Proletarya yağmalıyor Londra’da bakkal dükkanlarını. Şimdi Clash dinleme zamanı: “London is Burning.” Bir de Smokie: “London is Burning” (Londra Yanıyor). Londra’nın artık hiç de kenar mahallesi sayılamayacak olan Hacney, Tottenham, Peckham gibi muhitlerinde (Taksim’e göre Zincirlikuyu, Levent mesafesinde), işsiz gençler, geçen hafta sonundan beridir ayakta, ayaklanmış, ayıklamakta rafların varını yoğunu. Tıpkı 2001’de krize sürüklenen Arjantin’de […]
Proletarya yağmalıyor Londra’da bakkal dükkanlarını. Şimdi Clash dinleme zamanı: “London is Burning.” Bir de Smokie: “London is Burning” (Londra Yanıyor).
Londra’nın artık hiç de kenar mahallesi sayılamayacak olan Hacney, Tottenham, Peckham gibi muhitlerinde (Taksim’e göre Zincirlikuyu, Levent mesafesinde), işsiz gençler, geçen hafta sonundan beridir ayakta, ayaklanmış, ayıklamakta rafların varını yoğunu. Tıpkı 2001’de krize sürüklenen Arjantin’de ve bugünlerde Yunanistan’da olduğu gibi. Yağma proletarya için içgüdüseldir.
Öfke buluşması
Polis, hırsızları hemen yakaladı. Yer gök kameradır Londra’da. CCTV her daim canlı yayındadır. Clash’tan “Police and Thieves” dinlemeli. 700 küsur çoğu beyaz genç mahkemeye çıkarılıyor, sonra hapse atılacaklar. Hapishaneler proletaryanın otelleridir burjuvazinin zorla misafir ettiği. Yine Clash’tan “Police on my Back” (Polis Peşimde) dinlenmeli. Bu şarkı Clash’ın Sandinista albümünden ve parça siyah şarkıcı Eddy Grant’a ait.
Londra’daki olaylar örgütlü değil, planlı değil kendiliğinden; elbet bir yerlerden bir kıvılcım çakılmıştır (bu kıvılcım 5 Ağustos’ta Tottenham’da polisin Mark Duggan’ı öldürmesi olabilir; Gazi Mahallesi olaylarının nasıl başladığını hatırlıyor musunuz?). Öfke bağrında büyür işçilerin, ki tıp öfkeyi kontrollü uyuşturucu tedavisiyle yumuşatır ve adını değiştirir: Stress. Öfkesi geçmez proletaryanın şimdi durulur olaylar; günler bir sonraki öfke nöbetine gebe kalır. Daha önceleri de böyle olmuştu: Örneğin 1976 yılında, zengin muhitlerin bitişiğindeki Notting Hill çayırlığında Karayip, Trinidad, Barbados göçmenlerinin düzenlediği karnavalda siyah gençler polisle kapışmış ve olay ayaklanmaya dönüşmüştü. 1958’de de yine aynı yerde yine siyahların benzer bir kalkışması yaşanmıştı. Öfke hiç unutulmaz. Polis hiçbir zaman aynı öfkeye barikat olmaz. Clash müzik grubunun elemanları da bu 1976 ayaklanmasını “çok yakından” izlerler. Grup henüz ilân edilmemiş ve adı konmamıştır. İçlerinden biri (Simonon) bir gazetenin olaylarla ilgili başlığındaki “Clash” (çarpışma, çatışma) sözcüğüne takılır ve gruba isim bulunmuş olur. İlk albümlerinde (1977), White Riot (Beyaz Ayaklanma) adındaki parçayı 1976 ayaklanmasından esinlenerek bestelerler. Bu şarkı siyahlar gibi beyaz gençliğinde ayaklanmasının gerekliliğine dair bir çağrıdır. “Londra Yanıyor” adındaki şarkı da aynı albümdedir ve o da siyah gençlerin ayaklanmasından izler taşır.
Bugün sanki o maya tutmuş gibidir. O çağrıyı hatırlayan var mıdır? Bugün Londra yanıyor ama… Öfke geçmez. Uyuşturabilirsiniz ama geçmez. Çağrılar hatırlanmaz ama duygu buluşturur herkesi, 1958’de, 1976’da ve bugün Londra yanıyorsa aynı duygudandır. 1789’da da öfke aynıydı, 1948 ve 1917’de de.
“Kısa”dan devrimcilik ya da 11. Tez
Clash grubunun (neredeyse) tüm parçaları mevcut düzene karşı muhalifliklerini dillendiren bestelerdir. Clash ve eyledikleri, Berkay Özbek’in “Bir iki savaş karşıtı söz yazması ve yardım konserine çıkması mıdır müzisyenden beklediğimiz?” yazısının olumsuzlanmasıdır başlı başına. Bir iki besteyle sınırlı kalmamışlardır ve “yoksul halkın hayatından kesitler sunmuş,” hatta bununla da yetinmeyerek yol göstermişlerdir: Ayaklanın. Fakat yine de bu haliyle Berkay Özbek’in sanatçı tasavvuruna giremeyeceklerdir muhtemelen çünkü “reddediş” yeterli değildir?!
