“İnanın bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır, İzmir kadar Beyrut kazanmıştır, Diyarbakır kadar Batı Şeria, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar kazanmıştır” diyordu Tayyip, seçimden sonra yaptığı balkon konuşmasında. Bu kazandırma operasyonu kapsamında da Mısır, Tunus ve Libya’yı ziyarete gitti. Ve asıl olarak kimlere kazandırmak istediği de çok açık bir biçimde ortaya çıktı. İlk […]
“İnanın bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır, İzmir kadar Beyrut kazanmıştır, Diyarbakır kadar Batı Şeria, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar kazanmıştır” diyordu Tayyip, seçimden sonra yaptığı balkon konuşmasında. Bu kazandırma operasyonu kapsamında da Mısır, Tunus ve Libya’yı ziyarete gitti. Ve asıl olarak kimlere kazandırmak istediği de çok açık bir biçimde ortaya çıktı. İlk olarak, iki uçağa doldurduğu 280 kişinin içinde bulunan uluslararası tekellerle ilişkilerini geliştirmiş 100’den fazla işadamı, müteahhit ve “girişimci”. Yeni yağma ve sömürü olanaklarını bulup geliştirmek için.
İkinci olarak, bu üç ülkede yeni oluşan/oluşacak olan iktidarlarda mevki ve güç kapmaya çalışan yeni işbirlikçi çıkar zümrelerine kazandırmaya çalışmaktadır. Tayyip’in bu üç ülkede de yeni yöneticilere ve yeni yönetim mekanizmalarına gösterdiği ilgiden memnun kalmışlardır. Bilindiği gibi Mısır’da kasım ayında parlamento seçimleri yapılacak ve bu seçimlerden sonra da devlet başkanlığı seçim süreci başlayacak. Yeni devlet başkanlığının yetki ve sorumluluklarının sınırı da yeni belirlenecek parlamento tarafından çizilecek. Yani Mısır için yukarıdan aşağıya belirlenecek yeni idari mekanizma asıl olarak, bu dönem şekilleniyor. Tayyip’in Libya ziyaretinde Libyalılara teklif ettiği “yeni parlamento binanızı biz yapalım” cömertliği de önem verdiği yerin neresi olduğunu gösterir nitelikte. (Bu arada yeri gelmişken bizim “bağımsız ve özgür” basınımızda “Sarkozy’nin Tayyip’ten rol çaldığı” değerlendirmesi bolca işlendi. Oysa hatırlanacağı gibi Libya operasyonunda başrolde hep Fransa vardı. AKP hükümeti Libya konusunda geç uyandı ve operasyona sonradan, alelacele bulaştı. Hatta bu durum Kaddafi muhalifi grupların ziyaret sırasında Tayyip’i protesto etmelerine bile neden oldu. Bu açıdan bakıldığında asıl rol çalanın Tayyip, rolü kaptırmak istemeyenin de Sarkozy olduğu anlaşılabilir.)
Üçüncü olarak, AKP, ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin temsilcilerine kazandırmaya çalışmaktadır. Üstelik bunun için lafı hiç dolandırmamakta, kendisine yüklenen misyonu doğrudan ifa etmekte. Ne diyor Tayyip, Mısır’ın ve Tunus’un aday idarecilerine; “Ben laik değilim, Müslümanım ama laik bir devleti yönetiyorum.” Onların da kendisi gibi yapmalarını istiyor. Böyle bir tavsiyenin kendisine acayip anlamlar yükleyen İslamcı çevrelerin (oradakilerin ve buradakilerin) tepkisini çekeceğini bilerek yapıyor. Ama Batılı emperyalistlerin yeni dönem liberal politikalarına en uygun biçimin bu olduğuna ikna olmuş durumda. Şeriat kurallarına göre değil de Batı hukukuna uygun hareket eden bir devlet işleyişi.
Bir de bu süreçte doğrudan olmasa da dolaylı çıkar ilişkisi nedeniyle “kazanmaya” çalışanlar mevcut; Ertuğrul Özkök, İlber Ortaylı, Gülay Göktürk gibiler. Tayyip’i Nasır’a benzetip devrim kahramanı yapanlar, neo-laisizm diye yeni bir kavram icat ettirerek büyük ideolog haline getirmeye çalışan yalakalar. Bu arada Tayyip icadı gibi sunulan “devlet laik olur, insanlar laik olmaz” sözünün de Tayyip’e değil Demirel’e ait olduğunu hatırlatmak gerek. Demirel bu lafı 1987 referandumunda kendi siyasi yasağı kalksın diye halktan oy toplamak için “icat etmişti”.
