Türkiye gibi tarihsel sorunlarını çözememiş ülkelerde gündem hep o sorunlar etrafında şekillenir..Dilin ağrıyan dişe gitmesi gibi, tüm dikkatler tercihsiz olarak çözülmemiş toplumsal soruna odaklanır. Kürt sorunu da böyle bir sorundur. Tüm meseleler bir şekilde gelip bu soruna dayanıyor, dolaylı ya da direkt ilintileniyor. Hal böyle olunca memlekette yaşanan diğer tüm sorunlar bir şekilde bu sorunun […]
Türkiye gibi tarihsel sorunlarını çözememiş ülkelerde gündem hep o sorunlar etrafında şekillenir..Dilin ağrıyan dişe gitmesi gibi, tüm dikkatler tercihsiz olarak çözülmemiş toplumsal soruna odaklanır. Kürt sorunu da böyle bir sorundur. Tüm meseleler bir şekilde gelip bu soruna dayanıyor, dolaylı ya da direkt ilintileniyor. Hal böyle olunca memlekette yaşanan diğer tüm sorunlar bir şekilde bu sorunun izini taşıyor. Van’da yaşanan deprem hadisesi bile bir şekilde, sorunla ilintili olarak gündemleşti.
Kendisiyle birlikte diğer tüm sorunları etkileyen bir meseleyi çözümsüz bırakmak çözmekten daha zor bir meziyettir. Kimlik ve inanç farklılığından kaynaklanan sorunlar idari, yasal ve sosyal düzenlemelerle demokratik düzlemde çözülebilen sorunlardır. Toprağa dayalı, bağımsızlık içeren taleplerin çözümü daha zor ve çatışmalı bir süreci içerirken, kimlik odaklı taleplerin çözümü daha kolaydır. Sorunu çözmek, çözümsüz bırakmaktan daha zor olmasına rağmen, zor olanda ısrar ediliyor olmasını sadece feraset eksikliğine bağlayamayız. Doğal olarak akıllara, o halde neden çözümsüz bırakılıyor, sorusu gelecektir. Bunun birden çok nedeni var elbette. En temel nedenlerden biri, milliyetçi duyguyla bloke edilmiş bir kitlenin varlığına duyulan ihtiyaçtır. Uygulanan ekonomik baskı ve zam politikalarında arkalayacakları hazır kitle desteğini, “ötekine” karşı kışkırtılmış, milliyetçi duyguları şişirilmiş kitlelerden almaktalar. Bu açıdan sorunun varlığının devam etmesi sistemin işlerliği açısından sayısız yarar sunmaktadır. Kürt “öcüsüyle” gündemleri esir alınmış bu ülke insanları, her türden baskıyı yüce gönüllülükle kabullenir kıvama gelmektedir. Emeğini üç kuruş paraya satıp, gıkı çıkmayan emekçiler topluluğu sistem için bulunmaz bir sigortadır. .
İktidar güçleri esasında bu sorundan beslenmektedir. Emeğin maliyetinin düşmesi ve sömürü diliminin artması için iradesi ve bilinci esir alınmış işçi kitlelerine ihtiyaç duyulmaktadır.. Sorun çözümsüz bırakıldıkça, yaşamda etnik yarılma ortaya çıkmaktadır. Bunun toplumsal yaşamı felç etmesi bir yana, emekçilerin baskı politikalarına karşı ortak mücadele yürütmeleri de imkansız hale gelmektedir. Sistemin sorundan beslendiği nokta tam da bu noktadır.
Son yıllarda giderek artan baskı politikalarına rağmen, kaderleri ortak emekçiler bütünlüklü bir mücadele içine girmekten kaçındıkça, ellerinde kalan son kırıntıları da kaybetmekteler.
Uygulanan emek karşıtı politikalarla, emekçiler geçmişte mücadelelerle kazanılmış haklarını hızla yitiriyorlar. Sürekli iş, yaşanılabilir ücret ve sendikal örgütlenme yok edilmektedir. Sahip oldukları, eğitim,sağlık ve sosyal güvenlik hakları iyice sınırlanıyor.. Eğitim ve sağlık hakkı parası olanın erişebildiği bir hakka dönüştürülmüştür. Emeklilik hakkı giderek daraltılıyor. Emekçilere ölüm gösterilerek, sıtmayla yaşamaya onay vermeleri isteniyor. Bu ölümcül saldırılara rağmen, emekçilerin ana gövdesi, sistemin “öteki” ve “sen” ayrıştırması ile iradesini teslim etmiş ve suskun haldedir.
Emekçilerin ortak çıkarlarını savunmayı esas alan ve eksikliklerine rağmen bu temelde mücadele yürütmeye çalışan KESK ve DİSK’i dışarıda bırakırsak, diğer Konfederasyonların emekçileri kaderleriyle baş başa bıraktıklarını görüyoruz. Buna rağmen KESK’in üye sayısında nitelikli bir artış olmazken, diğerlerinin üye sayılarında gözle görülür bir artışın yaşanması tam da, sistemin murat ettiği şeyin gerçekleştiğini göstermektedir.
TÜRK-İŞ kongresinde Mustafa Kumlu’nun yeniden Genel Başkanlığa seçilmesi maalesef,hak gasplarına karşı cengaverce mücadele etmiş olmasından dolayı değildir. Başında bulunduğu Konfederasyonu “ötekilerin” yanına yaklaştırmadı içindir. Varsın emekçiler yoksullaşsın. Varsın zam ve sömürü altında inim inim inlesinler. Ötekilerle yan yana gelinmesin yeter. Zihinsel kuşatmanın sarkacı bu eksende gidip geliyor.
Hak gasplarını, yoksullaşmayı, baskılara rıza göstermeyi ortaya çıkaran şey, bu temeldeki kör bilincin kök salmış olmasıdır. Hem kör hem yaralı bilincin devam etmesi için ötekilerin “öteki” olma halinin devam etmesi gerekiyor.
Emekçilerin sorunlarını çözmek gibi bir dertleri yok. Sistemin saldırılarına müdahale etmek gibi bir önceliğe sahip değiller.
Sistemin kendisini yeniden ürettiği, emek sahalarında emekçilerin sorunları gündemde değil. Emekçilerin zihinleri başka sorunlarla esir alınmış durumda..Emeğin ortak eylemini örgütlemek ancak emekçilerin, sistemin zihinsel esaretinden kurtulup kendi sorunlarını gündeme getirmeleri ile olanaklı olacaktır..
Emekçilere dayatılan saldırılara karşı, KESK’in ve diğer emek güçlerinin 21 Aralık tarihinde yapacağı Grev bu açıdan önemlidir. Saldırılara, yoksullaştırma politikalarına karşı güçlü bir tepkiye ihtiyaç vardı. Bu açıdan önemli olmakla birlikte, 21 Aralık’taki eylemi önemli kılan bir diğer boyut, süreç iyi örgütlenirse emekçilerin bağrında yaratılmış yarılmayı bertaraf etmeye ve emek mücadelesinin üstüne çekilmiş milliyetçi perdeyi yırtmaya hizmet edecektir diye düşünüyorum.