Dinin, tutuculuğun, muhafazakârlığın ve otoriterliğin egemen ideolojinin kurucu unsurları olarak ele alınmasını bu içsel, dışsal ve tarihsel gelişmelerden bağımsız olarak düşünmek olanaksızdır Siyasi iktidarların temel hedeflerinden birisi kuşkusuz bağlı oldukları dünya görüşünün geniş kitleler tarafından benimsenmesini sağlamak ve bu görüşün uzun dönemde kalıcılaşabilmesi için yeni nesillerin ideolojik ve kültürel yapılanmasına nüfus etmeyi becerebilmektir. Bu çerçeveden […]
Dinin, tutuculuğun, muhafazakârlığın ve otoriterliğin egemen ideolojinin kurucu unsurları olarak ele alınmasını bu içsel, dışsal ve tarihsel gelişmelerden bağımsız olarak düşünmek olanaksızdır
Siyasi iktidarların temel hedeflerinden birisi kuşkusuz bağlı oldukları dünya görüşünün geniş kitleler tarafından benimsenmesini sağlamak ve bu görüşün uzun dönemde kalıcılaşabilmesi için yeni nesillerin ideolojik ve kültürel yapılanmasına nüfus etmeyi becerebilmektir.
Bu çerçeveden bakıldığında mevcut siyasi iktidarın kayda değer başarılar elde ettiğini öne sürmek yanlış olmayacaktır. Başlangıçta kontrollü, çekingen, savunmacı ve sinik bir üslupla yürütülen süreç, elde edilen seçim zaferleri, mevcut üretim tarzının üst yapı kurumlarında yaşanan dönüşümler, yerel ve uluslararası güç odaklarının sunduğu açık destekle birleşince zaman içinde kendine güvenli, saldırgan ve açıktan yürütülen bir hal almıştır.
Bu dönüşüm aynı zamanda batılı, akılcı ve modern nesilleri toplum mühendisliği anlayışıyla şekillendirme hedefiyle yola çıkan “kurucu” resmi ideolojinin, yerini dini, tutuculuğu, muhafazakârlığı ve otoriterliği temel alan yeni bir resmi ideolojiye bıraktığı kritik aşamayla çakışmaktadır.
Aslında dönüşümün açık sonuçlarının gözlenmesi yeni olmakla birlikte kökenleri 1970’li yılların ikinci yarısına kadar geri gitmektedir. Türkiye’deki kapitalist üretim tarzının iktisadi ve siyasi anlamda belki de en derin krizlerinden birini yaşadığı bu dönemde çalışan sınıfların göreli refahındaki aşırı bozulmaları sınırlamak durumunda olan içe dönük ve popülist kalkınmacı anlayışın egemen sınıfların hazmedebileceği sınırların sonuna geldiği ve giderek bu sınıfların egemenliğini/varlığını tehdit altına almaya başladığı gözlenmiştir.
Kapitalist Batı bloğu ve Türkiye’deki sermaye çevreleri açısından korku ve endişeye yol açan bu süreç, 24 Ocak 1980 tarihinde alınan “istikrar” önlemleri ve bu önlemlerin fiilen hayata geçirilmesine zemin hazırlayan 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte tersine çevrilmeye çalışılmıştır. Farklı bir ifadeyle, toplumsal sınıfların çatışmaları ve iktisadi artığın paylaşımı güç kullanılarak yeniden düzenlenmeye çalışılmış, kapitalist üretim tarzı sermaye sınıfları lehine yeniden restore edilmiştir.
Şiddet ve zor kullanımı yukarıda kısaca betimlenen dönüşüm sürecinin “olmazsa olmazı” olarak gündeme gelmiştir. Burada açığa çıkan şiddet sadece ölümler, idamlar, uzun hapislikler, işkencelerle özdeşleştirebileceğimiz kaba anlamda bir şiddetle sınırlı değildir. Asıl şiddet geniş çalışan sınıfların hızlı refah kayıpları ve geleceksizleştirilmeleri üzerinden gerçekleştirilmiştir. Korkut Boratav’ın “sermayenin karşı saldırısı” olarak tanımladığı bu süreçte çalışan sınıflar kendi kısa ve uzun dönemli çıkarlarına karşı olarak geliştirilen iktisadi ve siyasi politikaları içselleştirmek zorunda bırakılmışlardır.