“(…) farkında olan ve dillendiren değil, değiştirmeye çalışan sanatçılara ihtiyaç vardır.” Sanatçılar yerine filozofları koyunca Marx’ın Feuerbach üzerine 11. Tez’ini hatırlıyoruz. Fakat diğer tezleri hatırlamayınca 11. Tez de pek bir şey ifade etmez. Çünkü Clash grubu (ve daha pek çokları) tam da farkında olmak ve dillendirmekle yetinmiyor, değiştirmeye de çalışıyor. İsyana teşvik ediyor, siyahları örnek göstererek beyaz gençlere “siz de ayaklanın” çağrısı yapıyor. Ama ayıp ediyorlar çünkü bir yandan da içki içip ot tüttürüyorlar. Olmadı, yakışmadı: Bu şekilde devrimcilerin takdiri kazanılamaz! Fakat Clash ve diğerlerini dinleyen proletarya da içiyor ve tüttürüyor. “Ayaklanın, haz alacaksınız,” çağrısı yapıyor pek çok müzisyen tıpkı Clash gibi.
31 Mart 1992’de Body Count grubu “Cop Killer” (Polis Katili) şarkısının da yer aldığı, grupla aynı adı taşıyan ilk albümlerini yayınlar. Birkaç gün sonra Los Angeles ayaklanması başladığında isyancıların “marşı” haline dönüşür bu şarkı. Jetro Tull “tuğla gibi kalın” kafalılara bir şeyler anlatır. “Sürekli rock” grubu Yes, “Tales from Topographic Oceans” (Topografik Okyanuslardan Masallar) albümlerinde “kavgayı” savunur; hayali, ütopik yollardan değişim önerir, geçmişi örnekler, “ders” olarak ele alır. Ütopik, tarihi, güncel… sonuçta pek çok değişim ve değiştirmek önerisi vardır notalara dökülmüş. “Yok” denilemez, yok sayılamaz.
Daima devrimcilik: Her şey mümkün!
Bugün “Başka bir dünya mümkün!” diyen komünistler gibi onlar da bir değişim önerirler. 11. Tez’i kendi hayat hikâyelerinde ve yaptıkları müzikte hayata geçirirler. Dolayısıyla anlamak ve yorumlamakla yetindikleri ve değiştirmeyi düşünmedikleri ve buna kalkışmadıkları yönünde bir eleştiri hiç de isabetli ve haklı değildir.
Fakat tıpkı “Bir başka dünya mümkün!” diyenlerin eleştirilebileceği şekilde onları da eleştirmek mümkün: Hangi dünya ve nasıl? Bazı yeni dinler ve tarikatlar da “bir başka dünyanın mümkün olduğunu” vaat ederek toplu intihar seansları organize ediyor. Kimileri de ideal kılınmış köyler, kasabalar, şehirler, “ütopya” adaları, “güneş ülkeleri,” komünler öneriyor. Nitekim daha önce de önerilmişti böyle çözümler ve Komünist Manifesto’da kıyasıya eleştirilmişti. Burada eleştirilen değişim önerilmemesi, değiştirmeye kalkışılmaması değil; niyet ve hedefin hayalciliği, gerçeklere uzaklığı, ütopikliğidir. Kısacası Feuerbach’a (ya da Kant’a) yönelik eleştiriyle mesela Robert Owen’a yönelik eleştiri aynı değildi.
Bugün rock müzisyenlerini (sanatçıları), anlamak ve yorumlamakla yetinip “reddedişin” ötesine geçmemekle; yani değiştirmeye çalışmayıp “hazdan ibaret bir zihniyet” dünyasının içinde “dalgasına bakmakla” eleştirmek haklı ve doğru değildir. Hele de bu haz mevzusunu katmerli kötü kılmak için, alkol ve ot alışkanlığının, ahlakçı ve maneviyatçı ideolojilerin cephaneliğine sığınılarak “aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar” tadında eleştirilmesi ve öne çıkarılması kapitalizmin ekmeğine yağ sürmektir: Onun, “Devrimci Rock”a (Revolution Rock-Clash) ait ayaklanın çağrısıyla başa çıkabilmek için uydurduğu “hazdan ibaret zihniyet” masalını tekrarlamaktan öte değildir, tabii “devrimci” kılmak için 11 adet tez okuyup üfledikten sonra.
