Bu yazı kriz dönemlerinde kapitalizmin mikroekonomik boyutta kâr sağlama taktiklerini ve bu taktiklerin genel makroekonomik planlarla bütünleştirilmesinin nasıl sağlandığına ışık tutma niyetini taşıyor Özellikle Avrupa bölgesini kasıp kavuran, sokaklarını direniş alanlarına çeviren ve neoliberal kapitalizmin meşruiyetini en hegemonik zamanlarında temelden sarsan ekonomik kriz, sokağın yıkıcı muhalefetiyle büyüyor. 2007’den beri çeşitli stratejiler (ki buna burjuva demokratik […]
Bu yazı kriz dönemlerinde kapitalizmin mikroekonomik boyutta kâr sağlama taktiklerini ve bu taktiklerin genel makroekonomik planlarla bütünleştirilmesinin nasıl sağlandığına ışık tutma niyetini taşıyor
Özellikle Avrupa bölgesini kasıp kavuran, sokaklarını direniş alanlarına çeviren ve neoliberal kapitalizmin meşruiyetini en hegemonik zamanlarında temelden sarsan ekonomik kriz, sokağın yıkıcı muhalefetiyle büyüyor. 2007’den beri çeşitli stratejiler (ki buna burjuva demokratik seçim biçiminin doğrudan feshi de dahil) geliştirilerek aşılmaya çalışılan kriz özellikle Yunanistan örneğinde olduğu gibi ciddi siyasal boyutlara evriliyor. Şimdi ise kapitalist sistem önünde gözüken dar boğaza karşı daha henüz krizin etkilerini yaşamaya başlamayan ülkeler için yeni planlar geliştiriyor ve bu planları neoliberalizmin temel yıkıcı-kuralsızlaştırıcı ve yeninden yapılandırıcı biçimleriyle birleştiriyor. İşte bu noktada, bu stratejilere karşı toplumsal muhalefetin rolü gittikçe büyüyor.
Bu yazı kriz dönemlerinde kapitalizmin mikroekonomik boyutta kâr sağlama taktiklerini ve bu taktiklerin genel makroekonomik planlarla bütünleştirilmesinin nasıl sağlandığına ışık tutma niyetini taşıyor. Bu ışık elbette Türkiye’de de yaşanacak ya da yaşanması mümkün sermaye taktiklerini daha iyi anlamımızı sağlayacak. Belirtmeliyim ki yazının kapsamı dardır, sınırlı bir tartışma yapmaktadır.
Kapitalist sistem asıl olarak kâr kavramı üzerine şekillenmiştir. Piyasa mekanizması, kârını arttıran firmaları sistemin egemenliğine yükseltirken, çok iyi bir kazanç sağlasa dahi kârını arttıramayan firmaların güç ilişkilerinde geriye doğru yol katetmesini sağlar. Yani kısaca kapitalizmde üretim kâr için yapılır.
Kapitalist üretim sürecini genel olarak tanımlamak gerekirse kapitalist, değişik mallar satın alır, bunları üretim sürecinde birleştirir ve böylece satın alınan malların değerinden daha büyük bir ürün ortaya çıkar. (Sermaye çevrimi) Bitmiş ürünü sattığında harcadığından daha çok para elde eder. Bu “Çokluk” kâr olarak tanımlanır. Ve bu basit üretim süreçlerinde kârı arttırmanın yolları varken, üretimin tamamlanmasından sonra da bunların yolları geliştirilmiştir. İşte kapitalistler bu kârın küçük bir bölümünü tüketirken, en büyük kısmını ise daha çok kar etmek için yeninden biriktirir ya da yatırıma dönüştürülür. Bu süreç Marksizmde “Kârın genişletilmiş yeniden üretimi.” Kavramıyla açıklanmaktadır. Kapitalizmde toplam kâr üç temel kavram üzerinden elde edilir.
1. Fazla Çalışma (Artı değer)
2. Makineleşme (Sermeyenin bileşimi)
3. Pazar gücü
Bu üç kavramın da uygulanmalarında hem tek tek hem de bütün olarak çelişkiler vardır. (Ancak bu çelişkiler bu yazının konusu değildir.) Kapitalistler üretim sürecinde sermaye bileşim oranını arttırarak yani makineleşerek verimliliği arttırırlar. Çünkü verimliliğin artması daha ucuza üretimi gerçekleştirir. Aynı şekilde üretim süreci içerisinde işçinin artı değer sömürüsünü arttırarak da üretim maliyetini düşürürler. Üretim süreci sonunda ise pazarda efektif fiyat (harcanan sosyal emeğe göre değil, genel olarak arz-talep dengesine göre belirlenen fiyat) geçerli olduğu için Pazar gücü ne kadar yüksekse, fiyat belirlemesinde ya da malın piyasaya arzında kontrolü elinde bulundurduğu için kârını da bu şekilde arttırabilir.
