İç karartmak ya da muhalefet örgütlerine dönük küçümseyici değerlendirmelerde bulunmak için bol malzeme bulunsa da, bunlar Türkiye’de muhalefetin etkileyici bir dinamizm içinde geliştiği, parçalı biçimlerde de olsa iktidarla karşı karşıya geldiği, yaygınlaştığı ve yenilendiği gerçeğini değiştirmemektedir. Son 10 yılda 12 bin 897 “yıkıcı muhalif”in buyur edildiği hapishanelerimiz, polisin gaz bombası yetiştiremediği sokaklarımız, vadilerimiz, işçi havzalarımız […]
İç karartmak ya da muhalefet örgütlerine dönük küçümseyici değerlendirmelerde bulunmak için bol malzeme bulunsa da, bunlar Türkiye’de muhalefetin etkileyici bir dinamizm içinde geliştiği, parçalı biçimlerde de olsa iktidarla karşı karşıya geldiği, yaygınlaştığı ve yenilendiği gerçeğini değiştirmemektedir. Son 10 yılda 12 bin 897 “yıkıcı muhalif”in buyur edildiği hapishanelerimiz, polisin gaz bombası yetiştiremediği sokaklarımız, vadilerimiz, işçi havzalarımız şahittir
NTV’de kalmayı başaran sunuculardan Oğuz Haksever’in 11 Kasım akşamı yayımlanan programının konusu ‘Avrupa’da ekonomik kriz ve kitle hareketleri’, konuğu da Koray Çalışkan’dı. Çalışkan, “İşgal Et” hareketlerinden övgüyle söz ediyordu ki Haksever imalı imalı sordu: “Peki bizde durum ne?” Çalışkan, Haksever’in pasını alıp suratımıza yapıştırdı: “Herkes hak ettiğini yaşıyor.” Bu, ayıp oldu. Sonra devam etti: “Bizde yaprak kımıldamıyor.” Bunun ne olduğuna karar vermek için memleketteki yaprakların durumuna kısaca bir bakalım.
Muhalefetin sendikal ve siyasal öznelerine bakınca…
Koray Çalışkan gibi düşünenler, toplumsal muhalefetin mevcut inisiyatif merkezlerine bakarak bu yargıya varabilirler. Örneğin, uzun süre ilerici toplumsal muhalefetin en kapsayıcı zeminlerinin oluşmasında etkin rol oynayan DİSK, KESK, TMMOB, TTB dörtlüsüne bakınca artık manzara pek de iç açıcı değildir. Bir zamanlar toplumsal hareketteki inisiyatif boşluğu karşısında toparlayıcı bir rol oynayan “dörtlü”nün inisiyatifinin artık engelleyici ve etkisizleştirici olabildiği görülmektedir. Yakın geçmişte kendi örgütlenme alanı dışındakileri de bir biçimde seferber edebilen bu örgütler şimdi mevcut potansiyellerini ortaya koymada dahi başarısız olmaktadır. DİSK yönetimi yalnızca işçi sınıfının büyük çoğunluğundan değil Birleşik Metal-İş ve Dev Sağlık-İş gibi kendine bağlı dinamik ve gelişme yolundaki sendikalardan da mesafeli durmaktadır. KESK, kamu emekçileri alanında son dönemin en dikkate değer gelişmesi olan güvencesiz öğretmenlerin mücadelesi ile ilişki kurmakta zorlanmakta, ayak sürçmektedir. 300 bine yakın sağlık emekçisinin iş bıraktığı Nisan 2011 grevine rağmen TTB, “meslek örgütü” olduğu gerekçesiyle 1 Mayıs gibi bir gündemde geriye itilebilmiş, geride kalabilmiştir. TMMOB yönetimi, mühendisler hızla proleterleşirken marifetmiş gibi “bir meslek örgütü olduğunu ve sınıf örgütü olmadığını” ispatlamakla meşguldür.
Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen ise hükümetin doğrudan yönlendirmesi altında hareket ederek, sınıf hareketinin kritik gündemlerinde mücadele örgütlemekten kaçındığı gibi var olan mücadeleleri de dahil olarak etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Türk-İş’e bağlı mücadeleci sendikalar bile kendi merkezleri ile yolları ayırırken, DİSK ve KESK bu hükümet güdümlü sendikal merkezlerin ortaklaşma oyunundan medet umabilmektedir.