“Kahpe felek”
Oysa bu gençler işçi sınıfının içinden-kıyısından-köşesinden çıkmışlardı ve işçi sınıfının tüm “kötü” alışkanlıklarına sahiptiler. Clash elemanları da vakti zamanında Holiday Inn otelinden havlu çalmışlardı (bu yüzden ihbar yediler). Sert içkiler günde 12-16 saat çalışan proletaryanın bu hayata dayanabilmek için ihtiyaçları olan mutluluk hormonunu salgılatan iki şeyden biriydi. Ruhu ezilen, yok olan işçilerin Spirit (ispirto-ruh) takviyesine ihtiyaçları vardı ve buna yüksek oranlı (viski, cin, votka gibi ispirtolu) içkilerle ulaşabiliyorlardı. Çünkü birayla kafa bulmaya zamanları yoktu, bir an önce yatıp uyumaları (dinlenmeleri) gerekiyordu. İçki, bu “kalpsiz dünyanın” kutsal suyuydu. ”
Kalpsiz dünyanın kalbi” ise afyondu: Dinle alakası olmayan bildiğiniz afyon, saf afyon. İşçileri bir anda “ruh gibi” yapan afyon her yerde, özellikle de işçi mahallelerinde, meyhanelerin yanında mantar gibi biten eczanelerde satılıyordu. İçkiden ucuz ve hızlıydı. İşçi sınıfını kötü yola düşüren kapitalistlerdir.
Onların çocuklarından ne istiyorsunuz? Hele de bu çocukların ağabeylerini, Hollywood’da bulunduğu yıllarda yazdığı şarkı sözleriyle zehirleyen Brecht ise, rock kuşağının suçu ne? Bu “komünist hergele” şarkılara politik söz yazma geleneğini getirmişti Amerika’ya. Bu Rock’n Roll kuşağına bulaşır ve ardından gerisin geri yaşlı kıtaya döner. Dile gelir, ayaklanma çağrısı olur.
“Her komünist dosdoğru komünist olmuyor”
Bunlar ayaklanma çağrısı yapıyorlardı (yani dünyayı değiştirmeyi de hedefliyorlardı), ama buradan proletarya diktatörlüğünü hedeflemediler diye de eleştirilebilirler. Fakat bu da, böyle bir bilinç sıçraması yaşamadıkları için 1871 Paris Komünü’nden önce Marx’ın, 1917 Şubat Devrimi’nden önce de Lenin’in eleştirilmelerine benzer. Bu “ulu önderler” de söz konusu tarihlerden önce proletarya diktatörlüğünü öngörüp ağızlarına almamışlardı.
Feuerbach üzerine diğer tezlerin önemi de burada ortaya çıkıyor. Çünkü 11. Tez dışındakiler değiştirmek için eleştirel pratik faaliyetin gerekliliğinden, bilgiye ulaşmanın ancak eylemek ve eylerken de eleştirmekle (kendi iddiasını, önermesini; başkasınınkini değil) mümkün olacağını vurgulamaktadır. 1848’de de eylemenin kendi başına değil ancak işçi sınıfıyla ama öncelikle onun bütünüyle değil, kendisi için sınıf olma bilincine varan bölüğüyle (part-kısım; parti) verilecek mücadele yoluyla ve nihayetinde sınıfın tamamının kendisi için sınıf bilincine sahip olmasıyla ve bu yöndeki eylemiyle sağlanacağı fikrine ulaşılır ve Komünistler Birliği’ne katılınır ve birliğin (görev vermesiyle) manifestosu kaleme alınır.
Kabahatin büyüğü
Rock müzisyenleri (sanatçılar) kuşkusuz bu kez de partili olmadıkları hatta Marx’ın ayak izlerini takip etmedikleri ve parti kurmadıkları için eleştirilebilirler. Ancak onlar da, kaba komünistleri, tüm toplum kesimleri için olduğu gibi sanatçılar için de bir çekim merkezi olacak örgütlenmeyi gerçekleştirmeyerek görev ve sorumluluklarını sanatçıların üzerine yıkmakla eleştireceklerdir. “Kabahatin büyüğü” sanatçılarda olmadığı gibi işçi sınıfında da değildir.
Ek ücret almadan fazla mesaiye zorlanan bir işçi en azından gönülsüz çalışacaktır; özensizdir, hata yapmamak için gün içinde sarf ettiği dikkati esirgeyecektir, işi kötü yapacak ve nihayetinde işi yavaşlatacaktır. Bu bir “Reddediştir,” sınıf mücadelesi bir işçinin varlığında böyle işler. Fakat buradan hareketle işçiyi anlamak ve yorumlamakla yetinip proletarya diktatörlüğüne varmamakla eleştirebilir miyiz? Üstelik işçi gidip bir de sigara tüttürecektir, hazdan ibaret dumanda boğacaktır kendini (sigaraya karşı mücadele, kapitalizmin elinde, işçinin mesai saatleri içinde sigara içerek çaldığı dakikalara karşı mücadeledir). Sigara; içki ve ota göre daha masum geliyor değil mi? Daha az haz içerdiğinden mi? Ne yapacağız, Berkay Özbek’in Amy Winehouse’a gösterdiği duygusal yakınlığı mı göstereceğiz işçiye?
