Van depremi de AKP’nin halka zararlı olduğunu bir kez daha ve bir kez daha gösterirken, toplumsal muhalefetin ve özel olarak BDP’nin bundan ders çıkararak AKP’ye ve neoliberal kapitalizme karşı mücadele çizgisini daha da güçlendirmesi gerekiyor 1983 Erzurum: 1155 ölü; 1992 Erzincan: 653 ölü; 1995 Dinar: 94 ölü; 1998 Ceyhan: 146 ölü; 1999 İzmit: 17 bin […]
Van depremi de AKP’nin halka zararlı olduğunu bir kez daha ve bir kez daha gösterirken, toplumsal muhalefetin ve özel olarak BDP’nin bundan ders çıkararak AKP’ye ve neoliberal kapitalizme karşı mücadele çizgisini daha da güçlendirmesi gerekiyor
1983 Erzurum: 1155 ölü; 1992 Erzincan: 653 ölü; 1995 Dinar: 94 ölü; 1998 Ceyhan: 146 ölü; 1999 İzmit: 17 bin 480 ölü; 1999 Düzce 845 ölü; 2003 Bingöl: 184 ölü ve 2011 Van: 31 Ekim itibariyle 601 ölü…
Bunlar sadece son 30 yılın görece büyük depremleri. 1900-2009 yılları arasında Türkiye’de 223 büyük deprem meydana gelmiş (Van hariç) ve bu depremlerde resmi verilere göre 86 bin insan hayatını kaybetmiş, 549 bin yıkık veya ağır hasarlı konut tespit edilmiş. (Dikkat etmek gerek, resmi verilere göre!)
Türkiye nüfusunun yüzde 98’i deprem tehdidi altında yaşamakta. Tuz Gölü civarında yaşamıyorsanız herhangi bir depremde ölme ihtimaliniz çok yüksek. Ancak en son 27 Temmuz 2011’de Konya’nın Ilgın ilçesinde 5.0 büyüklüğünde orta şiddette bir deprem meydana geldiği için oraya bile çok güvenmemek gerek!
Tüm bu depremler içinde bir tanesi var ki -o da İzmit depremi- yarattığı toplumsal, ekonomik, psikolojik etkileri bakımından diğerlerinden ayrılır. Kuşkusuz bunun nedenleri olarak; depremin büyüklüğü (Mw=7.4), yarattığı can kaybı (resmi verilere göre 17 bin, resmi olmayanlara göre 30 binden fazla), neden olduğu ekonomik hasar (8,5 milyar dolar) ve İstanbul’u tehdit etmesi sayılabilir.
Ancak tüm bunlara rağmen İzmit depreminin siyasal etkisinin diğer depremlerden ayrıştığını söylemek mümkün değil. İstanbul örneğine bakalım:
27 Mart 1994, Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi ve bu görevini 6 Kasım 1998 yılına kadar (ki bir şiir okuma davası nedeniyle cezası onandığı için görevi bırakmak zorunda kaldı), yaklaşık 4 yıl 8 ay boyunca kesintisiz sürdürdü.
12 Kasım 1998’de Başkanlık Koltuğuna, aynı partinin temsilcisi olan Ali Müfit Gürtuna oturdu ve yaklaşık 9 ay sonra 17 Ağustos 1999 (İzmit) depremi oldu. Deprem İzmit merkezliydi ama bu siyasi partinin 5 seneyi aşkın bir süredir yönettiği İstanbul’da, özellikle de Avcılar’da, büyük hasar ve can kayıpları oldu. 14 Ağustos 2001’de yani depremden yaklaşık 2 yıl sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP kuruldu ve kısa bir süre sonra Ali Müfit Gürtuna da bu partiye geçerek 1 Nisan 2004 gününe kadar görevinde kaldı ve aynı tarihten itibaren koltuğunu yine aynı siyasi partinin adayı olan Kadir Topbaş’a bıraktı. Bu siyasi kadrolar İstanbul’u 17,5 senedir yönetmektedir.
17,5 yıl geçmesine rağmen İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş (26 Ekim 2011’de) , deprem konusunda yapılan çalışmaların yeterli olmadığını söylüyor ve ekliyor; “Kral çıplak kardeşim; kimse kusura bakmasın.”
Ama Allah için haklarını yemeyelim. Ceset torbalarının hazırlanması, ölülerin kokmaması için buz pistleri ve muhtelif soğuk hava depoları gibi yerlerin önceden tespit edilmesi, toplu mezar yerlerinin belirlenmesi… gibi sorunları halletmişler.
