Özgürlük Rüzgarı’nı izleyende “Devrimciler kardeşlerini vurur” diye bir yargı oluşmazken Aşk ve Devrim’i izleyende “Devrimciler maşadır ve ahlaksızdır” yargısının oluşması “genç” izleyicinin kabahati olmasa gerek Filmin yönetmeni Serkan Acar’ın davetiyle “Aşk ve Devrim” filminin özel gösterimine katılanlardandım. Bir film eleştirmeni değilim ancak film hakkında beni bu yazıyı yazmaya iten iki şeyden de söz etmeden geçemeyeceğim. […]
Özgürlük Rüzgarı’nı izleyende “Devrimciler kardeşlerini vurur” diye bir yargı oluşmazken Aşk ve Devrim’i izleyende “Devrimciler maşadır ve ahlaksızdır” yargısının oluşması “genç” izleyicinin kabahati olmasa gerek
Filmin yönetmeni Serkan Acar’ın davetiyle “Aşk ve Devrim” filminin özel gösterimine katılanlardandım. Bir film eleştirmeni değilim ancak film hakkında beni bu yazıyı yazmaya iten iki şeyden de söz etmeden geçemeyeceğim. İlki, yönetmenin film sonrasında bizlerin eleştirilerini “Muhafazakarlık” olarak değerlendirmesi ve ikincisi de Fatin Kanat’ın Sendika.Org’da yayımlanan “Erişilemeyen Devrim / Kavuşulamayan Aşk” yazısında yönetmenin bu tavrını desteklemesi ve Kanat’ın yazısında tam açmadığı “Bazı hoş olmayan diyaloglar” kısmının açılması gerektiğini düşünmemdir.
Aşk ve Devrim, Türkiye solunun 80’lerin sonu ve 90’ların başındaki halini anlatan, bu döneme eleştirel yaklaşan ve pek iddiası olmayan bir film. Sonbahar filminin yapımcısı Serkan Acar, bu filmde 90’larda yaşanılanları eleştirmeyi tercih etmiş, nitekim özel gösterim sonrasında da filmi yapma amacını öyle anlattı. M. Serkan Turhan’ın İki Yol isimli senaryosunda yer alan bir öykünün yeniden ele alınıp yazılmasıyla ortaya çıkan filme ‘melankoli’ hakim. Yönetmene göre 12 Eylül ve SSCB’nin çöküşü sonrasında Türkiye’deki sol melankoli duygusu içinde. Filmde 68 kuşağını, 78 kuşağını ve 90’ları temsil eden üç karaktere de ‘melankoli’ kokusu sinmiş. Hep bir kasavet, bol sigara içilen ortamlar, tüm karakterlerde bir ‘umutsuzluk’ hemen göze çarpıyor.
Filmdeki örgütün (Yönetmenin deyimiyle anonim bir örgüt) eylemleri ile oluşturmaya çalıştığı kültür ve militanlarının hayat tarzı arasında kopukluklar görüyoruz. Sistem eleştirisi sol eleştirisinin yanında oldukça zayıf ve sistemin çelişkilerinin karakterlerde herhangi bir yansıması söz konusu değil. Böyle olunca karakterlerin tamamı marjinal unsurlar olarak karşımıza çıkıyor.
Film, 12 Eylül ve SSCB’nin yıkımı gibi iki büyük travmanın ardından adeta küllerinden doğan ve neredeyse her şeyi yeni baştan yaratan solu değil, travma içinde hapsolmuş ve umutsuz bir sol gösteriyor. Daha çok çürümenin sonuçlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Eleştirel bakış da bu noktada ortaya çıkıyor. Var olan hayatla militanın hayatı arasındaki ilişki yok olunca, zevk için eylem yapan, maşa olarak kullanılan ve bu tür kullanımlara müsait militanları izliyoruz.
90’ları anlatan bir filmde Kürt sorununa dair tek unsur, öldürülen Abidin’in annesinin Kürtçe ağıdı. Sanki film 90’larda çekilmiş de yoğun sansür ve baskı sebebiyle Kürtçeye sınırlı bir biçimde yer verilmiş. Bende ‘Eşkıya’ filmindeki Baran’ın 30 yıl hapiste kalıp devrimcilerle hiç karşılaşmayışının yarattığına benzer bir his yarattı açıkçası.