Züppe ve burjuva
Rock müzisyenleri ve (sonrasındaki diğer yaygın müzik akımlarından müzisyenlerin) ve onların hayat tarzlarına yapılan eleştiriler, çoğu kez, aslında kapitalizmin ve onun her dinden ve her boydan maneviyatçı ve muhafazakâr ideolojilerden devşirdiği eleştirilerden ibarettir. Kaba komünistler de bu eleştirileri kızıla çalıp tekrarlamaktadırlar.
Jazz ve Blues için Amerika’daki büyük tarım çiftliklerinde zorla çalıştırılan siyah kölelerin müziğidir denildiğinde, doğrudan “yoksul halkın hayatından kesit sunmuş” bir müzikten bahsedildiği vurgusu da yapılmış olur. Fakat diğer yandan da Liverpool, Manchester, Londra gençliğinin yaptığı müziğe, Yeşilçam’ın zengin evlerinde çalınan züppe müziği muamelesi yapılır.
Yeşilçam filmlerinde yoksul halktan gencin yolu bir şekilde zengin evine düşer. Burada gençler parti vermektedir (aman diğeriyle karıştırılmasın); içkiler içilmekte, İngilizce sözlü ya da salt enstrümantal rock ya da pop müzik çalmakta, gençler çılgınca ve “haz” içinde dans etmektedir. Erkekler kızlara sulanmakta, açık saçık giyimli kızlar da şuh kahkahalar atmaktadır. Gencimiz evden çıkar ve az önce bangır bangır çalan müzik filmde bir daha çıtı çıkmayacak şekilde ebediyen susar. Ardından gencimiz Yeşilçam’ın ilk dönmelerinde “Türk Sanat Müziği,” daha sonraki dönemde “Türkü” ve en nihayet “Arabesk” söyleyerek özüne bir dönüş yapar ve kendisiyle beraber izleyenleri de bu züppe/burjuva müziği ve beraberindeki hayat tarzından kurtarır.
Anadolu’dan züppe çıkmaz
Bu öylesine keskin bir yargıdır ki memlekette rock müzik ancak “Anadolu Rock” olarak var olabilmiştir. Moğollar, Cem Karaca gibi rockçılar müzisyenlikleriyle devrimciliklerini bir arada bulundurmalarını ancak “Anadolu” üzerinden ve pek de kolay olmayan bir şekilde savunabilmişlerdir. Avrupa’da okul şarkılarından siren seslerine, ninnilerden Ortaçağ saray ezgilerine kadar rock öncesi tüm müzik tarzlarının melodi ve kalıpları rock kuşağı müzisyenleri tarafından kullanılmışken, Türkiye’de sanat müziğinden (İstanbullu seçkin) değil de sadece türküden (Anadolu’dan halkçı) yararlanılmıştır. Darbuka, sitar gibi “Doğulu” çalgılar rock müziğe çok sonraları ve gayet sınırlı olarak girebilmişken bağlama Anadolu Rock’a doğrudan giriş yapmıştır.
Rock müziğine Türkiye’de züppe hatta burjuva muamelesi yapılmasının ardında gerek Yeşilçam’ın gerekse devrimcilerin Kemalist devletin “halkçı” ideolojik cephaneliğini tepe tepe kullanmalarının etkisi vardır (ilkokuldan itibaren onun içindedirler). Burjuvazi ve burjuva hayat tarzı; halka ve bu topraklara uzak düşmek, yoz ve özenti olmakla suçlanır. “Şapka Devrimi” Batılılaşma olarak sunulur fakat aslında halka (kasketli lider imgesi) yanaşma hamlesidir: Anadolu’da fes kullanılmaz; bu şehirli, İstanbullu başlığıdır. Devrimciler için “proleter devrim” yerine “halk savaşı” daha gerçekçidir (yakın, mümkün). Burjuva Batı özentisidir; devrimci tahlillerde “tefeci-Bezirgan,” “komprador,” “işbirlikçi” ve benzeridir. Yani daima kişiliksiz ve uşak. “Batı özentiliği” ile “emperyalizmin yerli ajanı” ithamı aynı haneden bakışın yumuşak ve sert yargılarıdır. Bugün dahi Türkiye burjuvazisi değil emperyalizm hedeftedir, kötülüğün başıdır. Bununla beraber (ya da bunun bir faydası da) burjuvazi “yerli” kalırsa, emperyalizmden bağımsızlaşabilirse, o zaman ittifak edilebilir olandır (hesabı sonra görülmek üzere). Yeşilçam’da da zengin evlerinin babacan (Hulusi Kentmen) ve anaç (Adile Naşit) sahip ve sahibeleri, halkı ile bağlarını koparmamış fabrikatörleri vardır. Bu yerli burjuvalar gibi, yerli Anadolu Rock da hoş görülür, bağra basılmasa bile varlığından rahatsız olunmaz. Anadolu olması yine de halktan bir şeyler barındırdığına yorulur.
