Benim anladığım geçen yıl yaşananlardan kapitalist sınıf kendisi için gerekli dersleri çıkarmasına yardımcı olacak tartışmalara çoktan başladı
Geçen yıl bir “şey” oldu; küresel çapta bir toplumsal dalga yükseldi. Akdeniz çevresinde ve dünyada büyük sarsıntı yarattı. “Dalga” yatıştı, hatta geri çekiliyor, ama artçı sarsıntıları hala devam ediyor. Hala, bu “şey”in ne anlama geldiğini tartışıyoruz, tartışmaya da devam edeceğiz. Gözlerimizi o “şey”in coğrafyasından ayıramıyoruz, daha uzun bir süre de ayıramayacağız. En azından bu “şey”in tetiklediği, hızlandırdığı gelişmeleri tartışmak zorunda kalacağımız için…
Geçen yıl tam anlamıyla bir “annus mirabilis” (büyük şaşkınlıklar yaratan şeylerin yılı) oldu.
Tunus’ta, Mısır’da kitleler önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildiklerini, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldiklerini, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığını görerek şaşırdılar. Sonra da bu devrimci dalganın meyvelerinin, meydanları dolduranların, dalgayı yükseltenlerin değil, toplumun en örgütlü siyasi akımlarının, bunlar dalgaya katılmamış olsalar bile, elinde kalmasına şaşırdılar.
Bölgedeki baskıcı rejimlerin, megaloman diktatörleri, “ayak takımının”, gücünü görünce, aslında iktidarlarının ne kadar çürük temeller üzerinde durmaya çalıştığını görerek şaşırdılar.
Bu devrimci dalgaya, kuşkuyla yaklaşan, katılmayan siyasal İslam, hiç beklemediği bir anda siyasi iktidarı ve eski rejimi sahiplenmek, “şeytanlarla” işbirliği yapmak durumunda kaldığını görünce şaşırdı.
ABD ve Avrupa, bölgedeki en sadık ve güvenilir iki diktatörün, birden bire, hem de “kitle eylemleriyle” devrildiğini görünce şaşırdı. Sonra da, bu kitle eylemlerinin devrimci enerjisinin “devrilebildiğini”, hatta emperyalist projelerin üzerini örten medya makinesine yakıt yapılabileceğini fark edince de şaşırdı ve sevindi.
Devrimciler, komünistler de çok şaşırdı. Birincisi, bu eylemlerin, partisiz örgütsüz, birden bire ve ilk bakışta birbirine hiç benzemeyen ülkelerde, neredeyse eş zamanlı olarak patlak vermiş olmasına şaşırdılar. İkincisi, tüm deneylerine, örgütlerine karşın bu eylemlerin arkasından yetişerek liderlik edemediklerini görünce şaşırdılar. Üçüncüsü, özellikle mali krizle birlikte, hızlandırmaya çalıştıkları tüm sistemli örgütlenme ve propaganda çalışmalarına karşın kapitalizmin gündeme sokamadıkları sorunlarının, bu kitle eylemlerinin enerjisiyle ana akım medyanın ön sayfalarına, haber yorum programlarına bu kadar kısa sürede ve neredeyse hak verir bir dille taşındığını görerek şaşırdılar. Bu şaşkınlıklar, zaman zaman, emperyalizmin devreye girmesinin de etkileriyle birleşince, “devrimci dalga”nın varlığını görmezden gelmeye kadar varan tutumlara, “adeta keşke olmasaydı” diye düşünen bir ruh haline de yol açtı.
Kapitalizmin, geride bıraktığımız 25 yılı boyunca hiç kimseye hesap vermemeye fena halde alışmış, fena halde şımarmış megaloman mali-oligarşisi da aniden bir toplumsal nefret nesnesi olmaya başladığını görerek şaşırdı, çok korktu.
Herkesi birden şaşırtan bir şey de bu “devrimci dalga”nın, toplumun en yoksul kesiminin öfkesinin, ya da, sanayi işçilerinin sendikal mücadelesinin doğrudan ürünü olarak değil, “yeni orta sınıf” denen “tuhaf” bir kesimin inisiyatifiyle gündeme gelmiş olmasıydı.
Kapitalist propaganda makinesi de bir şaşkınlık yaşıyor. Küreselleşmeci koro, yıllardır, Dünya Bankası’nın “araştırmalarında”, The Economist gibi yayınların ağzından, “kapitalizm orta sınıfı (burjuvaziyi) büyütüyor, yoksulluğu (işçi sınıfı ve proletarya) değil” anlatıyordu. Aslında, “bakınız Marx yanıldı, eğer krizin içinde komünizmi anımsamaya başladıysanız boşuna vakit kaybetmeyin” demeye getiriyordu. Şimdi bu koro, bir taraftan bu “orta sınıfın” kapitalizme, neo-liberalizme, küreselleşmeye, en hafif deyimiyle kuşkuyla yaklaştığını, liberal demokrasiyi ise açıkça küfür etmediği zamanlarda alaya aldığın gördükçe yalnızca şaşırmıyor, dehşete de düşüyor.
