Cezaevlerinin yıllardır dile getirdiğimiz sorunlarından hiçbiri çözülmüş değil. Devletin kindar yaklaşımı üstüne bir taş konulabilmiş değil Devlet deyince aklıma, Diyarbakır’da “Ben devletim” diye Bingöl milletvekilinin karşısına dikilen polis memuru geliyor. Ne olursan ol; ister seni yüz binler oylarıyla temsilci seçmiş olsun, ister kitapları birçok dile çevrilmiş bir dünya yazarı ol, karşında o elinin tersiyle milletvekilini […]
Cezaevlerinin yıllardır dile getirdiğimiz sorunlarından hiçbiri çözülmüş değil. Devletin kindar yaklaşımı üstüne bir taş konulabilmiş değil
Devlet deyince aklıma, Diyarbakır’da “Ben devletim” diye Bingöl milletvekilinin karşısına dikilen polis memuru geliyor.
Ne olursan ol; ister seni yüz binler oylarıyla temsilci seçmiş olsun, ister kitapları birçok dile çevrilmiş bir dünya yazarı ol, karşında o elinin tersiyle milletvekilini iteleyip horozlanan polis memurunu bulacaksın.
Neoliberalizmin cilalı ‘demokrasi’ ülküsünün sınırbekçisi işte o polis memuru. Sen de ezeli ebedi kalebentsin.
Bir gazete yazarı olarak o horozlanan polisin çeşitli suretleriyle mesaim oldu. Kâh bir müsteşar, kâh bir bakan, kâh bir polis komiseri, yücegönüllü uyarılarıyla bana hakikatin yolunu gösterdi.
Polis zulmüne uğrayanların şikayetini mi dile getirdim; çat baş komiserden bir telefon.”Yıldırım Bey, önce bize bir sorsaydınız, gelin buyrun bir çayımı için:” ve benzeri uygar cilveleşmeler. Şikayetçi olanların hepsi yalancı. Gördüğün yaraları kendilerini açtılar. Bunların abileri-ablaları da zaten bir metrekarelik hücrelerde kendilerini asmayı beceren tuhaf yaratıklardı. Kaldı ki biz araştırmamızı yapar, bir yanlış olmuşsa hemen gereğini yaparız.
Arayan bakansa, mutlaka bir tanışıp yüz yüze gelmek gerek. Size lütfedip birbir kendi ağzıyla anlatacak. Siz koskoca bakana mı yoksa şaibeli eşhasa mı inanacaksınız?
“Sizinle görüşmek istemiyorum. Gazeteciliğe hevesim yok. Ben sizin yaptıklarınızı uzaktan takip etmeyi tercih ediyorum” dediğinizde şaşkınlıkla yüklü bir asabiyet. Seste bir “sen benim kim olduğumu biliyor musun” tınısı.
Hapisaneciler
Tutuklu ve hükümlülerin yaşadıklarını, cezaevlerinin durumunu aktardığım zaman mutlaka konuyla ilgili bir bürokrattan mektup alırım. Adalet Bakanlığı’ndan.
Demokratik ve bilumum açılım programında ustalık mertebesine geldiğini savlayan hükümetimiz, ilk dönemindekinden farklı bir dil benimsiyor artık. Bu dilin farkını birlikte görüp, farkın ciddiyetini tartalım.
2004 yılında F tipi cezaevleri hakkında yazdığım yazılardan birine ‘Kenan İpek, Hâkim. Bakan a. Genel Müdür.’ imzalı mektuptan bir bölüm okuyalım:
“F tipi cezaevlerine ilişkin yazılarınıza defalarca cevap verilmiştir. Bu cezaevlerinin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Standartlarına uygun olduğu, iddia edildiği gibi hücrelerin bulunmadığı ve tecrit uygulanmadığı kamuoyuna ve gazetenize defalarca açıklanmıştır. Buna rağmen ısrarla aynı iddiaların dile getirilmesinin nedeni anlaşılamamaktadır.”
Terör örgütleri ve yandaşları bu cezaevlerine, geçmişte olduğu gibi şiddete dayalı örgütsel yapılarını sürdüremedikleri için karşı çıkmaktadır. Hâl böyle iken iyi niyetinden şüphe etmediğimiz bazı basın mensuplarının terör örgütlerinin tezlerini gündemde tutma çabalarına alet olmalarını kavramakta güçlük çekiyoruz.
19 Aralık 2000 tarihinde cezaevlerinde yapılan ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ yargıya intikal etmiş ve henüz açılan davalar sonuçlanmamış olduğundan bu konuda görüş beyan edilmesinin doğru olmadığı kanısındayız.”
Çiçek beyefendinin adına yazan Hâkimin bize, yani kamuoyuna ve gazetemize defalarca ‘açıklanmış’ olduğunu belirtirken asabiyetten titreyen sesini duyar gibi olmuyor musunuz?
Ben de kendisine, “Aman, öfkenize hâkim olun.” Benim bu kalın kafamla anlamakta zorlandığım, anlamayacağım, haydi bir adım ileri gideyim, anlamayı reddettiğim şeyi arz etmek isterim. Ben, içinde yaşadığım toplumun demokratik, açık bir toplum olması gerektiğine inandığım, üstüne üstlük inançlı bir devlet memuru olmadığım için bakanlık açıklamalarıyla yetinmiyorum. Yetinmeyeceğim. Gerçekliğin ille sizin kaleminiz, sizin mikrofonunuza kilitli olduğunu bana kabul ettiremezsiniz. Bu, çocuklarının şımarıklığından usanmış baba diliyle, gerek kamuoyuna gerek gazetemize yaptığınız malumat mı talimat mı olduğu belirsiz ‘açıklamalar’ beni tatmin etmiyor. F tipi mahkumlarından sizin açıklamalarınızın kaç katı mektup aldığımı, kaç mahkûm ailesi ile görüştüğümü, o mektupların ve anaların içtenliğini iyi kötü değerlendirebilecek idrake sahip olduğumu hatırlatmama bilmem gerek var mı?