Dinin, tutuculuğun, muhafazakârlığın ve otoriterliğin egemen ideolojinin kurucu unsurları olarak ele alınmasını bu içsel, dışsal ve tarihsel gelişmelerden bağımsız olarak düşünmek olanaksızdır. Yeni nesillerin ve çalışan sınıfların refah düzeylerinde gözlenen ciddi düşüşlerin hazmedilebilmesi ve tepkisizlikle geçiştirilebilmesi için siyasete mesafeli (apolitik), tutucu, milliyetçi, tevekküllü, itaatkâr, sorgulamayan, mutluluğu bu dünyadan çok öte dünyada arayan dindar nesillerin yetiştirilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bir ideoloji olarak din bu dönüşüm sürecinde maymuncuk işlevi görmektedir. Hem kurucu resmi ideolojinin lağvedilmesinde, hem yeni bir resmi ideolojinin inşasında, hem mevcut üretim ilişkilerinin egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda dönüşüme uğratılarak sürdürülmesinde, hem de yerleşik çıkarları ve siyasi otoriteyi tehdit eden kimi ayrıksı unsurların bastırılmasında bir araç olarak kullanılabilmektedir.
Bu çerçeveden bakıldığında “dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” söylemi farklı bir anlam kazanmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın 1 Şubat 2012 tarihinde partisinin il başkanları toplantısında yaptığı konuşmada daha önce dile getirdiği “CHP dindar gençlik yetişmesini istemiyor” sözlerinin arkasında durduğunu belirtip şu sözleriyle tartışmayı bir ileri aşamaya taşımıştır: “(…) Ben ‘dindar bir nesil yetiştirmek hedefimiz’ dedim. Bu sözlerimin arkasındayım. Senin hedefin bu değilse bilemem. Sayın Kılıçdaroğlu, sen bizden ateist bir nesil yetiştirmemizi mi bekliyorsun? Biz muhafazakâr demokrat nesil peşindeyiz.”
Başbakan’ın bu çıkışına ana muhalefet partisi başkanı Kılıçdaroglu’nun verdiği yanıt resmi ideolojideki dönüşümün boyutunu anlamamız açısından anlamlı gözükmektedir: “Biz ne zaman dindar bir nesil yetişmesine karşı olduk? Ben kendisine şu soruyu sordum; ‘Bu nesilden önceki nesiller dinsiz miydi peki?’ Bu, bu anlama geliyor. (…)”
İktidar ve muhalefet partilerinin başkanlarının bu karşılıklı demeçleri bile resmi ideolojide son dönemde yaşanan dönüşümün büyük ölçüde tamamlandığını göstermektedir. Kurucu resmi ideoloji ve bu ideolojinin temsilcileri/izleyenleri savunmacı bir konuma kayarken, yerine yerleştirilmeye çalışılan tutucu, muhafazakâr ve otoriter ideolojik yapı hegemonyasını ilan etmekte ve aynı zamanda karşıtlarına ne kadar pervasız davranabileceğinin de işaretlerini vermektedir. Bu yeni ideolojik yapı o kadar hegemonik bir konuma yerleşmiştir ki, bu yapıyı sorgulamaya kalkanlar bile referanslarına dini, tutuculuğu ve muhafazakârlığı almak zorunda kalmaktadır. Ek olarak, toplumun genelinde yeni ideolojinin taşıyıcılarının ve sözcülerinin aşağı sınıfların cahil, aydın düşmanı, argo jargon kullanmaktan hoşlanan, kabadayı, göbek kaşıyan zonta tiplemesinden çok, karizma yüklü kişiler olduğu da yıllar geçtikten sonra keşfedilmeye başlanmıştır.
Her şeye rağmen, bu sancılı dönüşüm toplumun bütün kesimleri tarafından tam olarak içselleştirilememekte, sayıları sınırlı da olsa yeni nesiller arasından sorgulayan, eleştiren, tutuculuğa ve muhafazakârlığa karşı tavır alan, yerleşik siyasi-iktisadi ilişkileri dönüştürmek isteyen, otorite tanımayan, yenilikçi ve devrimci gençlerle de karşılaşılmaktadır. Bu kesimlerin payına da kaba şiddet, sorgulamalar, tutuklamalar, uzun süreli hapislikler düşmekte, böylece yeni siyasi rejimin -temsilcilerinin Soğuk Savaş döneminde komünizmle mücadele derneklerinin rahle-i tedrisatından geçtiklerini unutmamak gerekir- demokrat olma iddiası geçerliliğini yitirmekte, mevcut üretim ve sınıf ilişkilerini otoriter bir anlayışla koruyup kollama anlamında 12 Eylül askeri rejiminin son durağı olmaktan öteye geçememektedir.
Sonuç olarak, kurucu resmi ideolojik yapı mevcut üretim ilişkilerini tahkim eden görece daha tutucu ve muhafazakâr öğelerle dönüşüme uğratılmakta, bu dönüşüm süreci yeni nesiller üzerinden inşa edilmeye çabalanmaktadır. Bütün bu gelişmeler insanın aklına ünlü bir Fransız atasözünü getirmektedir: “Gençlik bilebilse yaşlılık yapabilse.”
* Hakan Mıhcı
Hacettepe Üniversitesi, İngilizce İktisat Bölümü Öğretim Üyesi