Dikkat ediyorum son aylarda istemeden yazmak zorunda kaldığım yazılar eskisiden çok daha fazla. Konuşmak istemediğin halde konuşmak zorunda olmak herhalde ancak zulüm ve zor ile açıklanabilir. Tuhaftır, hiçbir medya patronu, hiçbir genel yayın yönetmeni beni bir yazı yazmak ya da yazmamak zorunda bırakamamıştı. Gel gör ki elektronik karakter linçleri bugün yazarların üzerinde en haddini bilmez, […]
Dikkat ediyorum son aylarda istemeden yazmak zorunda kaldığım yazılar eskisiden çok daha fazla. Konuşmak istemediğin halde konuşmak zorunda olmak herhalde ancak zulüm ve zor ile açıklanabilir. Tuhaftır, hiçbir medya patronu, hiçbir genel yayın yönetmeni beni bir yazı yazmak ya da yazmamak zorunda bırakamamıştı. Gel gör ki elektronik karakter linçleri bugün yazarların üzerinde en haddini bilmez, en görgüsüz patrondan bile daha çok baskı kurabiliyor.
Malumunuzdur, (değilse zaten bence hiç bulaşmayın, yemin ediyorum değmez) “Sınıfsız Domatesler” başlıklı, bence pek de matah olmayan, üzerine binlerce kişinin binlerce sayfa yazı döktürmesine değmeyececek, aceleyle bir yazı yazdım geçen haftalarda. Vallahi ne yalan söyleyeyim, 18 yıldır haftada en az üç ya da dört kez yazı yazan bir kardeşiniz olarak bazen tavşanı şapkadan öldür Allah çıkartamazsın, o durumlardan biriydi. Libya sınırına gidecektim, mihmandar acele ettirdi vesaire sonuçta demek istediğim şeyin sadece kenarından geçen bir yazı yazmış oldum. Anlatacağım şey küçücük bir şeydi. “İnsani incelikler sınıf teorisinin neresine düşer usta?” tadında minnacık bir şey. Benim eve temizlik yapmaya gelen Tülay bana, Tunus’a gelen bir arkadaşımla beraber yetiştirdiğimiz domateslerden gönderdiydi, ben de etkilenmiş idim vesaire. Arada tabii teknik bir yanlışlık eseri “yevmiye” lafını bir an getiremeyip “Tülay’a verdiğim maaştan daha pahalı ayakkabılarım var” demişim. Öncelikle ayakkabılarımın fiyatı üzerinden akılalmaz derinlikte karakter ve ahlak analizleri yapan, ideolojik puanımı dramatik şekilde düşüren arkadaşlara geliyor bu içli şarkı: Hiç o kadar pahalı ayakkabım olmadı! Eğer kurtarma yazılısı yaparlar da sorarlarsa bütün ayakkabılarımın fiyatlarıyla birlikte envanterini takdim edebilirim.
Bu ayakkabı meselesi yılan hikayesine dönmüş tabii. Adam olsaymışım da o ayakkabı paralarıyla Tülay’a sigorta yaptırsaymışım falan filan. Belli ki her biri Türkiye devrimci hareketinin mümtaz ve eşsiz şahsiyeti olan, her biri memlekette binlercesi bulunan sınıfsız, kaynaşmış komünlerde yaşayan, maneviyatları çelik gibi kuvvette olan arkadaşların içini rahatlatayım: Tülay’ın bir bireysel emeklilik sigortası var. Haddimiz olmayarak böyle bir şey yapmıştım, umarım mukaddes Devrimci Yüksek Disiplin Kurulu’nda kabul görür. Kabul et, ya Marx!
Yazıda “Marx, insani incelik meselesine sınıf teorisinin neresine koyar acaba?” gibi matrağına bir laf etmiştim. Teorik düzeyi, elifi görüp mertek sanacak kadar olmasına rağmen internet sözlüklerinde oluşan “laf çakmalı” diskuru kuvvetli olan bazı arkadaşlar Marx lafını görünce derhal bir “Amman koş analiz var!” paniğiyle durumdan vazife çıkarmışlar. İki taşın arasında kaleme sarılıp teorik zaafiyetlerimin ne beter durumda olduğunu saptamışlar. Bir kere öncelikle derme çatma Marxist “minilizler” külliyatına yapılan bu yüklü miktardaki katkıya vesile olmaktan dolayı bahtiyarım. Beni daha da mutlu hissettiren şey, sayemde bir güncük de olsa herkesin kendini daha ahlaklı, daha Marxist, daha “düzgün” hissetmesidir. Gazetelerde bana okuma listesi verenler de olmuş. Sağolsunlar. Ben okumaktan, yeniden okumaktan hiç erinmem. Umarım onların da okuma-yazma düzeyi Marxist teorinin gazete köşe yazısından daha ağır metinlerde tartışılabileceğini öğrenecek kadar gelişeceği gün gelir.
