Marksist ve genel olarak radikal geleneğin içinde “halk” ve “halk egemenliği” kavramlarına, bu kavramları sosyal antagonizmanın ve siyasal baskının burjuva mistifikasyonu olarak görerek, itirazlar olmuştur. Örnek olarak sınıf ayrımlarını, mücadelesini ve sömürüyü mistifiye eden, Avrupa anayasal geleneği gösterilir. Fakat bu kavramlara sahip çıkmalı ve dönüştürmeliyiz Yunanistan geçtiğimiz haftalarda post-modern darbe diyebileceğimiz bir süreci yaşadı. Çoktan […]
Marksist ve genel olarak radikal geleneğin içinde “halk” ve “halk egemenliği” kavramlarına, bu kavramları sosyal antagonizmanın ve siyasal baskının burjuva mistifikasyonu olarak görerek, itirazlar olmuştur. Örnek olarak sınıf ayrımlarını, mücadelesini ve sömürüyü mistifiye eden, Avrupa anayasal geleneği gösterilir. Fakat bu kavramlara sahip çıkmalı ve dönüştürmeliyiz
Yunanistan geçtiğimiz haftalarda post-modern darbe diyebileceğimiz bir süreci yaşadı. Çoktan bir sosyal felakete yol açmış ve meşruiyetinden söz edilemeyecek kemer sıkma paketini uygulamaya koyan Papandreou hükümeti kemerlerin daha da sıkılacağı ve iktisadi egemenliğin daha da kısıtlanacağı 10 yıllık bir programı hayata geçirme göreviyle karşı karşıyaydı. “Kahramanca” referanduma gitmeyi seçerek çıkış yolu bulmaya çalıştı. Toplumsal barbarlık politikalarını kamuoyuna kabul ettirmek için bir manipülasyon aracı olsa da referandum AB-Avrupa Merkez Bankası ve IMF üçlüsünün dayattığı politikaların reddedilmesi olasılığını yarattı. Bunun sadece Yunan kemer sıkma politikalarını değil, Eurozone’un tüm finansal ve mali yapısını tehlikeye atmasından korkan Avrupa hükümetlerini yönetenler, Avrupa Birliği yönetimi ve IMF, referanduma korkunç bir saldırı başlattı. Bunun için açıktan şantaj yaptı ve Yunanistan’ın iflasını ilan etmesi sağlanarak Euro bölgesinden çıkarılması tehdidini savurdu. Diğer açık çözüm olan, acil bir seçim seçeneği de ana muhalefet partisi tarafından talep edilse de dışlandı. Zira bu ihtimal alınması düşünülen ekonomik önlemlerin gecikmesi ya da karşı çıkışla karşılaşması demek olabilirdi. Sonuç olarak, programı açıktan Avrupa Birliği ve IMF tarafından oluşturulacak (ve hatta başbakanı eski Avrupa Merkez Bankası başkanı L. Papademos olan) bir “ulusal birlik” koalisyonu isteniyordu. “Batılı” liberal yönetişim ve ulusal egemenlik kurallarını dahi tamamen çiğneyerek toplumsal paradigmada acımasız bir değişim getirecek bu programın kabul edilmesinin ötesinde seçimler yapılmadan hemen uygulamaya konmasını talep ettiler. Mesaj oldukça basitti: Piyasanın ve uluslararası örgütlerin talep etmediği türden bir siyasete yer yok. Yunanistan’daki sermaye ve ticari kitle medyası sadece zirvede konsensüs arayan bir halk imajı yaratarak bu stratejiyi destekledi.
