Bu kadarına Ergenekoncular bile cesaret edememişti. Hükümeti falan değil, doğrudan Tayyip Erdoğan’ı götürme tehdidini içeren bir operasyon. Evet, bahsedilen özel yetkili savcı Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Fidan’ı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırması. Neyin şüphelisi; PKK ile işbirliği yapmak! Hükümetin yanıtı, hemen savcıları ve iki polis şefini görevden alıp, alelacele yasal koruma sağlamak oldu ve “MİT görevlilerini sorgulamak […]
Bu kadarına Ergenekoncular bile cesaret edememişti. Hükümeti falan değil, doğrudan Tayyip Erdoğan’ı götürme tehdidini içeren bir operasyon. Evet, bahsedilen özel yetkili savcı Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Fidan’ı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırması. Neyin şüphelisi; PKK ile işbirliği yapmak! Hükümetin yanıtı, hemen savcıları ve iki polis şefini görevden alıp, alelacele yasal koruma sağlamak oldu ve “MİT görevlilerini sorgulamak için mutlaka Başbakanın izni gerekir” yasası hızlıca Meclis’ten geçirilip saatler içinde Gül’e onaylatıldı. Bu kadar hızın nedeni tehlikenin büyük olması. Çünkü söz konusu olan Tayyip’in karizması ve geleceği.
Eğer bunlar yapılmasaydı neler olabilirdi? Savcı ifadeye gelmeyen MİT’çiler için tutuklama kararı çıkarttırıp, MİT binalarını polis eşliğinde basabilirdi. Hatta Başbakan hakkında da bir şeyler isteyebilirdi. Nihayetinden Başbakan’ın icraatları sorgulanıyor. Çünkü “suç”un işlendiği zamanda Başbakan’ın temsilcisi olan şimdiki MİT Müsteşarı, doğrudan Başbakan’ın emriyle PKK ile müzakerelere katılıyordu. (Her ne kadar Tayyip “hükümet değil, devlet görüştü” dese de.) Fidan, savcılık sorgusunda “emri Tayyip’ten aldım” dese -ki herhalde “kafama göre takıldım, Oslo’dan geçiyordum, bi arkadaşa bakıp çıkacaktım” demeyecektir- savcının Tayyip’i de ifadeye çağırmayacağını kim (!) garanti edebilir? Süreç, Tayyip’in Yüce Divan’a “vatana ihanet” suçlamasıyla ilerletilebilecek kadar büyük bir tehdit içermekteydi. (Bu arada dünyada bu duruma benzer kaç örnek var bilinmez; ama bizim ülkemizde benzer bir durum daha önce de yaşanmıştı. Menderes döneminin MİT Başkanı Ahmet Salih Korur sorgulanmıştı.)
Tayyip ise üç-beş gün süren suskunluğun ardından (Bu suskunluk sırasında yeni yasa çıkartılmış, iki polis şefiyle bir sürü polis memuru değiştirilmiş ve elbette gerekli görüşmeler de yapılmıştı), “sınırları aşan her türlü girişim yetki gaspıdır. Hiçbir zaman seçilmişleri atanmışlara kul etmeyiz” diyerek sözüm ona süreci noktaladı. Tabii burada söz konusu edilen seçilmişler ve atanmışlar kimlerdir, tam bir muamma! Fidan mı seçilmiş, yoksa Sarıkaya mı? İkisi de atanmış değil mi? Fethullah’ı kim seçti ya da atadı? Tayyip’in asıl kastettiği, kendi seçtiklerini başkalarının atadıklarına kul ettirmeme tercihidir.
Bu çatışmanın karşı tarafındaki Fethullah cemaati ise Tayyip kadar kendi elemanlarına sahip çıkmadı. Süper savcılarının, seçkin polislerinin arkasında durmadı. Hatta, Mehtap TV’de yayımlanan ‘Düşünce Günlüğü’ adlı programda süreci değerlendiren Zaman yazarları Hüseyin Gülerce, Ali Bulaç ve Ahmet Turan Alkan, MİT Müsteşarı Fidan’ı ifadeye çağıran Özel Yetkili Savcının, yabancı istihbarat servisleri tarafından önüne konulan malzeme ile düğmeye basmak zorunda kalmış olabileceğini söylediler. Bu ifadelere Radikal’den Akif Beki alkış tutmakta gecikmedi; “Zaman yazarı gibi ‘MOSSAD’dır MOSSAD’ diyorum. Çünkü sonuç bir tek İsrail’e yarıyor. Gülerce’ye katılıyorum; yabancı istihbarat teşkilatlarının nam-ı hesabına çalışan ajanlar içimize sızmış, kurumlara nüfuz etmiş, diyorum.”