“Beyaz adam Blues çalamaz,” halk çocukları da Rock
Oysa Avrupa’da gençler 1960’larda Amerika’nın Blues müziğinden etkilenmiş ve onu yaşlı kıtaya taşımak istemişlerdi. Bu istekli gençlerden birinin itirafları rock müziğinin doğuşunu özetler: “Blues yapmak istiyorduk ama beceremediğimiz için ortaya rock çıktı.” Gerçekten her rock grubunun gönlünde bir Blues üstadı yatar ve ilk albümleri üstattan bir iki
parçanın çalınmaya çalışılması (ki çoğu beceremez) ve birkaç da kendi berbat Blues besteleriyle doludur. Bu grupları bugüne taşıyan Blues denemeleri değil ondan vazgeçip kendilerince uydurdukları müziktir. Rock işte onlara özgüydü ve aitti, Bules onlara yetmezdi. Tıpkı 1980-90’larda arabeskin gençliği kesmemesi ve Ahmet Kaya’nın müziğinin yeraltından piyasaya çıkması gibi. “Özgün müzik” Ahmet Kaya’nın yurtdışına gitmek zorunda kalmasından hemen önce yaygınlığını yitirmişti ama serüvenini asla: Kesintiye uğrasa da aşağı yukarı son on yıldır bir başka ortamın yaratılmasına neden olacaktı (bir anlamda tekrar yeraltına çekilmesi anlamına gelse de): “Türkü Bar.”
Türkiye’de burjuvazi Türkü Bar’lara ne kadar rağbet ediyorsa, emperyalist burjuvalar da İngiltere’deki barlara o sıklıkla uğramışlardır. İşte bu dumanlı mekânlarda Blues çalmaya heveslenen gençlerden sadece bir tanesi bunu layıkıyla becerebilmiş ve diğerleri de onu göğün en tepesine çıkardıklarını duvarlara yazdıkları “graffiti”lerde ilân etmişlerdi: “Clapton Tanrıdır.”
Savaş biter, “askerlik” sürer: Red zamanları
Bu bir devrimdi. Bugün böyle bir duvar yazısını Türkiye’de hayal etmek gerek. 1960’larda İngiltere son derece muhafazakâr ve disiplin/kural delisi bir ülkeydi. II. Dünya Savaşı yıllarında ve hemen ertesinde doğmuş olan ve daha yirmili yaşlarının ötesinde berisinde olan gençler kalkınmacı iş disiplini, emek kıtaları, kuralcı ve zorba eğitim sistemi-okul ve evlerin hiç gelmeyen misafirini bekleyen odaları gibi kılı kırk yararcasına düzenlenmiş bir yaşam tarzından başka bir şey vaat etmeyen gelecekten nefret ediyor ve korkuyordu. Rock başlı başına tekdüzelikten çıkış ve isyandı. Ken Loach’ın Kerkenez (Kes) filmi (1969) Pink Floyd’un The Wall (Duvar) albümü (1979) aynı dönemi ve aynı ruh halini anlatır:
“Burada Vera Lynn’i hatırlayan var mı?/Hatırlayan, nasıl da “güneşli bir günde tekrar bulaşacağız, dediğini.”
Savaş ülkeyi ve ülke insanını tarumar etmiştir. Kalkınma için çalışma, itaat, disiplin. Babasız kalan çocuklar arasında Roger Waters da vardır, yalnız kadınlar da. Belki de savaş ve sonrasını acılarından dolayı politik söz ve beste yapmaktan vazgeçmeyecektir pek çokları gibi Waters da. 1983’te “Maggie” diye hitap ettiği Margaret Thatcher’ı, 2003’te George Bush ve Tony Blair’i eleştirecektir.
Waters özelindeki hikâye 1960’larda barlarda, okullarda çalan gençlerin pek çoğu için geçerlidir. Bunlar “şanslı burjuva piçler” değildiler, işçi sınıfının takıldığı barlarda çalıyorlardı ki buralarda su değil alkol tüketilir, sigara katkısız içilmezdi. Rockçı gençleri kötü yola düşüren işçi sınıfıdır. Fena da olmamıştır, şimdi onların şarkılarını söylüyorlar; işte Londra Yanıyor, “Are You Red..Y” (Kızıl mısın/Hazır mısın? Red ile Ready kelimelerinin söyleniş ve yazılışındaki yakınlık kullanılıyor – yine Clash’tan dinlenmeli).