Devrimcilerin aşklarını erteleme sebebini dışsal koşulların değil örgüt baskısı olarak gördüğüm filmde o dönemin tüm örgütlerinin ‘görünümlerinden’ bir parça bulmak mümkün. Filmde devrimcilerle yeni tanışan Kemal’in solculaşması değil daha çok yozlaşmasının öyküsü var. Ben, film boyunca bireyci özelliklerini gördüğüm Kemal’in, kendisiyle ne zaman ve nasıl hesaplaşacağını bekledim ama beklediğimi bulamadım. Kemal’in yoldaşı Leyla’ya olan aşkı, bu aşkı gizli bir şekilde yaşamaları ve sadece ‘pratik faaliyetlerinin’ konuşulduğu bir ortam… Filmdeki örgüt, ilişki, aşk gibi konuları hiç konuşmuyor. Hatta bir soygun sonrasında bir süre ortalıkta gözükmemesi gereken Kemal gittiği sahil kasabasında o örgütün daha tecrübeli bir kadın militanıyla bir gecelik ilişki yaşıyor, Leyla’yı aldatıyor ve Leyla’nın da kendisini aldattığını düşünüyor. Tüm bunlar hiçbir diyaloga konu olmuyor. Yönetmen, Kemal’in öyküsünün böyle olmasını adeta doğallaştırmış ancak bu eleştiri bağlamından kopuk olduğu için solcular ve solcu örgütler genelde böyleymiş gibi bir algı oluşuyor. Oysa bahsedilen bir çürümenin sonucu olunca ve eleştiri, çürümenin nedenlerine yönelmeyip sonuçları üzerinde yoğunlaşınca bu artık bir eleştiri olmuyor.
Film bazı sonuçları eleştiriyor: Solcuların yirmi dört saati mücadele ile geçer, bu yüzden hayatlarında pratik faaliyetler ve kararların uygulanması vardır, zinhar aşka yer yoktur olursa da gizli bir şekilde yaşanmalıdır. Ancak bu tür eleştiriler, sistemin sola yönelik baskısının boyutları verilmediğinde, militanların hayatla kurduğu ilişki sadece basit bir ‘görev’ bilincine indirgeniyor ve mekanikleştiriliyor. Bağlamından kopan, olayın sebeplerini irdelemeyen ve sadece sonuca yönelik tüm eleştirilerde olduğu gibi bu filmdeki eleştiriler maalesef ‘karalama’ düzeyinde kalmış.
Yeri gelmişken, Fatin Kanat’ın filmi izlediği özel gösterimde yer alan bir “genç” olarak bir şeyler söylemeliyim. Kanat, film sonrası eleştirileri şu şekilde özetliyor: “Çoğu genç, filmin devrimcileri çok iyi anlatmadığı görüşündeydi. Ama bu tartışma, ‘çok iyi anlatılması’ istenen devrimcilerin idealize örnekler olarak temsil edilmesini esas alıyordu.” Sonrasında tıpkı yönetmenin yanıtlarını tekrarlıyor “İdealize etmek, bir devrimciyi kusursuz göstermek, pekala mümkündü ama o zaman yapılan da sinema olmazdı.”
Devrimcilerin o dönemdeki dayanışması, her şeyi yeniden yaratmada gösterdikleri dirayet ve inanç anlatılınca sinema olmuyor mu? Bu tutumdan hareket eden yönetmen de Fatin Kanat da devrimcileri olağan üstü insanlar olarak yansıtmanın doğru olmayacağını savunuyor. Fakat, film devrimcilerin tavırlarının nedenlerini işlenmediği için “devrimciler olağan üstü insanlardır” fikrini yeniden üretiyor. Kanat’ın ve Acar’ın, eleştiriler karşısında gençleri muhafazakarlıkla eleştirerek yanıtlarına başlaması da muhafazakarlığın başka bir biçimi. O gün ben, “solu neden bu kadar kötü gösterdiniz” diye sorduğumda “Siz bu filme arkadaşınızı getirip örgütleyip çıkmak istiyorsunuz, bu yüzden idealize karakterler ve iyi bir son bekliyorsunuz belki ama bu sadece bir film. Biz öyle bir şey amaçlamadık” diyen yönetmen aynı filmin 90’ların örgütçülerinin özeleştiri yapması yolunda bir etkisi olacağını düşünüyor. Oysa ne o gün orada olan izleyicilerin devrimcilerin “çok iyi insanlar olarak gösterilmesi” beklentisiyle filme gittiğini ne de yönetmenin beklediği özeleştirilerin açığa çıkacağını düşünüyorum.
Son söz olarak, Ken Loach’ın Özgürlük Rüzgarı filminde abisi, karşı saftaki kardeşini öldürüyor. Ama Loach, olayları neden sonuç bağlamında kurduğu için, öldürme olayı tekil bir olay gibi durmuyor. Çünkü Loach o zamana kadar İngiltere’nin baskısını, IRA militanlarının yaşadığı çelişkileri ve zorlukları ve bu zorlukları aşma yöntemlerini ustaca veriyor. Özgürlük Rüzgarı’nı izleyende “Devrimciler kardeşlerini vurur” diye bir yargı oluşmazken Aşk ve Devrim’i izleyende “Devrimciler maşadır ve ahlaksızdır” yargısının oluşması “genç” izleyicinin kabahati olmasa gerek.