Amacı kâr olan sistemin içerisinde kar hırsına bürünen şirketler bu doğrultuda kârlarını arttırırken dönemsel taktikler geliştirirler. Uzun vadede başka politikalar güden şirketler, kısa vade için başka politikalar geliştirebilirler. Kriz süreçlerinde ise sermayenin kâr taktiği artı-değer sömürüsü üzerine yoğunlaşır. Çünkü Pazar gücü uzun vadeli atılımı gerektirirken, makineleşmek ya da verimliliği arttırmak ise yüksek maliyetlidir. Artı-değer sömürüsünü arttırmak kriz dönemlerinden en az zarar alarak ve bu dönemlerde kendini yeninden örgütleyerek geçirilebilir. Bu taktik hem mikroekonomik hem de makroekonomik boyutta da böyle açıklanabilir. Günümüzde neoliberal kapitalist stratejinin emek alanına saldırısının sonuçlarından biri olan yeni işçi kitlesi yaratma ya da Keynesyen politikalar dönemindeki haklara sahip işçilerin yeninden işçileştirilmesi süreci bu politikayla da birebir uyum gösterir, aynı zamanda kriz dönemleri bu politikaların hızlandırılması ve uygulanması içinde bir ortam hazırlamaktadır. Bu süreç neoliberalizmin çokça tartışılan güvencesizleştirme, taşeron, esnek çalıştırma biçimleriyle ortaya çıkar ve tıpkı kapitalizmin ilkel birikim sürecinde izlediği taktiğe benzer. Bu durum kapitaliste muazzam bir kâr sağlarken, kâr oranlarını da piyasanın içerisinde kalacak kadar arttırmalarını sağlar.
Avrupa’da ki süreç tam da böyle işliyor. Neoliberal politikalar bu kriz taktiğiyle bütünleştirilerek hızlandırılıyor ve sermeyenin gözü daha fazla artı-değer sömürüsüne çevriliyor. Türkiye ise Avrupa’yla önemli ilişkileri olan bir ülke olarak krizin aslında kapıya doğru yaklaştığı bir ülke. (Burada belirtmek gerekir ki AKP’nin oluşturduğu maliye gücü krize karşı önemli bir kalkan görevi görüyor. Bu maliye gücü de AKP’nin ekonomik bir başarısı olarak değil, halkın sırtına yükletilen vergiler- zamlar biçimiyle ortaya çıkıyor) Bu yüzden Türkiye’de de kapitalistler, yönünü buraya doğru çevirmiş gözüküyor. TMMOB’un açıkladığı Afşin raporu, üretim zorlaması (fazla çalıştırma sonucu elde edilen) yüzünden 11 işçinin öldüğünü gösteriyor. Emek sömürüsünün önündeki en önemli kurumsal yapılar olan sendikalara üye olan işçiler en son Billur Tuz örneğinde olduğu gibi işten çıkarılıyor, OSTİM-İvedik gibi iş cinayetleri bu dönemde sıklaşıyor. Bu sıklaşmaların nedeni artı-değere sömürüsüne olan dönemsel daha özel ilgilerdir.
Görülen o ki krizin ayak sesleri giderek daha duyulur hale geliyor. Özellikle Avrupa bölgesinde sokakların ısınması, siyasal krizin de derinleşme işaretlerini verirken, piyasaları da oldukça korkutuyor. Bu korku her ne kadar kurtarma ve teşvik paketleriyle giderilmeye çalışılsa da arz-talep dengelerini bozucu etki yaratırken aynı zamanda güçlü makroekonomik dengeleri sarsıcı etkiler de yaratıyor. Türkiye her ne kadar bu konuda güçlü bir görüntü vermeye çalışsa ve beklentileri yüksek tutsa da krizi oldukça etkili hatta yıkıcı biçimde hissedebilir. Ancak bunun biricik yolu toplumsal muhalefetinin müdahalesidir. Çünkü uygulanan maliye politikaları ve güçlü bütçe AKP kurmaylarının en güvendiği göstergeler. Krizin yükünü bütünüyle halka ödetmek için emeğin yeninden üretim alanları hızla piyasalaştırılırken, önümüzdeki dönemde zam gibi uygulamalarla kriz giderilmeye çalışılacak. Ayrıca şirketlerin artı-değere ilişkin sömürüleri de başat politika haline geldi. Aslında taşeron işçi örgütleme konusunda büyük başarılar elde eden Dev Sağlık-İş’e üye işçilerin akıl almaz ceza istemleriyle yargılanması buraya ilişkin bir muhalefetin çok önemli olduğunu ve etkisinin yüksek olduğundan dolayı sert biçimde bastırılmak isteneceğini de gösteriyor.
Bu koşullarda sağlık, eğitim, barınma gibi haklara yönelik saldırılara karşı geliştirilecek muhalefet ne kadar önemliyse, asıl sistemi krize sokacak sarsıcı etkiyi yaratmak için bu mücadeleleri mutlaka taşerona- güvencesizliğe karşı yani temel olarak artı değer sömürüsüne karşı mücadelelerle bütünleştirmek o kadar önemli. Bu bütünleştirme ekseninde yaratılacak birkaç örnek hatırı sayılır deneyimler elde
edilmesini sağlayacaktır. Kriz zamanları devrimcilere önemli tarihsel fırsatlar verir. Bu fırsatları kullanmanın en yakıcı zamanlarına doğru ilerliyoruz. Etkili müdahalelerle ciddi kazanımlar elde edilebilir. Aksi takdirde ise sermaye bu krizden de yararlanarak kârlarını büyük oranda arttırmayı başarıp, zeminini bir kez daha sağlamlaştıracaktır.