“Devrim ‘rock’ın altındadır,” ya da “Rockçı çocuklar devrim yapamaz”
“Kızılım” diye cevaplayacaktır Berkay Özbek ve ekliyor: Tüm bunlar bu “(…) isimleri çok değerli kılar fakat devrimci ilân etmeye yetmez.” Devrimci çıkış yapmış olsalar bile “eleştirilerini sistemin kalbine yöneltmek yerine geri adım” atmışlardır. Bir kabahatleri de konser biletlerinin çok pahalı olmasıdır (Bob Dylan örneğini veriyor Özbek). Clash grubu plak (kayıt) şirketiyle masaya oturur ve kendi plaklarının piyasadaki ortalama fiyatın altında satılmasını dayatır ve kabul ettirir. Buraya kadar Clash grubu Berkay Özbek’in bütün itirazlarını (içki ve uyuşturucu hariç diyelim) karşılıyordu. Fakat grup üyesi Strummer’ın 2002’deki vefatından (intihar ya da içki değil kalp krizi) sonra Rock And Roll Hall Of Fame’a (ABD’de rock şöhretleri için müze) dahil edilirler ve tören New York Waldorf-Astoria Hotel’de yapılır biletler adam başı 1500 dolardır. Strummer öldüğünde evinin değeri 1 milyon sterlindi.
Clash örneğinde olduğu gibi her parçasında kapitalizme muhalifliğini sergileseler dahi bu rock müzisyenlerini “devrimci ilân etmeye yetmez.” Komünist çıkmaz onlardan.
Fakat sanatı böyle değerlendirmenin devrimci olduğunu kim söylüyor? Jidanov mu? Kapitalizmi “reddedişi,” muhalifliği “sürekli-senfonik rock” anlayışıyla (Özbek, Art Rock diyor) dile getirilmesini beğenmeyebilirsiniz ama onu tam da kapitalizmin gördüğü, gösterdiği gibi eleştirmek neden devrimcilik olsun, hatta neden bir eleştiri olsun ki? Neden “şu devrimciydi, bu devrimci bir çıkış yapmadı, öbürünü devrimci ilân etmeye değmez” gibi yargılarda bulunmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Bir müziği sözleri olmadan ya da sözlerini bilmeden dinleyemez miyiz, dinlediğimizde bizde uyandırdığı duygulardan, neden olduğu çağrışımlardan utanmamız mı gerekir?
Bir müzisyenin bir parçasını beğeniyorsak önce onun geçmişini mi araştırmamız gerekiyor? Sonra neler yaptığını da mı kontrol edeceğiz? Paparazzi miyiz biz? Ömür boyu onun yaptıklarına kefil mi olmamız gerekiyor? Kautsky dönmeden önce Marksizm’in papasıydı. Rosa Luxemburg “bu adamı gözüm tutmuyor,” derken Lenin ona toz kondurmazdı. Ne yapalım şimdi? Kautsky yüzünden tüm Marksizm’i çöpe mi atalım?
İşçi sınıfı piçleri
Rock müzisyenleri bir bar dolusu işçiye canlı müzik yaparlardı, sonra ünlü olup da plakları çıkmaya başladığında bar müdavimleri o plakları satın alırdı. Clash’ın ilk albümü sadece Amerika’da 100 bin kopya satılmıştı ve hepsi İngiltere’de basılıp ihraç edilmişti. Bu gruplar için 100 bin kopya satış olağan ve sıradandı. Konser verecekleri işitildiğinde de bilet parası bir kenara bira paraları diğer tarafa konurdu. Burada Grup Yorum’un bir stadı doldurması olay olurken, İngiltere’de stadyum doldurmayan grup yoktu. Stadyumları dolduran herhalde burjuvazi değildi. İşçi sınıfı “kötü yola düşürdüğü gençleri” dinlemek için mutlaka para ayırırdı.
Yani takiptedir işçi sınıfı; barlar, rock müzik ve diğerleri, konserler… Avrupa ve İngiltere’de işçi sınıfının yaşamı böyledir; içki, sigara, ot tüketimi yüksektir. Bir hayat tarzı ve onun müzisyenlerinden söz ediyoruz. Dolayısıyla komünistlerin değil işçi sınıfının bilinç seviyesini yansıtacaktır müzisyenler, sanatçılar. Bu bilinç seviyesi de çoğu kez -maalesef- komünistlerinkinden daha yüksektir.
Kapitalizm için muhalif müzik grupları furyası ve çokluğuyla başa çıkmanın en kestirme yolu bunlar arasından bazılarını öne çıkarmak ve çok özel hikâyelerini genel şeylermiş gibi sunmaktır. O yüzden çok istisna olmasına rağmen intiharlar kuralmış gibi sunulur, uyuşturucu ve alkol alışkanlıkları magazin haline getirilir. Oysa bunlar ünlü olmadan önce de kullandıkları şeylerdir ve dinleyicilerinin neredeyse tamamı tarafından da kullanılmaktadır. Bu insanlar barlarda çalıyordu kilisede değil. Dinleyicileri de içmeye geliyordu. Eleştirilen bir kültürdür aslında ve bu da işçi sınıfına aittir.