Şimdi gelelim, eğer bağımsız devrimci-politik hareket olarak örgütlenmezlerse, “kaybedecek olanlara.” Mısır, Tunus ve Libya halkları, yani çıkarları egemenlerle ortak olmayan insanların oluşturduğu topluluklar, çok kısa bir zaman dilimi içinde kendi ülkelerinin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının (eskisinden daha hızlı bir biçimde) yağmalanmaya çalışıldığına tanıklık edecekler, Türkiye halklarının “tanıklık” etmekte olduğu gibi. Yine aynı hızda tüm kamusal haklarının gasp edildiğini görecekleri ve her türlü kamusal hakkı parayla satın almak zorunda kalacakları bir “yeni dönem” başlayacak. Belki bir kısmı iş bulma “şansı” yakalayacak ama kölelik koşullarında. Hiçbir sosyal güvencesi olmadan, olabilecek en asgari ücretle ve olması bile mümkün olmayan en uzun çalışma saatleriyle.
Tayyip, Kuzey Afrika ya da Ortadoğu halklarına anti-emperyalist, anti-kapitalist bir çizgi mi öneriyor? Bu halklara “bağımsız, bağlantısız bir model kurun” mu diyor? “Topraklarınızı emperyalist amaçlar için kullandırtmayın” telkini mi veriyor? Hayır, bunların hiçbiri değil elbette.
Bölge gezisini bitirdikten sonra misyonunun önemli bir kısmını başarıyla yerine getirdiğinin rahatlığı ve yeni görevler üstlenmek için ABD Başkanı’nın karşısına çıkıyor. Suriye’ye yönelik yaptırımlar ve İran’a yönelik füze kalkanı ile ilgili yeni görevlerini konuşuyor ve hizmetleri karşılığında arkasına alacağı ABD desteğini kendi yurttaşı Kürtlere karşı savaşta kullanmanın hesabını yapıyor.
Egemen sınıfların belki de en büyük ve korkunç başarısı; kendi çıkarlarını halkın tamamının çıkarı gibi sunma yeteneğidir. AKP iktidarı ise son dönemde bu yeteneğin en iyi kullananların başında gelmekte. Yalanın ve talanın iktidarı, her yalanını başka bir yalanla kapatmakta, her yağma projesini başka bir yağma projesi ile geçiştirmektedir.
Tayyip, seçimlerden önce halkı kandırmak, oy çalmak için “teröristlerle masaya oturmak, hainliktir”, “PKK ile görüştüğümüzü söyleyenler şerefsizdir” derken aynı sıralarda PKK’ye özel temsilcisini göndermiştir. Sorunu çözme amacı olan bir AKP iktidarı o zamanda “PKK ile görüşüyoruz” diyebilme “cesaretini” gösterirdi. Olay patladıktan sonra bile bu siyasi cesareti gösteremedi. Amaç bellidir; seçimden önce de seçimden sonra da Türk ve Kürt halklarını kandırmaya, oyalamaya devam etmek. (Bu arada o çok övündükleri MİT, dünya istihbarat örgütleri tarihine kendi başkanının -müstakbel bile olsa- mahremiyetini koruyamayan bir teşkilat olarak geçmiştir.)
Seçimden önceki vaatlerinin yalan olduğu kendi ağızlarından birer birer dökülmektedir. Yeni Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, vaat ettikleri 55 bin öğretmen atamasını yapmadıkları için özür diliyor. Bunun yaptırımı ne olacak? Bu vaat nedeniyle AKP’ye oy veren öğretmen adaylarının oylarını geri verecekler mi?
Stratejik derin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, sözde yeni bir dışişleri stratejisi oluşturmuştu; “komşularla sıfır sorun”. Türkiye’nin neredeyse kavgalı olmadığı/kavgasını sürdürmediği komşusu yok; Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye, Kıbrıs, Yunanistan. Şimdilik bir tek Gürcistan ve Bulgaristan var ellerinde, onlarla da herhalde yakındır. Daha dün Esad’la kanka olan Tayyip, bugün Amerika’da “ben onunla artık görüşmüyorum bile” diyor.
AKP iktidarında yalanın üst sınırı yok. Müslüman ve Arap halklarına hoş görünebilmek için en ucuz yolu seçtiler; İsrail’e karşı ucuz kahramanlık yapma. Bu taktik de Tayyip’in tarihten çaldıklarından. Hatırlanacağı gibi Saddam’a ABD saldırmaya başladığında, Saddam da karşılık olarak İsrail’e füze atmaya başlamıştı. Amaç aynıydı; Müslüman ve Arap halklarını arkasına almak. Hiç olmazsa Saddam’ın gerçek bir “karşı icraatı” vardı. Tayyip’in ise “yandaş icraatı” var. İsrail’e karşı ucuz kahramanlık yaparken Türkiye halklarını İsrail’i korumak için kalkan yapıyor.
Bir tarafını emperyalistlerin şişirdiği, bir tarafını gericilerin şişirdiği, asıl olarak da kendi kendini şişiren bu “ihtiraslı” şahıs Türkiye ve dünya halkları için zararlıdır. Tayyip şahsında temsil edilen AKP iktidarı “azgın taşeronluk” hizmetlerini emperyalistlere ve tekelci sermayeye sunma konusunda kendisi ile ya
rışmaktadır. AKP’nin yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ülkemiz ve bölge halkları için zararlıdır. Bunlarla ne amaçlarımız ne çıkarlarımız ortaktır. Dünyalarımız da ayrı sofralarımız da.