Diğer taraftan, kendi, nalıncı keseri gibi kapitalizme kesen yöntemleriyle tanımladıkları “orta sınıfların”, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde ama devrimci dalganın coğrafyalarında hızla yok olmaya başladığını görüyor, kapitalizmin geleceğinden ciddi ciddi kuşku duymaya başlıyorlar.
Bu herkeste şaşkınlık yaratan “şey”in anlamlandırılması, bu şaşkınlıkların en azından bir kısmının giderilmesi açısından, bu “yeni orta sınıf” denen şeye ilişkin tartışmalara bir süre için önem vermek gerekiyor.
Sınıf kavramı söz konusu olduğunda, kapitalist kültür endüstrisi şu tutumlardan birini sergiler. Yalnıza aristokrasi ile burjuva sınıfı arasındaki farklar üzerinde durur, üretim araçlarının mülkiyetine dayalı ekonomik sınıf tanımından ısrarla kaçınır. İkincisi, işçi sınıfı kavramını kullanmamak için çeşitli stratejiler izler. Örneğin, bir taraftan, yoksullar, dışlanmışlar gibi kavramları devreye sokar. Diğer taraftan, toplumda gelir dağılımına göre bir sınıflandırma yaparak, kapitalist sınıfın ve en yoksulların dışında kalan herkesi “orta sınıf” (medyan gelir etrafındakiler) olarak tanımlar, böylece işçi sınıfını, toplumun simgesel evreni içinde adeta görünmez kılmaya çalışır.
Kapitalist sınıfın sürekli bastırmaya çalıştığı korkusuysa, egemen sınıfın, toplumda giderek çok ufak bir azınlığa dönüşmüş olduğunun ayırdına toplumun geri kalanınca varılmasıdır. Bu nedenle kültür endüstrisinin en önemli işlevi, burjuva “orta sınıf” yaşamlarını, toplumda egemen yaşam tarzı olarak sunarken, bu kesimin, (aslında artık var olmayan bir burjuva tabakanın) sürekli büyüyen bir sınıf olduğuna ilişkin bir fanteziyi topluma satmaktır.
Ama bu çok zor bir iştir. Dünya Bankası’nın çırpınmalarına bakmak yeter. Dünya Bankası, dünyada “orta sınıf” nüfusunun arttığını kanıtlayabilmek için, daha sonra yayımlamaktan vaz geçtiği bir araştırmada günde 2 dolarla 13 dolar arasında yaşayanları temel almış. Diğer bir değişle, Dünya Bankası ayda 60 dolarla (110 TL) ile 400 dolar (730 TL) arasında bir gelirle, kısacası yoksulluk sınırının biraz üstünde yaşamak zorunda kalanları orta sınıf olarak tanımlıyor. Böylece işçi sınıfının en yoksul kesiminin bile orta sınıf olarak tanımlanması gibi bir saçmalık ortaya çıkıyor.
Kapitalist sınıf açısından çok büyük bir öneme sahip bu konuyu, Francis Fukuyama da Foreign Affaires dergisinin 90. Yıl Özel sayısında ele aldı, hem de Dünya Bankası’nınkinin tam karşıtı bir savla…
Francis Fukuyama “Tarihin Geleceği – Orta sınıf çökerken Liberal Demokrasi ayakta kalabilir mi” başlıklı yazısında, başta Amerikan toplumu olmak üzere sanayileşmiş ülkelerde, ama genelde dünyada orta sınıfın toplam nüfus içindeki payının geçmiş 30 yıl içinde erimeye başladığını, mali kriz içinde bu sürecin daha da hızlandığını ileri sürdü. Fukuyama bu yazısında, Sosyolog Barringon Moore’un “Burjuvazi yoksa demokrasi de yok” tanımından hareketle, liberal demokrasinin varlığını sürdürebilmesinin giderek zorlaştığını, kapitalizmi koruyabilmek için yeni bir ideolojik modelin bulunması gerektiğini savunuyor.
Bu modele değinmeden önce, Fukuyama’nın, Dünya Bankası’nınkine göre çok daha akla yakın olan “orta sınıf kavramı” üzerinde kısaca durmak gerekiyor.
Fukuyama da “orta sınıfı” esas olarak gelir düzeyine göre tanımlıyor: Toplumun ne en alt kesiminde, ne de en üst kesiminde olan bölümü. Bu, tarihçi ve felsefeci olarak kabul edilen biri için yüz kızartacak kadar bulanık bir tanım. Fukuyama, mülk sahibi (evi ya da evinde beyaz eşya, otomobil de dahil sanırım olan) ya da kendi işi olanlar diyerek bu tanımı biraz daha belirginleştirmeye çalışıyor.