Sol muhalefet açısından da karamsar yorumlar için malzeme boldur. Dışardan yorumlarda hem olumlu hem de olumsuz anlamda abartılı değerlendirmelere konu olan AKP karşıtı soldaki (ÖDP, TKP, EMEP, Halkevleri) dönemsel bir araya gelişler, süreklilik iddiası taşımamış, referandum gibi belli gündemlerle sınırlı tutulmuştur. Bu tavrın yerinde olduğu da görülmüştür. Çünkü bu bir araya gelişler, daha çok dışarıdan beslenen süreklilik beklentilerini anlamlı kılacak şekilde çoğaltıcı ve toplumsal muhalefetin yeni/örgütsüz dinamikleri açısından toparlayıcı pratikler olmamıştır.
Diğer bir inisiyatif odağı ise yolun henüz başında olan Halkların Demokratik Kongresi’dir. Sürükleyici gücü Kürt hareketi ve birincil gündemi Kürt sorunu olmakla birlikte, ilerici toplumsal hareketlerin bir bileşeni olma iddiasındaki Kongre, ulusal ve sınıfsal çelişkiyi bir arada ve yakıcı biçimde gündeme sokan Van depremi ile önüne çıkan görevi/fırsatı değerlendirememiştir.
Muhalefete bakınca…
İç karartmak ya da muhalefet örgütlerine dönük küçümseyici değerlendirmelerde bulunmak için bol malzeme bulunsa da, bunlar Türkiye’de muhalefetin etkileyici bir dinamizm içinde geliştiği, parçalı biçimlerde de olsa iktidarla karşı karşıya geldiği, yaygınlaştığı ve yenilendiği gerçeğini değiştirmemektedir.
Cumhuriyet’ten Esra Açıkgöz’ün 9 Kasım’da yayımlanmaya başlayan yazı dizisinde çarpıcı tespitlere yer veriliyor: “Türkiye’de şu anda 66 gazeteci ve en az 500 öğrenci cezaevinde. (…) ne gariptir ki, ‘bağımsız’ mahkemeler hep muhalifleri yargılıyor. İşte, AP’nin 66 ülkedeki araştırmasını bu gözle okumak gerekiyor. Araştırmaya göre, 11 Eylül 2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi tutuklanmış, 35 bin 117 kişi de ‘terörist’ hükmü giymiş. Sıkı durun; bunların 12 bin 897’si Türkiye’de! Yani listenin birincisiyiz, bizi 7 bin kişiyle [nüfusu Türkiye’nin 20 katı olan; y.n] Çin izliyor.” Dünyada son on yılda “terörist” diye içeri tıkılan, bir başka deyişle siyasi iktidar açısından yıkıcı derecede muhalif sayılanlar en fazla Türkiye’de varmış. Yaprak kımıldamayan bir memleket için biraz tuhaf değil mi? Yoksa Koray Çalışkan’ın dediği gibi herkes hak ettiğini mi yaşıyor?
Birileri çıkıp diyebilir ki, “işte bu baskılar nedeniyle toplum sindi ve yaprak kımıldamıyor.” O da yanlış. “Yaprak kımıldamayan” memleketimizde, toplumsal muhalefet eylemlerini bastırmak için kullanılan gaz bombalarına 2011’de o kadar çok başvuruldu ki, 12 aylık stoklar daha 5 ayda tükendi. Bu olağanüstü durum karşısında acilen harekete geçen Başbakanlık, 170 bin gaz bombası, gaz solüsyonu ve tüfek mühimmatı alınması için örtülü ödenekten yaklaşık 2,3 milyon lira aktardı.