Bugün toplumsal muhalefete düşen en önemli görev; AKP iktidarının bu ikiyüzlü, işbirlikçi, halk düşmanı yüzünü göstermek için maskesini en hızlı biçimde çekip çıkarmaktır.
AKP ve Tayyip Erdoğan böylesi aktif dış siyaset turları atarken, içerde ihtiyaç duydukları şey “istikrar.” İçinden geçtiğimiz dönemde toplumsal muhalefet ve AKP açısından iki şeyin belirlediği bir paradoks etkili olacak. Birincisi, neoliberalizmin geçiş dönemlerinin, kuruluş dönemlerinin özelliği olan popülist politikalar artık yerini açık çelişki ve çatışmalara bırakacak. Sağlıktan eğitime, barınmadan güvencesiz işçiliğe kadar tüm hak mücadelesi alanlarında artık, neoliberalizmin yıkıcı sonuçları daha fazla açığa çıkıyor ve rejimin bunları görünmezleştiren-erteleyen mekanizmalarının etkisi zayıflıyor. AKP, 1 Ocak 2012’de yürürlüğe girecek olan GSS’den darbe dönemlerinde bile el atılamayan kıdem tazminatının gaspına, ulaşım zamlarından enerjideki özelleştirmelere kadar her alanda sermayenin isteklerini kayıtsız yerine getirmeye devam ediyor. Yani artık AKP’nin yararına olan her şey doğrudan halkın, emekçilerin zararına. Artık daha fazla açık ve çıplak biçimde biz ve onlar var. Diğer taraftan içeride ihtiyaç duyduğu “istikrar” gereği ortaya çıkan tüm direnme eğilimlerini ve hak mücadelelerini de en sert biçimlerde bastırıyor. Fiili müdahalelerin şiddeti, gözaltılar, tutuklamalar, onlarca yıl hapis istemiyle açılan davalar bunun sonucu.
Toplumsal muhalefet ve sol ise, aslında bu sürece politik ve örgütsel olarak donanımsız giriyor. Neoliberalizme ve AKP iktidarına karşı halkın direniş eğilimlerini birleştiren toplumsal muhalefet merkezi, bütünlüklü bir strateji ve politik bir program yok. Üselik Kürt sorununda yaşanmakta olan sürecin baskılanması altında sonbahara giriliyor. Yine de gerek sendikal düzlemde gerekse muhalefetin bütününde parçalı da olsa ortaya çıkan dinamikler önemli. 8 Ekim’de DİSK, KESK, TMMOB ve TTB tarafından çağrısı yapılan ve tüm ilerici toplumsal güçlerle buluşmayı hedefleyen miting önemli olanaklar sunmaktadır. Giderek yaygınlaşan halkın direniş eğilimlerini ülke çapında politik bir harekete dönüştürmek, buna gerekli politik-programatik içeriği kazandırmak ve sınıf hareketinde tepeden tırnağa devrimci bir yenilenmenin inşasını adım adım gerçekleştirmek zorunludur. Yürünecek yol bellidir. Bu dönem, devrimcilere halkın hakları mücadelesinde program, bütünlük, süreklilik, temsiliyet gibi ihtiyaçlar açısından da sınırsız olanaklar sunmaktadır. İddia, özgüven ve yaratıcılık bu dönemin devrimci dinamizminin anahtarı olacaktır.
NOT: Aktüel Gündem bölümünün daha önceki yazılarından birinde ÖDP Genel Başkanı’nın İşçi Partisi çadırını ziyaret edip, birlik beraberlik mesajları vermesini eleştirmiştik. Bu konuda iki amacımız vardı; ilki, İşçi Partisi’nin bu ülke solcuları için ne anlama geldiğini -ki anlamı, her şeyden önce provokasyonlar yaptıkları kanıtlanmış ve devrimcilerin adreslerini kendi dergilerinden yayımlayabilecek kadar ihbarcı bir örgüt olduklarıdır- bir kez daha hatırlatmak istedik. İkincisi ise ÖDP’nin İşçi Partisi konusunda bir tutum değişikliği kararı verip vermediğini bilmekti. Bu eleştirilerimizi ve merakımızı Elif Hanım “Birleşik bir mücadele zemini için” başlıklı yazısında bir dipnotla yanıt vermeye çalışmış; ancak biz, bu yanıt verme çabası içerisinde (basitlik, asabiyet ve aşağılama bulduk ama) sorularımızın yanıtını bulamadık. Tekrar soralım, ÖDP’nin İşçi Partisi konusundaki duruşunda bir değişiklik var mıdır? İşçi Partisi ile ya da İşçi Partililer ile birlik, dayanışma, mücadele ilişkisi içinde olacaklar mı?