Burada özel bir parantez açmak gerek. Çünkü bu değerlendirmeler, siyasal İslamcı kadroların bilgi kirliliği yaratmak, takiye yapmak için sergiledikleri cin fikirliliklerin nadide örneklerinden. Yukarıda da görüldüğü gibi Fethullah’ın sözcüsü Gülerce, kendi cemaatlerinin üyesi savcı Sarıkaya’yı MOSSAD ajanlarıyla işbirliği yapmakla suçluyor. Eğer bu iddiası ciddiye alınacak olsa MİT’in -ki asli görevi yabancı istihbarat teşkilatlarına karşı çalışmak- tüm yargı ve polis kadrolarını araştırması, fişlemesi ve takip etmesi gerek. Fethullah ve Gülerce bunu gerçekten ister mi? Cin fikirlilik işte! (Nerelerde dolaşacağı belli olmuyor.)
Bununla birlikte, “padişahın karşısında eğilen ama gaz çıkarmaktan da geri durmayan köylü” misali davranmaya devam ettiler. Aynı sahibin aynı sesi Gülerce, “öfke ile kalkan zararla oturur, hele bu öfke, yeni kanun düzenlemelerine alelacele yansırsa” demekten geri durmadı.
Medya aracılığı ile karşılıklı mesajlaşma, anlaşıldığı kadarıyla bir süre daha devam edecek. Gülerce’nin muadili yani Tayyip tarafının sözcüsü Yalçın Akdoğan (Başbakan Başdanışmanı) önce Yeni Şafak’ta daha sonra (kesmemiş olacak ki) Star’da ayrıntılı iki yazı yayımladı. Bu yazılarda öz itibariyle söyledikleri; “hükümetin güvenlik politikalarına müdahale etmeyin”, “parti ve cemaat ‘kaybet-kaybet’ sarmalına sürüklenmek istenmektedir”, “cemaat mensuplarını kamu kurumlarından tasfiye etmeye çalıştığımız çirkin bir iftiradır”, “biz gücümüz yettiğince hak bildiğimiz yolda yürür ve kardeşlik hukukunu korumaya gayret gösteririz”. Bunlarla birlikte Akdoğan’ın sürekli hatırlattığı “ortak düşmanlar” vurgusunu da eklemek gerek.
Sonuç:
1- “Yeni” iktidar sahipleri arasındaki kavgada bir raunt daha yaşandı. (Deniz Feneri Davasını ve Şike operasyonunu daha önceki rauntlardan birkaçı olarak görmek gerek.) Bunun son olmayacağı hatta daha öncekiler düşünülürse, her seferinde biraz daha ileri, daha da şiddetleneceği aşikar.
2- Son kapışmada Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesinin ve karizmasının ciddi ölçüde sarsıldığı kesin. Fethullah Gülen Hareketi’nin de cüreti ve bu uğurda en hayırlı “evlatlarını” bile feda edebileceğini göstermesi dikkate değer. Tayyip kazanmış gösterilse de; hatta Ahmet Altan “Türkiye’de hükümetleri herhangi bir siyasi karar almaya siyaset dışı bir gücün ‘zorlayamayacağı’ anlaşıldı” dese de gerçek durumun bu olmadığı ortada. İçine girilen yeni çatışma süreci, her iki taraf açısından da ciddi avantaj ve dezavantajlarla dolu uzun ve gerilimli günlere gebe. Zaten tarafların söylem kurucuları da bunun bilinciyle, şimdiden, durumu kendi lehine çevirmek için meşruiyet söylemi oluşturma yarışına giriştiler. Örneğin, Tayyip’in başdanışmanı Yalçın Akdoğan tarafından, MİT-PKK görüşmesiyle ilgili suçlamalar Tayyip lehine yorumlanmaya çalışılıyor. (Gerçi kaş yaparken göz çıkaran Akdoğan kendi zaafiyetlerini de “itiraf” etmiyor değil.) Star’da çıkan yazısında Akdoğan “Son dönemde İmralı ile devletin yürüttüğü bir müzakere veya diyalog söz konusu değildir. Bu durum, taktiksel ve konjonktürel bir tavır değildir. Önümüzdeki aylarda diyaloğun yeniden başlayacağı iddiaları ise tamamen spekülasyondan ibarettir” demekte. Daha da ileri gidip kişisel garanti vermektedir; “Kürt meselesinin nihai çözümü için diyaloğun gerekli olduğuna dair yaklaşımlar kadar bunun fayda değil zarar getireceğine yönelik kanaatler de bulunmaktadır. Şahsen benim kanaatim de bunun farklı sıkıntılara zemin hazırladığı, kötü niyetli aktörlerle arayış içine girmenin fayda getirmediği yönündedir.”
