durumda “anti emperyalist” bir konumda diye Esad’a sempatiyle bakmanın devrimci bir tavır olarak gördüğümü söyleyemem ama yine de elbette muhalefet liderlerini net bir şekilde daha antipatik buluyorum. Ancak eninde sonunda Suriye halkının sokağa çıkmasındaki temel sebep, bunu her kim örgütlemiş ya da kışkırtmış olursa olsun temelde haklıdır. Orada babadan oğula geçen bir diktatörlük var, bir baskı rejimi var, kadınların yaşamlarına müdahale edilmemesi, İslâmî bir düzen olmaması, Esad’ın karısının zarafeti
size hoş gelebilir ama ilericilik namına ölçüt olarak salt “modern” görünümü koyarsak, Kemalist elitten bir farkımız kalmaz. Esad’ın rejimi,1982’de zehirli gazlar kullanılarak yapılan ve 7 bin ila 40 bin arasında kişinin öldürüldüğü Hama katliamının rejimidir. Ki Beşar, babasının geleneğini sürdürmektedir. Bir ailenin ve onu destekleyen bir azınlığın diktatörlüğünün sürmesini savunmak ya da ehven-i şer bulmak ne kadar anlamsızsa, emperyalistlerden özgürlük ummak da o kadar ahmakça ve bu ne yazık ki Ortadoğu toplumlarının vazgeçemediği bir alışkanlık ve belki de bir tür “kolaycılık”.
Dipnotlar:
(1) İki ülkenin ortak özelliklerinden biri de BAAS (Arap Sosyalist Partisi) iktidarlı ülkeler olmalarıydı. Ancak, Irak, Suriye ve Mısır arasında gerçekleşen kısa süreli (1958-61) Birleşik Arap Cumhuriyeti birliğine katılmamıştır. Buna rağmen Irak bayrağında, 1963-2004 arasında birleşmeyi temsilen üç yıldız kullanılmıştır. Suriye bayrağındaki iki yıldız da bu birleşme amacını simgeler.
(2) Suriye, İslam dünyasında Alevi siyasi hakimiyetli tek ülke olması açısından da önemli bir ülke. Diğer İslam ülkeleri ve siyaseten hakim olan mezhep toplulukları: Hanefi Sünnilik: Türkiye, Orta Asya Türk cumhuriyetleri, Pakistan, Afganistan, Mısır, Tacikistan, Kosova; Şafiî Sünnilik: Somali, Eritre, Komorlar, Endonezya, Malezya, Brunei; Maliki Sünnilik: Mısır dışındaki tüm Kuzey Afrikalı Müslüman devletler; Hanbeli Sünnilik (Vahabilik): Suudi Arabistan ve küçük Körfez ülkeleri (hepsinde nüfusun çoğunluğu Vahabi değil); Caferi Şiilik: İran, Azerbaycan, Irak (ancak durum karışık, Sünni Arap ve Kürtlerle bir paylaşım var yine de hakim Şii); Zeydi Şiilik: Yemen (ama ülkenin % 55’i Şafii,% 45’i Zeydi’dir.); Hariciliğin İbadiye kolu: Umman. Karma olanlar: Arnavutluk (Hanefi Sünni çoğunluk ama yönetimde Bektaşi, Ortodoks, Katolik paylaşımı var), Bosna-Hersek (Hanefi, Ortodoks, Katolik paylaşımı).
(3) Melkit: Bir tür Süryani Katolik. Başta Bizans’ın baskı politikalarından korkup Rum Ortodoksluğa geçtiler. Arap istilalarından sonra Ortodoksluğu bıraktılar. 1724’te Katolik oldular, Rum Katolik Patrikhanesi’ni kurdular. “Melkit” denmesi, İmparatora (Süryanice Melki) bağlılıklarından kaynaklandı. Arapça konuşurlar.
(4) Marunî: VII. yy.’da Melkitlerden ayrılıp, Aziz Maro önderliğinde Lübnan’da oluşan dinî grup, kendi patrikliklerini kurdular. XIII. yy.’da Papa’ya bağlandılar. Arapça konuşurlar.
(5) Keldanî: 1445’te Nasturilikten ayrılıp Katolik olan dini grup. Doğu Süryanice ve Arapça konuşurlar.
(6) http://www.5deniz.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=3045 . 15.02.2012 tarihinde erişildi.