Siyasi yapı, halkla arayı açarken
Bu gelişmeler Yunanistan’da yaşanan çifte politik krizin sonuçlarıdır. En üstte politik manzaradaki krizle ve parti sisteminin istenen “şok terapisine” ve yeni kısıtlı egemenlik rejimine uygun hale getirilmesiyle karşı karşıyayız. Fakat daha aşağıda daha derin bir politik kriz söz konusu. Toplum ve genel olarak politik sistem arasında gittikçe artan bir uzaklıktan bahsediyoruz. Politik manzara ve toplum arasında artan yabancılaşma çoktan kolektif bir nitelik kazandı bile. Geçtiğimiz aylarda Yunanistan bir protestolar ve mücadeleler döngüsü yaşadı ve bu döngü neredeyse isyan olarak tanımlanabilecek nitelikteydi. Bu, büyük çaplı kamu sektörü grevleriyle örneklenebilecek olan protestoların yükselmesinden, Bakanlık binalarının işgal edilmesinden, 18-20 Ekim arasında ulusal çapta yapılan iki günlük grevden, 28 Ekim’de askeri törenleri engelleyen gösterilerin sembolik anlamından, taleplerin politikleşmiş ve radikalleşmiş olmasından ve öz örgütlülüğün ve dayanışmanın çeşitli biçimlerinin ortaya çıkmaya başlamasından anlaşılabilir. Dahası, 2011 Mayıs sonundan Temmuz’a dek şehir meydanlarında özgün hareket tarzları deneyimlendi. Bunlar son yıllarda başlayan oldukça özgün, doğrudan demokrasi deneyimi içeren protestoların sonuçlarıdır.
En önemli ve ümit verici boyutu ise halkın sadece potansiyel bir antikapitalist sosyal ittifakın parçası olarak değil aynı zamanda taleplerini ve kolektif özlemlerini tipik parlamenter toplumsal temsil biçimlerine paralel süreçlerle şekillendiren kolektif bir politik özne olarak yeniden ortaya çıkması ve yeniden şekillenmesidir. Sadece “Kolektif güç gösterisi olarak” değil, kolektivitelerin icat edilmesi olarak kitlesel gösteriler, farklı sosyal ve politik arka plana sahip insanların bir araya gelmesinin aracı olarak meydanlarda kitlesel meclisler oluşturulması, grevci emekçiler tarafından kamu binalarının işgal edilmesi, kolektif itaatsizliğin birçok şekli, tüm bunlar, farklı toplumsal deneyimlerin bir araya getirilmesi ve ortak taleplerin eklemlenmesinin yollarıydı. Bu talepler her ne kadar şematik olabilseler de maaşlı, işsiz, serbest çalışan, emekçi halkın piyasanın (özellikle de uluslararası piyasaların) topluma yönelen şiddetine karşı duyduğu nefret noktasında birleşiyordu. Yunan bayrağının gösterilerde bu denli fazla kullanılması, ki kimi zaman dar milliyetçilik gibi algılanmıştı; aslında taleplerin kolektif direniş, onur ve halkın egemenliği çevresinde şekillenmesiydi. Askeri gösterilerin engellenmesi de aynı şekilde sadece bir protesto yolu değil aynı zamanda anti-faşist halk direnişinin kolektif hatırasıyla sembolik tarihsel devamlılığa sahip çıkılmasıydı.
Post-demokratik ve post-hegemonik
Tüm bunların ışığında egemenlik kavramı tam da farklı bir anlama bürünüyor. Sermaye güçleri yeni Avrupa İktisadi Yönetişimi kanalıyla ve borç krizi kisvesi altında dayatılan yeni kalıcı ekonomik denetleme mekanizmalarını kabul etmeye hazır. Bunlar sınıf güçleri arasındaki dengeyi değiştirecek kısıtlı bir iktisadi ve son kertede politik egemenlik demek olacak. Şu anki kemer sıkma ve kamu hizmetlerini ortadan kaldırma dalgası bu yüzden bir toplumun sosyal düzenlemeler olarak gerekli gördüğü şeylere sahip olma hakkını engellemek olarak algılanıyor. Kapitalist yönetişimin post-demokratik ve post-hegemonik bir formuna geçiyoruz ki “kalıcı hale gelen ekonomik acil durum” çağrısı güncel olarak politika tercihlerinin tartışılmasını engelliyor ve siyaseti basitçe piyasa taleplerine yenilen bir “oto-pilot” süreç olarak sunuyor.
Bu nedenle, halk adına egemenliği geri istemek ve radikal bir politik alternatif talep etmek ciddi bir sınıf karakteri taşır ve özünde enternasyonalisttir. Bu, borçları ödemeyi reddetmek veya Euro bölgesinden çıkmak ve kapitalist olmayan toplumsal biçimleri deneyimlemek gibi kritik adımlar atarak toplumsal formasyonlar ve sermayenin uluslararasılaşmış toplumsal şiddeti arasındaki bağlantıyı koparma çabasını temsil eder.
