2012’nin, demokrasi talebinin bolca dile getirileceği bir yıl olacağından kimsenin şüphesi olmasın. AKP’nin siyasal rejimi giderek sertleştiren politikaları karşısında halkta ciddi direnme eğilimleri de gözlenmektedir. Toplumsal muhalefette, hak mücadelesi temelinde yükselen taleplerin yanında, “demokrasi mücadelesi” temelinde yükselen siyasal hak talepleri giderek artmaktadır 2012, “barış, sağlık ve mutluluk” getirmedi. Bunun sorumlusu da her yeni yılda resmedilen […]
2012’nin, demokrasi talebinin bolca dile getirileceği bir yıl olacağından kimsenin şüphesi olmasın. AKP’nin siyasal rejimi giderek sertleştiren politikaları karşısında halkta ciddi direnme eğilimleri de gözlenmektedir. Toplumsal muhalefette, hak mücadelesi temelinde yükselen taleplerin yanında, “demokrasi mücadelesi” temelinde yükselen siyasal hak talepleri giderek artmaktadır
2012, “barış, sağlık ve mutluluk” getirmedi. Bunun sorumlusu da her yeni yılda resmedilen “yeni yıl çocuğu” değil, doğrudan AKP iktidarıdır.
Barış ile başlayalım: AKP iktidarı 2012’nin “barış yılı” olmayacağının haberini ve kanıtını Uludere katliamı ile verdi. 28 Aralık’ta Uludere’de 19’u çocuk 34 Kürdün katledilmesi bir operasyon kazası değildir. Bu katliamı yapanlar, planlamış ve böyle bir sonucu istemişlerdir. Katliamın istihbaratına ilişkin kuşkular yerindedir. Bu istihbaratı kim vermiştir? Bu istihbaratı verenler, oradakilerin kaçakçılık işçiliği yapan Kürt köylüleri olduğunu bilmektedir. Genelkurmay “bize geldi” derken, MİT “biz vermedik” demekte. Eğer bunlar doğru söylüyorsa, istihbaratı veren tek yer olarak ABD ve İsrail ihtimali kalmaktadır.
Bu istihbaratı uygulayanlar ise, her türlü askeri prosedürü ihlal ederek uygulamıştır. Çünkü prosedürler gereği, istihbaratın yerel birimler tarafından doğrulanması gerekmektedir (Bunu doğrulaması gereken Gülyazı Alay komutanlığına doğrulama yaptırılmadığı gibi sözde sorumluluk yıkılarak alay komutanı görevden alınmıştır). Kısacası, istihbaratı veren de uygulayan da ne yaptığını çok iyi bilmektedir. Tek yanıldıkları ise katledecekleri insanların daha çok olacağı tahminidir. Çünkü normalde 100-200 insan arası olan kaçakçı işçilerin sayısı o gün 34 ile sınırlı kalmıştı.
Devletin bütün kurumlarında artık “tek söz sahibi” olan AKP iktidarı ise ilk 20 saat boyunca sessiz kalarak “haberim yoktu” numarasına yatmışsa da 27. saatte bizzat Tayyip Erdoğan suçu üstlenmiştir. “Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum.” Katliama sahip çıkma, o kadar iğrenç boyutlara gelmiştir ki, iktidarın çiçeği burnunda gözde bakanı İdris Naim Şahin, “bundan sonra örgütün kaçakçılık gelirlerinin azalacağı” tespitinde bulunmaktadır.
AKP iktidarında pişkinliğin sınırı yok. Başbakan’ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan, “Uludere kardeşliğin mimarı olacak” diyor. Ve Kürtlere önümüzdeki süreçte ufak kırıntıların verileceğini ima ediyor; “bazen ufak bir jest, büyük bir anayasa paketinden daha fazla anlam taşır”mış. Akdoğan tıpkı Erdoğan gibi, parti kapatmaktan yana olmadıklarını; ancak kişilerin yargılanabileceğini söylemekle birlikte, “bazı partiler hukuk sistemine meydan okur gibi davranışlar sergiliyorlar” diyerek BDP’nin kapatılmasını hep gündemde canlı tutuyor.