Her yeri teröristler, eşkıyalar basmış
Yine birileri çıkıp diyebilir ki, hatta diyor ki, “bir militan toplumsal muhalefet vardır ancak o da sınıf mücadelesi eksenli değil Kürt sorunu eksenlidir.” İki kere yanlış. Yanlış, çünkü Kürt hareketinin ulusal karakteri, onu, esas kitle temelini ifade eden Kürt yoksullarının sınıfsal tepkilerinden mutlak olarak soyutlamaz; bu sınıfsal tepkilere başka bir görünüm kazandırır. Van’da “Vali istifa” diye slogan atarken gaz bombardımanına tutulan Kürt depremzedelerin durumu öğreticidir. Tayyip Erdoğan “bunlar depremzede değil provokatör” diyerek, sıkıştığı yerde kitlelerin Kürt/PKK alerjisine seslenip gerçekleri örtbas etmeye çalışmıştır. Ama Erdoğan ne derse dersin, onlar Kürt oldukları için depremin yıkımını katmerli yaşayan yoksullardır ve tepkileri de ne yalnızca Kürdün ne de yalnızca yoksulun tepkisi, ama yoksul Kürdün tepkisidir.
İkinci yanlış da, yoksulların militan hareketinin Kürtlerle sınırlı olduğu iddiasıdır. Küresel krizin bir sonucu olarak kent ve doğa yağmasına yönelen sermaye, karşısında kır ve kent yoksullarının militan direnişini bulmakta ve iktidar, “eşkıya”nın yalnızca Kürt illerinde/dağlarında olmadığını, örneğin Hopa’ya da indiğini anlamaktadır. Artvin Hopa, Sinop Gerze, Trabzon Solaklı, Erzurum Tortum… liste uzamaktadır. Yollara barikatlar kurulmakta, taşlar ve gaz bombaları havada uçuşmakta, iş araçları yakılmaktadır. Jandarma/polis şiddeti ve “terörist” suçlaması, devletin halkla her karşı karşıya gelişinde temel ilişki kurma biçimine dönüşmektedir. HES karşıtı mücadeleler gibi, kentsel yağma projelerine karşı direnişte de benzer durum söz konusudur. Örneğin, Dikmen Vadisi’ndeki direnişi kırmaya yönelik olarak Melih Gökçek tarafından hazırlanan ancak Vadi halkı tarafından öğrenilip ifşa edilen planın bir
savaş planından geri kalır yanı yoktur (bkz). Polis ve jandarma yalnızca HES inşaatları ve gecekondu yıkımlarında değil, hükümet üyelerinin üniversite ziyaretlerinde, afet bölgesi ziyaretlerinde, seçim mitinglerinde, işçi eylemlerinde devletin/hükümetin halka dönük yüzü olarak iş görmektedir.
Şayet hapishaneler, medya sansürü ve polis/jandarma şiddeti ile örülü duvarın iktidar safında geziniyorsanız, kımıldayan yaprakları görmemeniz doğaldır. Medya göstermez, hapishane kapatır, polis kalkanı perdeler, gaz bombası dumanıyla örter… Gerekçe bol. Ama Erdoğan bile, “Hopa’ya eşkıyaların indiğini bilmiyordu”, öğrendi. Bilmemek değil öğrenmemek ayıp. Hele de “sol” ve “toplumsal muhalefet” kontenjanından medyada konuşturulan bir aydın söz konusuysa…
Sınıf hareketinde yükselen dinamizm
Yerini hapiste ya da kapının önünde değil egemen medyada bulan başka aydınlar da aynı hipermetropiden mustarip: “Dışarısı cıvıl cıvıl, Türkiye’de yaprak kımıldamıyor.” Ancak bu algının yalnızca siyasal iktidarın şiddetlenen baskılarından kaynaklandığını söylemek bizi meselenin özünden uzaklaştırır. Toplumsal muhalefetin geleneksel inisiyatif merkezleri, iktidarı bu ölçüde baskıcı bir karaktere bürünmeye zorlayan toplumsal hareketliliği kavrayamamakta, örgütsel ve siyasal anlamda ilerletememektedir. Toplumsal muhalefetin geleneksel kalıpları üzerinde yükselen mevcut inisiyatif merkezleri, yeni toplumsal muhalefet dinamiklerini, kendi içlerinden gelişirken dahi temsil edememektedir.
Toplu sözleşme ve grev istatistiklerine, devrimcisi dâhil işçi konfederasyonlarının faaliyet raporlarına ve mücadele programlarına bakarsak gerçekten de memlekette sınıf hareketi adına pek az yaprak kımıldadığını söyleyebiliriz. Oysa sınıf hareketinde yabana atılmayacak bir hareketlilik yaşanmakta ancak bu ağırlıkla geleneksel mücadele kalıplarının ve geleneksel inisiyatif merkezlerinin kapsama alanı dışında, hatta onlara rağmen, güvencesizliğe karşı mücadele ekseninde yaşanmaktadır. Emekçi direniş ve eylemlerinin ağırlığı giderek toplu sözleşme düzeneklerinde yer bulamayan kesimlere; taşeron işçilere, işsizlere ve proleterleşen meslek sahiplerine kaymakta; türlü engellemelerle işlemez hale getirilen toplu sözleşme ve grev düzeneğinin yerini fiili direnişler almaktadır.
