Sol, kendi kavramsal cephanesini kullanmak yerine egemen sınıfların kavram oyunlarına takıldığında; egemen sınıfların fiyaskoları ezici zaferler olarak algılanmakta, ezilen sınıfların ilerici potansiyeli yok sayılmakta, sola da seyircilik ya da yorumculuktan öte bir rol biçilememektedir. Solun şikayetlere konu olan tepkisizliğinin ve hareketsizliğinin nedenlerinden biri de budur Kim ne derse desin, Ortadoğu’daki halk hareketleri emperyalist çıkarları tehdit […]
Sol, kendi kavramsal cephanesini kullanmak yerine egemen sınıfların kavram oyunlarına takıldığında; egemen sınıfların fiyaskoları ezici zaferler olarak algılanmakta, ezilen sınıfların ilerici potansiyeli yok sayılmakta, sola da seyircilik ya da yorumculuktan öte bir rol biçilememektedir. Solun şikayetlere konu olan tepkisizliğinin ve hareketsizliğinin nedenlerinden biri de budur
Kim ne derse desin, Ortadoğu’daki halk hareketleri emperyalist çıkarları tehdit eden kalkışmalardır. Ayaklanmaların hedefindeki yönetimler, ABD karşısındaki konumlarını ister karşıtlık isterse müttefiklik ilişkisi olarak tarif etsinler, ABD merkezli emperyalist sistemle neoliberal dönüşüm yoluyla bütünleşme politikasını benimsedikleri için halkları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Ne var ki, daha yolun başında olan halk hareketlerinin örgütsel ve politik kapasitesi, en ileri örneklerinde dahi, henüz siyasal iktidarın kendisini değil ancak eskimiş yüzlerini devirebilecek düzeydedir. Bu durum kaçınılmaz olduğunda ise, emperyalist çıkarları güvence altına almak adına sistem içi bir değişim süreci başlatılmakta, Mısırlı devrimcilerin sözüyle “eski sistem yeni elbiseleriyle karşımıza çıkmaktadır.” Değişmeyen yalnızca emperyalist kapitalist sistem içi egemenlik ilişkileri ve rol dağılımı değil, egemenlerin bizzat kendileridir. Birkaç istisna dışında, yüzler dahi aynı kalınca, siyaset sahnesi bir maskeli baloya terk edilmektedir.
Örneğin, NATO desteğiyle Muammer Kaddafi yönetimine karşı silahlı ayaklanmayı yürüten ‘Ulusal Geçiş Konseyi’nin başında yer alan ve “Kaddafi karşıtı” diye takdim edilen şahıs, Muammer Kaddafi’nin Adalet Bakanı Mustafa Abdul Celil’dir. NATO’nun binlerce cana mal olan Libya harekâtı “insani müdahale” olarak tanımlanmıştır. İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük müttefiki Türkiye, ekonomik ve askeri ilişkilerin en üst düzeye ulaştığı AKP iktidarı döneminde, “İsrail karşıtlığı” ile anılmaktadır.
Kavramların çelişkili kullanımı, yalnızca açıktan savunulamayan gerçekliği gizleyerek egemenlerin suçlarını örtbas etmek için değil; mevcut gelişmeleri ezilen sınıfların anlayamayacağı, herhangi bir şekilde taraf olmadığı ve müdahale edemeyeceği bir süreç olarak sunmak için başvurulan bir yöntemdir.
Sol, kendi kavramsal cephanesini kullanmak yerine egemen sınıfların kavram oyunlarına takıldığında; egemen sınıfların fiyaskoları ezici zaferler olarak algılanmakta, ezilen sınıfların ilerici potansiyeli yok sayılmakta, sola da seyircilik ya da yorumculuktan öte bir rol biçilememektedir. Solun şikayetlere konu olan tepkisizliğinin ve hareketsizliğinin nedenlerinden biri de budur.