Kapitalizm öldürür ama önce keyif veren maddeleri yasaklar
(Comfortably Numb-Rehavet, dinlemeli Pink Floyd’tan)
İşçi sınıfını pis içiyor diye eleştiren ve bunu kötü bir şeymiş, dünyanın en kötü şeyiymiş, kapitalizmden bile kötüymüş gibi sunan aslında kapitalizmdir. Muradı da işçi sınıfına “işini aksatma” mesajı vermektir; içki ve ot ile uyuşmayı ya da sağlıklı yaşamayı özendirmek değil. Bu Türkiye için de bal gibi geçerlidir: Tayyip Erdoğan televizyondaki bir seçim programında sigarayla mücadelede mesafe kat ettiklerini ama aynı şeyi içki için
söyleyemeyeceğini ve hükümetleri döneminde alkol tüketiminin artmış olmasından yakınıyordu. Oysa 2010 yılı başında sigara ve alkollü içeceklerde ÖTV oranını (sırasıyla yüzde 58 ve 78) arttırmanın (sigarayı bırakacaklardan dolayı) sigara tüketiminde sadece binde 4’lük bir azalmaya neden olacağı hesaplanmıştı. Bunca kampanyanın sağlayacağı yarar görünürde budur. Fakat asıl yarar, burjuvazi ve hükümetleri tarafından mesai saatleri içinde sigara içiminden dolayı kaybedilen zamanın telafisiyle ve tüketim üzerinden elde edilen vergi gelirleriyle bütçenin açık vermemesiyle yani burjuvaziye sağlanan vergi muafiyetlerinin, teşviklerin işçi sınıfına yüklenmesiyle ölçülmektedir.
Müzisyenleri ve sanatçıları icralarıyla, eserleriyle kabul etmeliyiz. Bize ve halka illa mesaj ve akıl vermeleri, yol göstermeleri gerekmiyor. Kendi hayatlarını değil yeteneklerini, çalışmalarını, eserlerini sunuyorlar bize. Neden onların ne kadar devrimci olup olmadıklarını tartışalım ki? Amy Winehouse’un “devrimci bir çıkış” yapmasını neden bekliyoruz ki? Onun böyle bir iddiası olmadı, ona bu görevi kaba komünistler yüklüyor. Sesi neden yetmiyor, o sesle illa marş mı söylemesi gerekiyor. “Kızıl şafaktan” mı bahsetmesi gerekiyor? Aşık Veysel bundan mı bahsetti, marş mı söyledi?
Hepsi bizim ozanımız
Berkay Özbek, Amy Winehouse’un Mandela’nın 90. yaş günü dolayısıyla onuruna verilen konsere çıkmasını küçümsüyor ve Winehouse ile Köy Enstitülerinde çocuklara saz dersi veren Aşık Veysel’i kıyaslamanın imkânsız ve zorlama olduğunu belirtiyor. Diyelim ki haklı. Fakat kıyasladığımız bu değil ki. Kıyaslanan her ikisinin de bizi aynı hüznün içine almaları, orada hem tebessüm ettirmeleri hem de ağlatmaları. Aldatan (sadık olmayan) bir yardan sonra karalar bağlamak (back to black), karanlığa çekilmek ile “kara”nın, karanlığın, onunla eş değer ölümün (ki rengi de siyahtır) ışıktan uzaklığına sığınmak orada sadakat aramak arasındaki yakınlıktan, ölümle boy ölçüşme cüretlerindeki aynılıktan söz ediyoruz. Aynı şeyleri hisseden fakat birbirini hiç bilmeyen insanların; farklı dillerde ağıtlar yakan, ayrı zamanlarda ayrı diyarlarda yaşayanların duygularının aynılığını fark etmek ve paylaşmaktan…
Bu tıpkı Shakespeare’in “olmak ya da olmamak” dizesini Can Yücel’in, Osman Nihat Akın’ın güftesinden yararlanarak “Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin,” olarak çevirmesine neden olan yakınlıktır. Arada 400 yıl var; bambaşka diller, hiç benzemez kültürler ama aynı hüzün…
Aynı öfke: Bugün “Londra Yanıyor,” dün Paris, Kahire, Atina yanıyordu, evvelki gün Gazi…
Çok şükür öfkeliyim ve de hüzünlü; üstelik “ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında.”