2011 yılının ilk 10 ayı içinde gerçekleşen 40 civarındaki işçi direnişinin çoğunluğu güvencesizliğin çeşitli görünümlerine karşı fiili direnişler biçiminde yaşanmıştır (bkz Grev Gözcüsü). Sağlık ve enerji başta olmak üzere kamu hizmetlerindeki taşeronlaştırmaya, organize sanayi bölgelerindeki kuralsız çalıştırma biçimlerine, işten atmalara ve sendikasızlaştırmaya karşı direnişler kimi zaman birkaç kişinin eylemi olarak açığa çıksa da bütün işyerini ve hatta yerleşim birimini direniş sürecinin bir parçası haline getirebilmekte, bu başarıldığı ölçüde de kazanımla sonuçlanmıştır. Aynı dönemde DİSK Birleşik Metal İş’in 15 bin işçiyle çıktığı kısa süreli grevin dışında kayda değer kitlesellikte bir “işçi” grevi yoktur; tabii, 19-20 Nisan’da yaklaşık 300 bin sağlık emekçisinin gerçekleştirdiği iş bırakma eylemini saymazsak. Ankara’da 30-40 bin kişinin katıldığı bir miting ve yakın tarihlerdeki kitlesel asistan grevleriyle desteklenen bu süreçte resmi anlamda “meslek odası” olan Türk Tabipler Birliği’nin rolü aslidir. Kamuda ise KESK Eğitim-Sen dahil herhangi bir kamu sendikasının inisiyatifi dışında gelişen, atama bekleyen öğretmenlerin hareketleri öne çıkmaktadır.
Bunlar sınıf hareketinde yalnızca emeğin güvencesizleştirilmesine karşı gelişen “yaprak kıpırtıları”dır. Yazının önceki bölümlerinde sözü edilen, sermayenin doğa talanına ve kent yağmasına karşı gelişen hak mücadeleleri de “sendikalar” tarafından örgütlenmese de proleterleşen bir çelişki alanından yükselmekte, sınıf hareketinin bir parçası olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Ancak 1 Mayıs 2011 deneyimi göstermiştir ki, sınıf hareketinin yeni açığa çıkan ve yenilenen dinamikleri eskiden kalma inisiyatifi kırıp kendi inisiyatifini ortaya koymadıkça, sınıf hareketi ile onu temsil etme iddiasındakiler arasındaki çelişki büyüyerek sürecektir. Mevcut inisiyatif merkezleri, sınıf mücadelesindeki yenilenme ve tıkanma noktaları dikkate alınarak gözden geçirilmeye muhtaçtır.
Türkiye toplumunun tepkisiz, hareketsiz, muhalefetten uzak olduğu iddiası apaçık bir safsatadan ibarettir. İyimser yorumla, muhalefeti ararken yanlış yere bakmaktan kaynaklanan bir yanılgıdır. Bunu, halka yönelik politik baskılarda dünya rekortmeni olmamıza; milletvekili, belediye başkanı, öğrenci, gazeteci, köylü vb muhaliflerle dolup taşan hapishanelere; polisin sokak hareketlerine gaz bombası yetiştirememesine; Kürt hareketine; doğanın ve kentlerin talanına karşı eylemlere; güvencesizliğe karşı ve hak mücadeleleri çizgisinde gelişen yeni sınıf mücadelesi dinamiklerine bakarak görebiliriz. Bunu politik olarak görünür kılmak ise ancak bu yeni dinamiklerle pratik/programatik bağlara sahip olanların kendilerini bu özelliklerini öne çıkaracak biçimde bir inisiyatif merkezi olarak ortaya koyması, mevcut inisiyatif merkezlerini de geleneksel pozisyonlarını ve mücadele kalıplarını terk etmeye zorlaması ile mümkündür.