TMMOB, Van depreminden sonra hazırladığı raporda, 1999 depremlerinin üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen toplumsal yaşamda farklılık yaratılmadığını ve mevzuatta köklü, kalıcı değişiklikler gerçekleştirilmediğini; ülkemizde konutların yüzde 40’ının kaçak ya da ruhsatsız olduğunu, bina stokunun yüzde 10’unun yenilenmesi, yüzde 30’unun onarılması gerektiğini ifade ediyor ve ekliyor: en son 648 sayılı KHK ile getirilen, onlarca yasal düzenlemeyle ülke geneline yayılan, adeta geçerli sistem haline getirilen kaçak yapılaşmayı özendiren “af”ta ısrar etmenin bir sonucudur. Üstüne üstlük, söz konusu Kararname ile Yapı Denetim Kanunu’nda yapılan değişiklikle ülkemizdeki tüm köylerin yanı sıra, belediyelerin yaklaşık olarak % 70’ini oluşturan, nüfusu 5 bin kişinin altındaki belediyelerin sınırları içinde ve mücavir alanlarındaki yapılaşmalar da yapı denetim sistemi dışına çıkarılmıştır. Kırsal alanda, köylerde plansız ruhsatsız, mühendislik hizmeti almamış yapılaşmanın kapısı ardına kadar açılmıştır.
Tüm bunlar göstermektedir ki AKP iktidarı halka zararlıdır, halka düşmandır. Ve bu durumunu Van-Erciş depremi sonrasında bir kez daha kanıtlamıştır.
Depremden etkilenen yerlere anında müdahale edilememiştir. Arama-kurtarma ekipleri ancak kendi olanaklarıyla deprem bölgesine ulaşabilmiştir. Kaldı ki, İzmit depreminin ardından ülkenin değişik yerlerinde ortaya çıkan bu ekiplerin örgütlenmesinde devletin merkezi etkisi ve çalışması yoktur. Somali’de AKP operasyonunun bir parçası olarak kullanılan Kızılay, kendi ülkesinde yetersiz kalmıştır. Merkezi planlama ve organizasyon konusunda devletin hiçbir hazırlığı olmadığı bir kez daha kanıtlanmıştır. Yardımlar organize bir şekilde toplanmamış, dağıtılmamış, çarçur edilmiştir.
Başarısızlığın kabul edilmesi sanki marifetmiş gibi Tayyip kalkmış, “ilk 24 saat bir başarısızlık olduk bunu kabul ediyoruz” diyebilmektedir. (Bu ülkede herhangi biri Tayyip’in hata yaptığını söylediğini duydu mu?) Bu başarısızlığın bedelini kim ödemiştir? Halk. AKP iktidarı ve onun uzantıları bu başarısızlık karşısında ne bedel ödediler?
Sel ve deprem gibi doğal felaketler sonrasında yaşanan olayların gösterdiği gibi, devletin çeşitli kademelerine ve belediyelere yerleşmiş olan AKP kadrolarının beceriksizliği ve başarısızlığı çok büyük. Bunun temelinde işin geretirdiği niteliğe, bilgi ve deneyime sahip olmayan kadroların sırf cemaat önceliklerine bağlı olarak atanması yatmaktadır. Ancak olumsuzlukları sadece AKP kadrolarının beceriksizliğine ve başarısızlığına bağlamak, sorunu fazla hafife almak olur. Temel sorun, felaketler karşısından İslamcı-liberal kamusal projenin krizidir. AKP’nin sosyal güvenliği ve felaketlere yönelik merkezi devlet müdahalesini piyasalara ve cemaatlere devretme politikalarının geldiği nokta kaçınılmaz olarak budur.
Ancak Tayyip’li AKP’nin halka verdiği zarar bununla sınırlı kalmadı, kalmayacak. Daha ilk açıklamalarından anlaşıldı ki ekonomik krizi fırsata çevirdikleri gibi depremi de kendileri ve tekelci sermaye için fırsata çevirmeye çalışacaklar. Çok değil depremden dört gün sonra müjdeyi (!) veriyor Tayyip; “seçmenlerin oyunu ve iktidarını kaybetme pahasına da olsa kaçak ve çürük binalar yıkılacak.” Dikkat edilirse sadece çürük binalar değil, aynı zamanda kaçak binalar da. Pekiyi sormazlar mı, “sen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinde oturduğun bina kaçak değil miydi?”, “şu anki kaçak binaları, senin yaptığın gibi yasal kılıf uyduramadıkları için mi yıkacaksın?”