“Halk”, “halk egemenliği” ve “demokrasinin parlamenter olmayan formları”
Marksist ve genel olarak radikal geleneğin içinde “halk” ve “halk egemenliği” kavramlarına, bu kavramları sosyal antagonizmanın ve siyasal baskının burjuva mistifikasyonu olarak görerek, itirazlar olmuştur. Örnek olarak sınıf ayrımlarını, mücadelesini ve sömürüyü mistifiye eden, Avrupa anayasal geleneği gösterilir. Fakat bu kavramlara sahip çıkmalı ve dönüştürmeliyiz. Halk kavramı tam da sınıf antagonizmalarını ve sadece uluslararası iktidar odaklarına değil, kendi ülkendeki sermaye güçlerine de karşı olan ve her türden ırkçılığa karşı çıkan bir muhalefeti de içerecek şekilde yeniden ele alınmalıdır. Sadece yurttaşların soyut toplamı ya da ulus ile değil bir toplumsal formasyonda o veya bu biçimde, emek gücüyle yaşayanların ittifakı şeklinde tanımlanmalıdır. Bu aynı zamanda demokrasinin parlamenter olmayan formları ile deneyimi de içerir. Son günlerdeki uluslararası protestolar döngüsünde ortaya çıkan, mücadeledeki doğrudan demokrasi biçimleri ve hiyerarşik olmayan koordinasyon biçimleri sadece talepleri elde etmek için araçsal bir yöntem olarak değil aynı zamanda ortaya çıkan “ikili iktidar”ın biçimleri olarak görülmelidir. Aynı
zamanda halk egemenliği kavramı, kolektif bir self determinasyon biçimi olarak algılanmalıdır. Kapitalist tahakkümün ve sömürünün halihazırdaki biçimlerini altüst etmeye ve karşı çıkmaya (Potansiyel “halk düşmanlarına” karşı “halkın iradesini” kabul ettirmek için zorlayıcı olmak da dahil) dönük kolektif bir politik kabiliyet olarak, işbirliğine ve de dayanışmaya dayanan yeni sosyal formların ve sömürünün olmadığı üretim paradigmalarının yaratılması için harcanan kolektif bir çaba olarak düşünülmelidir. Bu günümüzün Marksist ve komünist politikası için en can alıcı konudur.
Son üç yılda Yunanistan’da bir mücadele laboratuvarı olduğundan bahsedilebilir. Burada, isyancı grupların hem olumsuz yıkıcı yüzünü gördük (özellikle 2008 Aralık’ında) hem de şu anki daha olumlu mücadele, öz örgütlenme, dayanışma deneyimlerini gördük. Bence sadece mücadele ve direniş yönlü düşünen bir sola değil aynı zamanda güç ve hegemonya yönlü düşünen, sadece talepler ve ihtiyaçlar üzerine konuşan değil bir toplumun genel olarak hangi doğrultuda gitmesi gerektiğine ilişkin karşı çıkış geliştirebilecek bir sola ihtiyaç var. Bu konjonktürdeki özellikle Yunanistan gibi neoliberal yönetişimin krizinin, Avrupa bütünleşme projesinin krizinin, kapitalist gelişme paradigmalarının krizinin ve açıkça siyasal krizin yaşandığı, potansiyel “zayıf halkalardaki” artikülasyon sermaye güçlerinin inisiyatifinin tam gibi göründüğü zamanlarda var olmayan imkanları bize sunuyor. Sınıf antagonizmalarının kaçınılmaz olumsuzluklarından alternatif bir siyasal projenin her daim kırılgan olumluluğuna geçmenin ve hegemonya, yeni “tarihsel blok imkanları”, potansiyel anti-kapitalist halk ittifakları, dönüştürücü siyasal projeler ve somut antikapitalist alternatifler arasında kurulması gerekli yeni karşılaşmalar üzerine düşünmenin tam zamanı. Bu, Yunanistan gibi toplumlar için sermaye güçlerinin bizi içine çektiği ekstrem tarihsel geriliklerden uzak ve gerçekten ilerletici ufuklar açabilir.
*Agean Üniversitesi, Mytilene, Lesvos, Sosyoloji Bölümü. Bu metin Kasım 2011’de Londra’daki Tarihsel Materyalizm Konferansı’nda sunulmuştur.
[İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]