Ama şu iki sorunu aşamıyor. Birincisi, işçi sınıfının ev sahibi olan vasıflı (yüksek ücret alan) kesimi ve üretim araçlarına, kendi işletmesine sahip olduğu için “küçük burjuva” olarak tanımlanan bir kesim, orta sınıf tanımıyla aynı kaba konuyor. Sonra Fukuyama, toplumun en üst yüzde 1’lik tabakasının toplam gelirden aldığı payın 1974-2007 arasında yüzde 9’dan yüzde 23.5’e çıktığına işaret ederek orta sınıfın çökmekte olduğu sonucuna ulaşıyor. İkincisi, Fukuyama, bu sonuca ulaşıyor ama, bir adım daha giderek esas oluşması gereken, ama bastırmak için Marx’ı açıkça tahrif etmeyi göze aldığı (sf 55. Son iki paragraf) sonuca ulaşmaktan kaçıyor. Bu “orta sınıf “çöküyorsa, işçi sınıfının en vasıflı kesimi (“işçi aristokrasisi”) ve daha da çarpıcı olan, kendi işine sahip “küçük burjuvazi” hızla proletarya saflarına düşüyor demektir. Diğer bir değişle tarih önünde Marx fena halde haklı çıkmıştır.
Aslında Amerika’da toplumsal kutuplaşma çok daha güçlüdür. Söz konusu dönemde en üst yüzde birlik gelir dilimine yılda 1.1 triyon servet transferi gerçekleşmiş; bu kesime aktarılan toplam servet, toplumun an alt yüzde 40’lık kesiminin gelirinin tümüne eşit bir büyüklüğe ulaşmış. Toplumun ilk 3 yüzde 20 lik gelir dilimlerinin gelirlerindeki artış, söz konuş dönemde %18, %28 ve % 35 oolurken, en üst %1’lik bölümün geliri yüzde 278 artmış (Alan B. Kruger, “Rise and Consequences of Inequality in the United States”, Chairman, Council of Economic Advisers, sunuş, 12/01/2012).
Fukuyama’nın denemesinin projesini “bu kutuplaşma üzerinde liberal demokrasi nasıl korunacak?” sorusuna cevap aramak oluşturuyor. Fukuyama, liberal demokrasinin, (siz bu %1’lik kesimin iktidarı olarak okuyun) bu kutuplaşma üzerinde korunamayacağı sonucuna ulaştıktan sonra, yeni bir ideoloji arayışına girişiyor.
Bu yeni ideoloji ( Fukuyama’nın, bu kavrama ilişkin, ne konuştuğunu bilmiyor dedirtecek düzeydeki kafa karışıklığı da şaşırtıcı ama konumuz bu değil), devleti güçlendirecek, ekonomiyi düzenleyecek, toplumsal çıkar kavramını vurgulayacak “orta sınıfı” güçlendirecek politikalara olanak sağlamalıymış. Bu ideoloji kapitalizmi değil, geride kalan dönemde egemen olan kapitalizmin türünün eleştirisini hedef almalıymış. İster istemez küreselleşmenin bir eleştirisini içerecek olan bu ideoloji, eleştirisini ulusalcılığa dayandırmalıymış. Ama bu “Amerikan malı kullan” gibi kaba bir ulusalcılığı değil, ulusal çıkarı çok daha gelişmiş bir düzeyde temsil edecek toplumsal bir hareketi yaratmaya yönelik bir stratejinin parçası olmalıymış.
Fukuyama’ya göre bu kaçınılmaz olarak popülist bir ideoloji olacak, azınlığın çıkarını çoğunluğa dayatan seçkinleri ve Washington’a egemen olan, ağırlıklı olarak zenginlerin yararına çalışan para- siyaset ilişkisini de eleştirecekmiş… Ancak bu ideolojiye dayalı “demokratik” toplumsal hareketler, gelişmiş ülkelerin orta sınıfları geçmiş kuşağın, daha serbest piyasa ve daha küçük devlet söylemine takılıp kaldığı sürece gerçekleşemeyecekmiş.
Siz bunlardan ne çıkarırsınız bilmem ama ben hiç de hoş olmayan bir koku seziyorum: Ulusalcılık, büyük devlet, seçkinlerin eleştirisi, kitlelerin hareket geçirilmesi, genel seçimlerden öte başka ne anlama geldiği belli olmayan bir demokrasi kavramı… Kısacası kolaylıkla faşizme dönüşebilecek bir “küçük burjuva” fantezisi var karşımızda.
İkincisi, geçen yılı bir “annus mirabilis” yapan gelişmeler yaşanmasaydı, o “devrimci dalga” kabarmasaydı, kapitalist sınıfın düşünürleri, gelir dağılımındaki bozukluğu, “orta sınıfın çökmesi” olarak algıladıkları hızlı proleterleşmeyi görür ve kaygı duymaya başlarlar mıydı?
Benim anladığım geçen yıl yaşananlardan kapitalist sınıf kendisi için gerekli dersleri çıkarmasına yardımcı olacak tartışmalara çoktan başladı. Komünist hareketin de bu dalgadan bir an evvel kendisi için gerekli dersleri çıkarıp, bir sonrakine hızla hazırlanmaya başlaması gerekiyor. Çünkü birinci dalgayı hazırlayan koşullar ortadan kalmadı. Aksine, 2012 yılına ilişkin ekonomik ve jeopolitik beklentiler, bu koşulların daha da belirginleşeceğini, “yeni bir dalganın”, “devrimci durumların” gelmekte gecikmeyeceğini düşündürüyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.