Tayyip’in bu açıklamasından en çok kimler sevinmiştir acaba? Zaten geçinemeyen, barınabilmek için zar zor iki göz oda bulabilmiş yoksul halk değil elbette. Belki de şöyle düşünmüşlerdir; “ne güzel, Tayyip evimizi başımıza yıkacak ve bu rezil dünyada yaşamaya daha kötü koşullarda devam edeceğiz.” (Bu zihniyeti hatırlamamak mümkün mü, devrimci tutsakları kurtarmak (!) için Hayata Dönüş operasyonu yapmış ve 36 mahkumu öldürmüşlerdi). Tayyip’in açıklamasına gerçekten sevinenler ise piyasası büyük oranda doymuş olan inşaat sektörüyle, nasıl daha fazla emek vermeden para kazanırım diyen rantiye. Afeti nasıl fırsata çevirmeye çalıştıklarını görmek için televizyonlarda ve gazetelerdeki, müteahhit şirketlerinin “ev satış” reklamlarının artışına bakmak yeter. Bu ülkede pişkinliğin ve arsızlığın sınırı yok. “İstanbul’un yarısını deniz kumuyla yap
tım” diyen müteahhit Ali Ağaoğlu, İstanbul’daki binaların %50’sini yeniden yapmak gerektiğini açıklıyor ve utanmadan buna da talip olduğunu övünerek söylüyor.
AKP’nin halka karşı saldırı planının yasallaşacak ismini ise yine Tayyip açıkladı; Dönüşüm Yasası. Yeni çıkaracakları bu yasayla kaçak yapıları yıkacaklar, hiç kimseye sormadan kamulaştırma yapabilecekler, vs.
Aslında küresel kriz ortamında umudunu Körfez (Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Amman) sermayesine bağlayan ve bu sermayeyi çekebilmek için “mega inşaat projelerini” teşvik eden AKP iktidarı, aradığı fırsatı depremle bulduğuna inanıyor. Bir önceki (2008-2009) krizin emekçiyi değilse de AKP’yi ve sermayeyi teğet geçmesini sağlayan şey kaynağı belirsiz 18 milyar dolarlık bir para girişiydi. Bu “kaynağı belirsiz” yani “kara” paranın önemli bir bölümü “Körfez sermayesi” denen Arap kara parasıydı. Erdoğan, yeniden patlak veren krizin teğet bile geçmeyeceğini söyledi. Daha sonra, eski başdanışmanı Cüneyt Zapsu umudun “Körfez sermayesi”nde olduğunu açıkladı. Ekim ayında ise Arap dünyasının İsviçre’si olarak bilinen Lübnan’ın dördüncü büyük bankası Türkiye’ye geldi. O Lübnan bankaları ki, Türkiye’den çok önce Körfez ülkelerinin keşfettiği “mega inşaat projeleri”nden ayrı düşünülemiyor. Anlaşılan AKP, uzun ve sancılı ekonomik kriz döneminde kent yağmasına daha bir hırsla sarılacak. Doğal olarak barınma hakkı mücadelesi de toplumsal muhalefet gündemleri içinde önemini artıracak.
Bundan böyle yeni gözdeleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve onu güzide Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın adını çok fazla duyacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın. Çünkü yeni yasa ile birlikte tüm inşaatların imar ve denetim görevlerini de bu bakanlığa bağlıyorlar.
Bu süreçte yapılan açıklamaların satır aralarında AKP iktidarının icraatlarının arkasındaki gerekçeleri öğrenme fırsatı da yakalandı. Meğer AKP iktidarı özelleştirmelerden elde ettiği tüm geliri, yani halkın vergileriyle yaratılmış kamusal varlıkları satarak elde ettiği tüm geliri IMF’ye ödemişmiş. Bununla da yetinmemiş, “deprem vergisi” adı altında topladığı ve depreme hazırlık yapmak üzere harcanması gerekçesi uydurulan 40 milyar lira da devletin çeşitli harcamalarına gitmişmiş. Ne kadar becerikli bir hükümet değil mi? Vergiyi tabana yay, refahı ise tavana…
Van depremi de AKP’nin halka zararlı olduğunu bir kez daha ve bir kez daha gösterirken, toplumsal muhalefetin ve özel olarak BDP’nin bundan ders çıkararak AKP’ye ve neoliberal kapitalizme karşı mücadele çizgisini daha da güçlendirmesi gerekiyor. Deprem sonrası gelişmeler de bir kez daha göstermektedir ki, toplumsal muhalefetin bu tür felaketler karşısındaki yardımlaşma ve dayanışma duyarlılık ve refleksleri son derece gelişmiştir. Bununla birlikte sorun yalnızca duyarlılık ve dayanışma refleksiyle çözülebilecek türden bir sorun değildir. Toplumsal muhalefetin, sosyal güvenliği, kamunun demokratik yeniden inşasını ve bu yönde militan kitle seferberliğini temel alan politikalara gereksinimi var. Ancak o zaman, felakatler sonrası ortaya açıkan kaotik ortamlarda, halka alternatif yollar açılabilir ve iktidarı köşeye sıkıştıracak inisiyatifler alınabilir. Güvencesizliğe karşı toplumsal muhalefet çizgisi, doğal felaketlere ve İslamcı-liberal politikaların yol açtığı yapısal felaketlere karşı her zaman hazırlıklı olmayı gerektiriyor.