3- Yaşanan çatışmalarda kadrolaşma, çıkar paylaşımı önemli nedenler olmakla birlikte artık politik tercih farklılıkları daha belirgin hale gelmektedir. Başbakanı tehdit edebilecek bir operasyonun tek nedeni sırf kadro ihtiyacı olamaz. Özellikle son yaşanan kapışmanın içerisinde doğrudan Kürt sorunu ve Suriye sorunu vardır. Hatırlanacak olursa aynı dönem içerisinde Hatay’da görevli MİT mensupları, Suriye’den kaçan ve Esad yönetimine muhalif bir albayı Suriye istihbaratına teslim etmekle suçlandı ve tutuklandılar. Bu durum Suriye politikasına, MİT’in kendi içinde müdahale etmesine izin vermeden, yargı aracılığıyla doğrudan müdahaledir. Ayrıca zaten Fidan’ın ve diğer iki MİT ajanının suçlanma nedeni PKK ile yapılan müzakerelerdir. Bu
da doğrudan bir politika tercihidir. Bunu yapanların ya da yaptıranların, Kürt sorununa bakışı ve “çözüm yöntemleri” bellidir. Her iki iktidar odağı da Kürt sorununda savaş yanlısı ve Suriye sorununda emperyalizm yanlısı olmakla birlikte, bu sorunlarda ortaya çıkan gelişmeleri bir üstünlük aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır.
4- AKP iktidarının daha önceki dönemlerindeki bileşenleri, kendilerini bir araya getiren ve bir arada tutan özelliklerini kaybetmeye başlamışlardır. 10 yıllık süreçte iktidarın olanaklarına bağlı olarak tarikat ve cemaat ilişkileri değişmiş; yeni çıkar ilişkilerine bağlı olarak dini ve ekonomik harç çözülmeye başlamış, geleneksel çıkar ilişkileri yerine iktidar paylaşımı ve politik tercihler üzerinden yeni ittifaklar/bileşimler ortaya çıkmaya başlamıştır.
5- Söz konusu çıkar ilişkilerindeki değişim ve bunlara bağlı politik tercihlerdeki farklılaşmalar zaten bir süredir gözlenmekteydi. Sermaye gericiliğini ve sermayenin en genel çıkarlarını temsil eden neoliberal politikaların yürütülmesinde aralarında hiçbir fark görülmemektedir. (Örneğin Fethullah’ın “eğitim, sağlık parasız olmalı” dediğini duydunuz mu?) Ancak süreç içinde Kürt sorunu ve uluslararası politikalar gibi çetrefilli sorunlar üzerinden de farklı politik konumlar oluşturmaya çalıştıkları görülüyor.
6- İktidarı paylaşanların en önemli ortak noktası kendi “işlerine gelmeyen” hiçbir hukuki kural oluşturmamaları, hiçbir denetim aygıtı geliştirmemeleridir. Örnek, yaşanan krizin sözde “çözümü”nde rahatlıkla görülebilir. Krizi aşmak için hükümet, “Kürt sorununu çözmek için diyalog dahil her türlü girişimi yapmak için” yetki istememiştir, tam tersine gizlilik ve keyfilik için yasa çıkarmıştır. Tıpkı Öcalan’ı hava muhalefeti nedeniyle avukatlarıyla 7 aydır görüştürmediği gibi. Diğer yandan Türkiye siyasetinde bu denli belirleyici rol oynayan Fethullah Gülen acaba hangi hukuka tabidir. Otoritesini kimin ve neyin hukukundan almaktadır?
7- İktidarı paylaşanların her şeyden daha da önemli ortak noktası ise sola, toplumsal muhalefete olan düşmanlıklarıdır. Süper savcı Sarıkaya, HSYK’nın alelacele kararı ile görevden elçektirilmiş; ancak onun bir gün önce aldırdığı, “KCK’nin kadın örgütlenmesine” yönelik operasyon harfiyen uygulanmıştır. Son kapışmanın büyüklüğüne ve vahametine rağmen tarafların hepsi “düşmanı sevindirmeme” vurgusu yapmakta, “ortak düşmanı” işaret etmektedir. Tayyip’in her iç gerilimde aynı taktiği uyguladığı zaten bilinmekte ve görülmekte. Bunu özellikle CHP üzerinden yapmakta; Dersim’e ilişkin sözde özür, İzmir Belediyesi’nin yolsuzluk dosyaları vs. Baharla birlikte toplumsal muhalefetin gündemlerinin yoğunlaşacağı ve doğal olarak (ve biraz da zorunluluktan) ciddi bir hareketlenmenin yaşanacağı rahatlıkla görülebilir. Bu durum AKP’nin “özel ilgi”sini çekecektir mutlaka.
İktidarı paylaşanların tüm bu özellikleri de toplumsal muhalefetin “özel ilgi”sini çekmeli mutlaka. İster cemaat eksenli ister politik eksenli, ister ayrışsınlar ister bütünleşsinler, “halka düşman” olmaları ortak noktaları ve toplumsal muhalefet de hepsiyle birden savaşmalı, mücadele etmeli. Baharla birlikte iktidarlarını korumaları daha da zorlaşacak. “Zor”u ise hiç mi hiç sevmiyorlar!