Şurada yıllardır yazdığım köşe ve okurlarıyla aramdaki özel ilişki adına sizin iddialarınızla uyuşmayan yazılarımı sürdürme hakkına sahip olduğuma inanıyorum. Ya siz? Ses tonunuzdan tahammülünüzün sonuna geldiğiniz hissine kapılıyorum.” yazmıştım.
Aba altından gösterilen sopaya cevabım da şuydu: “İyi niyetimden şüphe etmiyorsunuz ama alet olduğumdan eminsiniz. Ben ve benim gibi kalın kafalı dertlilerin misyonu, alet olmaktır. Ama şu ya da bu örgütün tezlerini gündemde tutma çabalarına değil. Nerede bir zulüm, haksızlık varsa orada mağdurların sesini duyurma çabasına alet olmak. Nerede örtbas edilen, iktidarın ceberut diline tercüme edilen bir hakikat varsa, o hakikatin çıplak haline alet olmak. Siz, basının asal görevinin ne olduğunu zannediyordunuz? Resmi Gazete’yle yetinemiyor musunuz?”
Geçen gün aldığım mektubun diliyse daha dikkatli ve usturuplu. Ama yine inkâr üstüne kurulu, hainlerden müşteki bir dil. Fakat 2004’teki gibi, köşemde basılmasını talep etmiyor. Şahsıma yazılmış. Tacettin Ural. Adalet Bakanlığı Bakan Danışmanı imzasıyla.
Hapishanede ağır bir hastalıkla boğuşan Fatma Tokmak üstüne.
Meğer Tokmak’ın tedavisi mükemmelen sürdürülüyormuş, hapishane koşullarında: “Özetlemek gerekirse Fatma Tokmak’ın rutin kontrol ve tedavileri Kardiyoloji Polikliniği’nde yapılmakta, diğer tedavileri de kurum revirinde gerçekleştirilmekte, sağlığıyla ilgili olarak yapılması gereken her türlü müdahalede bulunulmaktadır.”
İnsan olma serüveni
Pek güzel. Meğer mektup yasağı da yokmuş. Herkes istediği yere ve kuruma belirli noktalara uymak koşuluyla mektup yazabiliyormuş. Fakat bir yerde Tacettin Bey’in aklı karışmış: “Yazınıza ‘mektup yasağı’ ifadesiyle konu olan mektuba ise içeriğinde, ‘henüz yargı aşamasındaki karar ve bilgileri kullanarak kuruma ve kurum çalışanlarına karşı kamuoyu oluşturmaya yönelik ibareler bulunduğu’ gerekçesiyle izin verilmemiştir. Belli terör örgütü gruplarının zaman zaman ‘haberleşme hürriyeti’ hakkını suiistimal etme girişimlerinde bulunarak, basın mensuplarını yönlendirme gayretleri görülebilmektedir. Özetle idare açısından, mektubun gönderildiği kişi ya da kurum değil, mektubun içeriğinde suç unsuru olup olmadığı önem arzetmektedir.”
Fatma Tokmak’ın mektubu, beni farklı yollardan buldu. Dolayısıyla sansüre takılmış değil.
Ama bu mektuptan da Tokmak’ın terörist olduğuna, hakkını suiistimal ederek beni yönlendirme gayreti içinde olduğuna hükmedilmiş olduğu anlaşılıyor.
İki mektup, iki uyarı arasındaki fark işte bu kadar. İkisi de doğru olan ancak devletin sözüdür anlayışı üstüne kurulu. İkna etmeyi değil, ikaz etmeyi amaçlıyor.
Her iki mektup da bana yönlendirilmeye açık dangalak muamelesini reva görüyor. Her ikisi de benim sözlerine aracı olduğum insanları değersiz teröristler olarak tartıyor. Onlara inanma gayretimi de tuhaf karşılıyorlar. Cezaevlerinin yıllardır dile getirdiğimiz sorunlarından hiçbiri çözülmüş değil. Devletin kindar ve düşmanlık dolu yaklaşımı üstüne bir taş konulabilmiş değil. Devletin inkârcı ve inkâra davet eden tutumu ve dili aynı.
Bizim de bu beylere diyeceğimiz farklı olmayacak:
Sizin sözünüzün binlerce işkence mağdurunun, gözü yaşlı analarının, ac
ıdan kendini paralayan babalarının sözünden, onlar çulsuz, iktidarsız, makamsız diye daha muteber olduğuna inanmak zorunda mıyım? İnsanlar intihara sürüklenir, hastalıktan kırılır, onlarcası hayata dönüş adı altında öldürülürken ve bütün bunlar ısrarla yok sayılırken. Dolayısıyla siz de benim ısrarımı anlamak zorundasınız. Kaldı ki, benim için berbat koşullarda işkence altında yaşatılan insanların terörist olup olmadığı da en ufak bir önem taşımamaktadır. Nasıl Müslüman, Kürt, Türk, katil, hırsız, kadın, erkek oldukları taşımıyorsa. Onların gerçek niyetleri sizin işaret ettiğiniz yönde de olabilir. Sahtekâr, kurnaz, bölücü de olabilirler. Beni ilgilendiren, gördükleri muamelenin insanlık dışı olduğu, böyle bir muamelenin insanlık düşmanlarına dahi reva görülemeyeceğidir. Ben insan olmanın o tuhaf, anlaşılması güç, savaş mantığına gelmeyen serüveninden söz ediyorum.