Sonuç itibariyle, istihbaratı veren de uygulayan da sahip çıkan da bu katliamın sorumlusu ve suçlusudur. Kürt yoksul halkı yeni ve kapsamlı bir kirli savaşın hedefidir. Bu kirli savaş ve provokasyonlar üzerinden yeni bir iktidar kapışmasının ve paylaşımının hesapları yapılmaktadır. Diğer yandan Karayılan’ın da açıkladığı gibi 2012, çetin bir savaş yılı olacak.
2012’nin bir başka “sürprizi”, İlker Başbuğ’un tutuklanması oldu. Tayyip, buna da “şaşırdı”; 2 yıl Genelkurmay Başkanı olarak beraber çalıştığı şahsın, tutuksuz yargılanma yolu arzusuymuş. Ama elinden bir şey gelmiyor, yargı bağımsız ya! Başbuğ, T.C. tarihinde tutuklanan (şimdilik) ikinci Genelkurmay Başkanı. (Tutuklanan ilk Genelkurmay Başkanı DP’nin göreve getirdiği Rüştü Erdelhun’dur. 27 Mayıs darbesiyle tutuklandı.) Anlaşılıyor ki, Ergenekon, Balyoz, Odatv davaları aynı zamanda iktidarın yeniden yapılanmasında önemli bir çarpışma alanı olmaya devam edecek. Artık çekirdek kadrodan olmayanlar da güç edinmek için harcanabilir, Başbuğ bile. Hatırlanacağı gibi, göreve geldiği andan itibaren “sivil, hükümete bağlı komutan” diye kodlanan Başbuğ’un ilk icraatı Yeni Şafak ve Star gazetelerinin akreditasyon yasağını kaldırmak olmuştu. Ancak onlar bile bu “kıyağı” çabuk unuttu.
Bu arada, bu davalar ve ifadeler sayesinde şanlı ordunun subaylarının nasıl kişilikler olduğunu anlama fırsatı bulduk. Üstler astları, astlar üstleri suçlama konusunda birbiriyle yarışmakta. Koskoca Genelkurmay Başkanı bile tutuklanmamak için altında görev yapan 2. Başkanı (Iğsız’ı) suçluyor. Neymiş, “onun haberi yokmuş, her şeyi Iğsız yapmış.” Bu kadar subay içerisinde suçu üstüne alan (kendini diğerleri için feda eden(!)) bir teki bile çıkmadı. Hepsi hapis yatmamak için yırtmaya çalışıyorlar, ölüm söz konusu olsaydı, ne yaparlardı acaba?! Her şeye rağmen Başbuğ’un tutuklanmasıyla, içeride yatmakta olan alt kadrodaki subaylar AKP’nin adaletine inanmaya başlamışlardır. AKP’nin, neredeyse “şamar oğlanı”na çevirdiği böylesi bir orduyu, yeni bir savaş için motive etme zorunluluğunda olması ise ayrı bir açmaz.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olarak belirlenmesiyle birlikte 2014’e kadar ülkede seçim olmayacağı kesinleşti. Dolayısıyla bu iki yıl AKP için hiçbir göz boyamaya ihtiyaç duymadan ilerleyeceği yıllar olacak.
Bu yılların halk için “sağlık”lı olmayacağı kesin. 1 Ocak 2012 ile yürürlüğe giren Genel Sağlık Sigortası sisteminin daha fazla para, daha fazla hastalık anlamına geldiği herkes tarafından kavrandı, kavramayanlar da yakında kavrar.
Eğitimin Ömer Dinçer’e teslim edilmesiyle birlikte yeni “zihni sinir proceleri” de ortalığa dökülmeye başladı. Zorunlu eğitim süresini kesintili kademeli 12 yıla çıkarma projesinden, sömestr tatilinden öğrencileri umreye götürme projesine kadar daha bir dizi “hokkabazlık” göreceğiz.
