Daha birkaç yıl önce Türkiye’de “demokratik devrim” tamamlandı mı tamamlanmadı mı tartışması hararetle yürütülürken günümüzde faşist bir rejimin inşa edilmekte olduğu tespitleri almış başını gidiyor. Siyasal rejim tartışmalarını sınıflar arası güç ilişkilerinden, hâkim sınıfın tabi sınıf ve katmanlarla kurduğu zor ve rıza içeren ilişkilerden, hâkım sınıf fraksiyonlarının hangi kombinasyonla bütünleştirildiğinden azade olarak yürüttüğümüzde farklı rejim […]
Daha birkaç yıl önce Türkiye’de “demokratik devrim” tamamlandı mı tamamlanmadı mı tartışması hararetle yürütülürken günümüzde faşist bir rejimin inşa edilmekte olduğu tespitleri almış başını gidiyor. Siyasal rejim tartışmalarını sınıflar arası güç ilişkilerinden, hâkim sınıfın tabi sınıf ve katmanlarla kurduğu zor ve rıza içeren ilişkilerden, hâkım sınıf fraksiyonlarının hangi kombinasyonla bütünleştirildiğinden azade olarak yürüttüğümüzde farklı rejim tipleri arasında bir oraya bir buraya savrulup duruyoruz. Yani siyasal rejim tartışmasını bütünüyle “havada” yapar oluyoruz. Dahası bu tartışmaları, uluslararası bağlam ve eğilimlerle ilişkisiz yürütüyor, yani tipik bir “biz bize benzerizcilik” ile hareket ediyoruz.
Aslında dünkü “demokratik devrim” ya da “burjuva devrimi” tartışması da bugünkü faşizm belirlemesi de, aktörler farklı olsa da, benzer düşünsel ön kabullerin ve hatta stratejik belirlemelerin ürünü denilebilir. Sol liberalizmle meselemiz, sosyalist hareketin stratejik önceliklerini sermaye birikim süreçlerinden ve sınıfsal güç ilişkilerinden bağımsız, “soyut” (sınıflarüstü) bir demokratikleşmeye sıkıştırmasıysa (dolayısıyla da hâkim sınıfın şu ya da bu fraksiyonuna yamanma eğilimi sergilemesiyse) eğer, son dönemde hayli popüler olan faşizm tespitleri de bir tür sol liberalizmden mustarip denilebilir.
AKP’nin bir faşist rejim tesis etme yolunda olduğunu savunanlar, aslında faşizmi saf siyasal bir olgu olarak tanımlayarak (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi vb.), onu sermaye birikim süreçleriyle bağlantılandırmayan Marksizm dışı düşünce akımlarının tipik hatasını yeniden üretiyorlar. Oysa faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir bunalımının ifadesidir. Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının siyasal, sosyal ve iktisadi gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının genelde sermaye, özelde de tekelci kapitalizmin belirli grupları lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Faşist bir tehlikeden dem vuranların önce Türkiye kapitalizminde yapısal ve derin bir bunalımın toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinde sermaye lehine böylesi şiddetli bir müdahaleyi gerektirip gerektirmediğini sorgulaması gerekmez mi? İşçi sınıfı hareketinin büyük ölçüde etkisiz olduğu, kârlılık oranlarında ciddi bir düşüşten bahsedilemeyeceği koşullarda sermaye düzeni açısından faşizme gerçekten gerek var mı?
Faşizm saf “siyasal” bir görüngü olarak (yani basitçe devlet baskısı olarak) tanımlanınca buradan çıkarılacak sonuçlar bir kez daha sınıf ilişkilerinden bağımsız bir “faşizme karşı demokrasi” söylemi olmayacak mı? Böylesi, yani kapitalizmle bağlantısı olmayan bir faşizmle karşı karşıyaysak, sosyalistlerin temel görevi (tıpkı sol liberallerin savunduğu üzere) devlet karşısında özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadele olmuyor mu? Böylece sosyalist hareketin stratejik öncelikleri dönüp dolaşıp bir kez daha anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız (anti-faşist, yani anti-AKP?) bir demokratikleşme hedefine sıkıştırılmış olmuyor mu?
31 Ocak 2012