Maskeli balonun gözdesi: Yeni Osmanlı
Bu uzun girişten sonra, Ortadoğu’daki maskeli balonun en göz alıcı aktörüne, “bölgesel güç” ya da “Yeni Osmanlıcılık” maskesiyle AKP’ye odaklanmak yerinde olacaktır. “Yeni Osmanlıcılık” kavramı, AKP ile birlikte Türkiye dış politikasında köklü bir değişim yaşandığı, Türkiye’nin yüzünü Batı’dan Ortadoğu’ya çevirdiği ve bir bölgesel güç olmaya yöneldiği varsayımlarına dayanmaktadır. Diğer yandan, bölgesel güç iddiasında olmakla birlikte “Yeni Osmanlıcılık” kavramını sahiplenen bir AKP’li yöneticiye ya da Osmanlıcılık sözcüğünden hazzeden bir Arap siyasetçiye rastlamak mümkün değildir. Kavram, Pentagon’un “gölge CIA” lakaplı akıl hocası George Friedman’ın kullanımıyla yaygınlaşmış ve alıcısını Arap dünyasından çok Batı’da, İslamcılardan çok da solda bulmuştur.
“Yeni Osmanlıcılık” kavramı emperyalizm açısından işlevseldir. AKP yönetimindeki Türkiye’yi Ortadoğu’nun emperyalist sisteme entegre edilmesinde daha etkin rol almaya teşvik eden, onore edici bir kavramdır. Ahmet Davutoğlu’nun teorileriyle flört etmekte ama daha çok efendilerin hizmetçilerini “efendi” diye anmasını çağrıştırmaktadır.
Ancak bu kavramın sol açısından ne kadar işlevsel olduğu tartışmalıdır. Kavram, AKP dış politikasına hayali başarılar ve derinlikler atfetmekte; dış politikanın birtakım gizli niyetlere ve ilişkilere dayalı, anlaşılmaz, erişilmez, baş döndürücü bir gelişmeler yığını olarak algılanmasına yol açmaktadır.
Gizlenenler, açıkta kalanlar
Oysa ne aklı başında İslamcılar ne Araplar ne de İsrailliler bu hayallere ortak olmaktadır. Maskeli baloda kıçı açıkta kalanlar hayal görmeye devam etsin; yüzlere takılan maskeler, gerçekleri örtmeye yetmemektedir.
Tayyip Erdoğan’ın, “Ortadoğu’nun yeni imparatoru” yorumlarıyla sunulan Kuzey Afrika gezisinde gerçekte ne yaşandığını, İslamcıların büyüklerinden Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç‘ın kaleminden okuyalım:
“Başbakan’ın Ortadoğu gezisi sürerken Malatya’da NATO’nun füze kalkanı sistemi yerleştirildi. Ortadoğu seferinin gölgede bıraktığı en hayati olay buydu. … Bu geziyi ‘Türkiye’nin başlayan çağı’ olarak takdim edenler üç önemli noktayı atladılar: İlki Başbakan’ın Gazze’ye gidişine Mısır izin vermedi. Demek istedi ki, ‘Türkiye tek başına bu işin patronajlığını üstlenmeye kalkışmasın’. İkincisi Başbakan’ın Tahrir Meydanı’nda konuşma yapmasına karşı çıktılar. Demek istediler ki, ‘Ortadoğu’da toplumsal değişimin kendine özgü iç dinamikleri var, Türkiye, eğer kendi rengini vurmak istiyorsa biz bu işte yokuz’. Üçüncüsü ve elbette en dramatik olanı Başbakan’ın Ortadoğu’ya ‘Laiklikten korkmayın, anayasalarınızı laiklik zemininde hazırlayın’ şeklinde tavsiyede bulunması ile bunun Müslüman Kardeşler tarafından olabilecek en sert bir biçimde tepkiyle karşılanması. İhvan adına konuşan Mahmut Gazlan, Erdoğan’ın sözlerini büyük bir düş kırıklığıyla karşıladıklarını belirtti: ‘Bu bizim içişlerimize karışmaktır. Başka ülkelerin deneyimleri klonlanamaz.”