“Halka zulüm, sermayeye gülüm” yasaları da bir bir hazırlanıyor. Bunların başında da HES yapımı için zorunlu olan ÇED raporlarını devre dışı bırakmayı amaçlayan yeni bir yasa geliyor.
Tüm bunlarla birlikte olası bir kriz beklentisi -ki ilk işaretini 3. köprü için ihaleye bile girecek şirket bulamayarak verdi- ve yapılması gereken savaş hazırlıkları AKP iktidarını, büyümesi beklenen toplumsal muhalefet karşısında şimdiden barikatlar oluşturmaya zorluyor. AKP için bu durum zorunluluk değil, tercih elbette. Tayyip, Uludere katliamını değerlendirdiği konuşmasında aynı zamanda “molotofun ateşli silah” kategorisinde değerlendirileceği yeni bir yasa hazırladıkları müjdesini (!) veriyordu.
AKP’nin üçüncü dönemi demokratik hakların tamamen baskı altına alınmaya çalışılacağı bir dönem olarak, Demokrat Parti’nin üçüncü dönemine benzeyecektir. (Aynı zamanda DP’nin devamılar ya; ancak AKP’nin önceden TSK’yı denetim altın almış olması önemli bir derstir.) Kılıçdaroğlu hakkında hazırlanan fezleke bunun bir işareti. AKP, Kılıçdaroğlu için fezleke hazırlamış; eğer TBMM’de dokunulmazlığının kaldırılması kabul edilirse Kılıçdaroğlu hakkında soruşturma açılacak. Hatırlanacak olursa, DP döneminde “basını ve muhalefeti soruşturmak amacıyla, gazete kapatmaktan, muhalif düşüncede olanları tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahip bir Tahkikat Komisyonu” kurulmuştu (27 Nisan 1960). Ve bu Komisyon’un ilk kararlarından biri İsmet İnönü’ye “12 o
turum TBMM toplantılarına katılmama” cezası vermek olmuştu. Olaya tepki gösteren CHP milletvekilleri de meclisten zorla çıkarılmıştı.
2012’nin, demokrasi talebinin bolca dile getirileceği bir yıl olacağından kimsenin şüphesi olmasın. AKP’nin siyasal rejimi giderek sertleştiren politikaları karşısında halkta ciddi direnme eğilimleri de gözlenmektedir. Toplumsal muhalefette, hak mücadelesi temelinde yükselen taleplerin yanında, “demokrasi mücadelesi” temelinde yükselen siyasal hak talepleri giderek artmaktadır. Demokratik haklarla fazla uğraşan iktidarların da uzun ömürlü olmadığı bilinmektedir. Bu ülke halklarının “demokrasi mücadelesi” geleneği hala çok güçlüdür. Üzerlerinden bir 12 Eylül ve 12 Eylül’den beri de bir dizi sağ iktidar geçmiş olmasına rağmen hala güçlü bir gelenek bu. Bu dönemde yeşermiş liberal, reformist eğilimlere ve bu eğilimlerin temsilcilerinin birer köşe/koltuk işgal etmiş olmalarına rağmen güçlü. Üstelik demokrasi mücadelesi geleneği, iktidar bloğunun birbirini yemeye çalışmasından medet ummayacak kadar deneyimlidir. Yine bu demokrasi mücadelesi geleneği göstermektedir ki demokratik haklar bir kere ele geçirilince sonsuza dek kazanılmış sayılmaz; bunların sürekli baskıcı iktidarlar karşısında korunması, geliştirilmesi ve yeni hakların kazanılması gerekir. Yeni haklar kazanmanın tek yolunun mücadele etmek olduğunun bilinciyle, AKP karşıtı direniş eğilimlerinin toplumsal muhalefet olarak örgütlenmesi gerekmektedir.