Yeri gelmişken bu konuyla ilgili herkese Gül Özyeğin’in “Başkalarının Kiri- Kapıcılar, Gündelikçiler ve Kadınlık Halleri” (İletişim Yayınları) ve Aksu Bora’nın “Kadınların Sınıfı-Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşaası” (İletişim Yayınları) kitaplarını öneririm. Ayrıca Aksu Bora ve Ayşe Perker’in Birikim dergisinde yazdıkları nefis bir yazı vardı ama kusura bakmasınlar bulamadım internette.
Dönelim domates üzerinden yaşanan ihtiras fırtınasına… En komiği Twitter şehvetine kapılıp beni Sibel Arna’ya benzetenlerden birinin de bir arkadaşım olması. Arkadaşım olması kırıcı tarafı elbette, hakikaten üzüldüm. Komik olan şey “İçinde varmış bir şeyler demek, çıktı ortaya” diyen bu arkadaşın yazdıklarını görür görmez beraber çıktığımız ayakkabı alışverişini hatırlamam. Hey gidi günler! Ne karşı devrimciydik o zamanlar! Ama eminim bu linç operasyonuna katılanlardan en kendini kaptırmışı o değildir. Nitekim bir insaflı sözlük yazarı da yazmış zaten. En uzun ahlak dersi verenlerden biri yeni çıkan bir telefonun reklamını yapmak için de yazıyormuş aynı sözlükte. Allah düşürmesin!
Çok ayıp bir şey daha var, yazmaya utanıyorum. Benim Tülay’ı aşağıladığımı sananlar, yazıdan her nasılsa böyle bir tını çıkaranlar olmuş. Ayıptır! Böyle bir şeyi akıldan bile geçirmek ayıptır, değil ki söylemek. Marx doğmadan çok önce oluşmuş bir insanlık bilgisidir bu, insanlar eşittir. Dibine kadar, sonuna kadar eşittir. Buna aykırı değil bir yazım, küçücük bir hareketim olmuşsa Allah benim bin kere belamı versin. Bunu, değil bana ahlak dersi veren telefon pazarlamacılarından, Marx’dan bile öğrenecek değilim.
Ben bunlara alışığım bir kere onu söyleyeyim. Bu nefret dalgaları bir gelir bir gider. Başıma ilk kez gelmiyor. Bu dalgalar beni her zaman biraz ürküten o aşk dalgalarından sonra gelir. Bu dalgalar hiçbir zaman ciddi yazılar yazdıktan sonra olmaz. Gözünü sevdiğim ülkem “Belgesel izlemek istiyoruz” deyip dizilere dadandığı gibi, kendini en entelektüel konuma koyanlar da dahil olmak üzere, ancak yarı ciddi yazdığım yazılardan sonra kaleme sarılırlar. İnsan, ancak konuşabildiği konuda konuşuyor nitekim, doğaldır. Fakat insaf, dinin yarısıdır. El insaf arkadaşlar! Siz iki satır yazma talimi yapacaksınız diye bir domatesten bir küp salça da çıkmaz yani!
Ben bu yazıyı yazayım mı yazmayayım mı diye düşünürken sevgili yazar dostum Murat Menteş aradı. Kendisi, belki biliyorsunuz, Afili Filintalar sitesinde Nuray Mert ve benim hakkımda “Tehditler alıyorlar, sahip çıkalım” diye yazı yazmıştı. Elleri dert görmesin. O yazıdan sonra aforoza varan bir operasyon da kendisi tecrübe etti. “Kimse benden bu kadar nefret etmemişti” demişti gülerek. Menteş, yazdığı yazıdan sonra şahsi cehennemime kapı aralığından da olsa bakmak imkanı buldu ve şöyle bir genel tespit yaptı, paylaşmak isterim:
“Bu ülkede artık hiç kimse bir diğerinde anlaşılmaya değer bir yan olabileceğini hesaba katmıyor ve bunun ne kadar hayati bir husus olduğunun da farkında değiller.”
Zaten bu yazıyı yazmamın sebebi de bu. “Bir domatesten ne kadar salça çıkıyormuş ya Rab!” değil yani mesele. Mesele bu nefret değirmenin salçasının nereden geldiği.
Son bir aydır, tam olarak da memleketteki bu “Laf üzerine koydum laf, oldum artık ben şah!” diye tarif ettiğim yazı aleminden bunaldığımdan dolayı memleket memleket geziyorum. Biri yeni devrimimsi bir şey yapmış (Tunus), biri hala savaşın sürmekte olduğu (Libya) biri de sürgit savaşın yaşandığı bir ülkede (Lübnan) geçti zaman. Ve arkadaş, ha işte burada yemin ediyorum, ben birbirinden bu kadar nefret eden, birbirinin gözünü oymaya bu kadar hazır, bir insanı ortaya alıp tükürükte boğmak için bu kadar aportta bekleyen bir memleket daha görmedim. İçinde olduğumuz için anlamıyoruz ama akılalmaz derecede yıpratıcı, yorucu ve tüketici bir nefret, öfke ve merhametsizlik çemberi içinde öğütülüp duruyoruz. Hastalık derecesinde mutsusuz. (Bu arada merhametsizlikten laf açılmışken, söyleyip geçeyim. Siyaset Meydanı’ndaki “Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz” klibim almış yürümüş idi. Bu kadar çok istek alan parçalar muhakkak bir geyiğe konu olur. T