Aynı hüzün, aynı öfke ve aynı haz… Kim engelleyecek? Hangi düzen, hangi sistem, hangi devlet halden anlar? Her mitinginde şiir okuyan Tayyip Erdoğan’dan ne farkımız olacak? Aşık Veysel ile Ozan Winehouse’u yüreğimizde buluşturamazsak Erdoğan’dan ne farkımız kalacak? Devrimcilik adına giderek ona benzediğimizi görmemiz için illa heykel mi yıkmamız gerek yoksa “devrimci bir çıkışı olamadı” demek yeterli mi? Ne diyordu Erdoğan: “Kusura bakmayın, biz de sanattan biraz anlarız!”
“Kimi sosyalistlerin her sanatçıdan komünist çıkarmak istemesini sanatın özüne aykırı” bulup “sosyalist toplumu, basitçe sosyalist bireylerin toplamından oluşan bir topluluk” olarak görmediğinizi takdir edilecek bir açık yüreklilikle ve cesaretle savunabilirsiniz ancak Kemalist bir toplum yaratma işlevini üstlenmiş köy enstitülerini yücelttiğinizde büyük bir U dönüşü yapmış olursunuz. Sosyalist gerçekçilik ile Kemalist gerçekçilik Winehouse-Veysel yakınlığından daha sahici değil mi?
Sanata muhtacız
Sanat didaktiklik üzerine kurgulanamaz. Bir eser ancak sanat olduğunda devrimci olur zaten. Neredeyse 50 küsur yıl sonra bir darbeci general çıkıp da Picasso’nun eserleri için “bunu ben de yaparım,” diyebiliyorsa aslında farkında olmadan sanatın devrimciliği önünde küçüldüğünü itiraf etmiş olur. Çünkü yapacağı zaten yapılmış ve ondan öğrenmiştir. “Siyah Kare” çizildiğinde artık bir sanat eserini üzerinin kapatılarak sansür yapılmasının imkânsız olduğu da ilân edilmişti, çünkü figüratif olmadan da resim yapılmıştı. O yüzden bugün rakı reklamlarında balık kullanmak yasaklandığında sanatın tedrisatında geçerek her imgenin diğer imgeleri de temsil ederek dile gelebileceğini öğrenmiş olanlar “köprü üzerinde balık tutanların” imgesini kullanarak balık ve rakı arasında var olan ilişkiyi çağrıştırırlar. Reklamcılar devrimci değildir ama devrimcilerin neler yaptıklarını ve gücünü çok iyi bellemişlerdir. Bugün biz devrimcilerin değil de reklamcıların afişlerini konuşuyorsak sanatı kendimize yasakladığımızdan, uzak tuttuğumuzdan, burjuva ilân ettiğimizdendir. Burjuvazi, komünistleri ve yaptıklarını taklit etmiyorsa (reklamcılık 1917’den sonra kitlelere bir afişle mal satılabileceğini keşfetmiştir) düşüncelerimizin devrimciliği değil de devrimci yanımız tartışmalı hale gelmiş demektir.
Öyle ya devrimden daha haz verici ne olabilir ki?
Sanatçı muhtaç olandır lütfeden değil
Fakat “esas mesele,” “mutluluğu, kendisinin yanı sıra insanlığın mutluluğunda da, adil bir düzende de gören ve bunun için mücadele edebilen insanı yaratabilmek,” değil, bu cümledeki zihniyettir. Bu, Jidanovculuktur, Kemalist gerçekçiliktir… Hatta Tayyip Erdoğan’ın da düşü budur. Aksine işçi sınıfının kendisini kurtaracak sanatçılara; kendinden fedakârlık yaparak iyilik bahşeden, gönlü zengin, temiz yürekli yardımseverlere ihtiyacı yoktur. Aksine sanatçı, insan olarak varlığını gerçekleştirmesinin koşulunun, mutluluk ve huzurunun teminatının, düzenin orasının burasının onarılmasıyla değil topyekun yıkılıp işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının gerçekleştirilerek yeniden kuruluşunda bulur ve kendi kurtuluşunun da ancak bu yolla mümkün olacağını gördüğü için işçi sınıfına ihtiyaç duyar.
Haz toplamı toplum
Sanatçı, işçi, devrimci… herkesin haz almaya ihtiyacı var. Fakat kapitalizm bırakın sıradan insana sanatçıya ya da kapitaliste dahi “hazdan ibaret bir dünya” vermez ve vaat etmez. Öyle olsaydı müzisyenler (sanatçılar) konserden konsere koşuşturmazdı. Dünya turneleri genelde gerçekten bir “turn” (devir) olur ve iki ya da üç yıl sürer. Kapitalizm sanatçıyı da çok çalıştırır ve asla parayı dublöre vermez.
Hazzı vaat eden kapitalizm değil komünizmdir. “Devrim halkların şenliğidir,” denilmiyor muydu? Şenlikten kast edilen marş marş yürümek değil herhalde.
İşçi sınıfının işsizleri şenlik ateşini yakmışlar bile.
O halde hep beraber söyleyelim:
London is Burning!
9-12 Ağustos 2011