Tayyip Erdoğan’ın İsrail karşıtı çıkışlarının Arap dünyasında nasıl algılandığını, 2009’daki Davos çıkışı sonrasında Erdoğan’ı “Halife olup Arap aleminin başına geçmeye” davet eden Lübnan gazetesi Dar el Hayat‘ta yazan Mustafa Zeyn‘in kaleminden okuyalım:
“Türkiye sahip olduğu şöhreti imparatorluk tarihiyle kazanmadı. … Türkiye şöhretini ve gücünü NATO’nun en büyük ikinci silahlı gücü olmasıyla kazandı. … Türkiye Avrupalıların ve Amerikanların Ortadoğu’daki silahlı gücüdür… Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’e karşı tutumu, Gazze savaşındaki tutumu sadece kendisini ABD ve Avrupalılardan ayrı tutarak bölgede bir rol oynama çabasından ibaret. Bu onun Avrupa ve ABD’nin çıkarlarından ayrılacağı anlamına gelmez. … [Suriye politikasını] ABD ve Avrupa’yla birlikte koordine eden Erdoğan, Suriye rejiminin devrilmeye mahkûm olduğuna inanıyor ve Esad’dan başarılı olacak bir yönetim oluşturulmasında iddia sahibi oluyor. Bunu yaparken de kendisini ‘demokratik’ İslamcı bir model olarak sunuyor ve Batıya kabul ettirmeye çalışıyor.”
Türkiye gazetelerinde İsrail’e yönelik “yaptırım” kararı, “İsrail fena korktu” manşetleriyle verilirken, İsrail gazetelerinde yazanlara da bakalım. İsrail gazetesi Haaretz yazarlarından Zvi Bar’el, “Türkiye İsrail’in düşmanı değil” başlıklı yazısında Türkiye’nin Suriye’deki Esad rejimine karşı sert tavrını, Libya’daki geçici hükümetle işbirliğini ve Mısır’daki geçiş sürecine verdiği desteği örnek gösteriyor. Bar’el’in yazısında NATO füze savunma sisteminin bir parçası olarak, erken radar uyarı sistemini konuşlandırması kararının bu bağlamda çok önemli olduğunun altı çizilerek, T
ürkiye’nin bu kararının, Batıdan Doğuya, İran’a doğru döndüğü yolundaki suçlamaların yönünü de değiştirip, ‘özelde Amerika ve genelde NATO ile ittifakına bağlı olduğunun sinyali’ olarak değerlendiriliyor.
Friedman’a mı kaldık!
İsrail’e yaptırım ve Kuzey Afrika gezisi tartışmalarının ortasında, Bulaç, Zeyn ve Bar’el’in ortak ve temel vurgusu Türkiye’nin NATO üyesi olarak yaptıklarıdır. “Yeni Osmanlıcılık” yanılsamaları, Ali Bulaç’ın dediği gibi bu gerçeği gölgelemeye yaramaktadır ancak içerde yaratılan abartılı havanın bu gerçeklerin farkında olan Ortadoğu’da sanıldığı ölçüde bir karşılığı olmadığı ortadadır.
İslamcıların özlemleri, Davutoğlu’nun teorileri, Erdoğan’ın da hatipliği var, doğru. Ama özlemler, teoriler ve hatiplik; ekonomik ve askeri bağımlılık ilişkilerinden dolayı Türkiye’de emperyalizmin içsel bir olgu olduğu gerçeği karşısında hükümsüz kalıyor. Türkiye içinde bulunduğu bölgenin ABD liderliğindeki emperyalist sistemle bütünleşmesi için ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor. Açık işgaller gündeme geldiğinde bir NATO üyesi olarak askerleriyle, açık işgal siyaseti yerini gizli işgale bıraktığında taşeron şirketleriyle emperyalizmin hedefindeki bölgelere koşuyor. Yani Esad’la kol kola ekonomik anlaşmalar izlediği dönemde de, Esad’ı tehdit ettiği bugünlerde de aynı siyaseti izliyor. İktidarı bu bağımlılık ilişkilerine yaslanan Tayyip Erdoğan da hatipliğini, doğal olarak bu ilişkileri teşhir edip hedef göstermek için değil, gürültüye getirip gözden kaçırmak için kullanıyor.
Türkiye dış politikasına, AKP iktidara gelmeden önce ve sonra, 50 yılı aşkın süredir hükmeden gerçeğe, “Yeni Osmanlıcılık” değil “yeni sömürgecilik” deniyor. “Yeni Osmanlıcılık” kavramını başımıza musallat eden George Friedman’a değil “yeni sömürgecilik” kavramını Türkiye sosyalist hareketinin teorik mirasına katan Mahir Çayan’a itibar etmekte fayda var.