Bu yazımın başlığında “ek düşünceler” ifadesi var, çünkü Çarşamba günü (Cumhuriyet) değindiklerimi tekrarlamak istemiyorum. O yazımın üzerinden düşünmeye devam etmeye çalışacağım. Yine de kolaylık olması açısından bir anımsatma yapmakta yarar var. Yaklaşık üç hafta önce bir grup öğrenci genç, konut yetersizliği sorununu protesto etmek amacıyla, kısa bir Facebook operasyonundan sonra, Tel Aviv’in en zenginlerinin yaşadığı […]
Bu yazımın başlığında “ek düşünceler” ifadesi var, çünkü Çarşamba günü (Cumhuriyet) değindiklerimi tekrarlamak istemiyorum. O yazımın üzerinden düşünmeye devam etmeye çalışacağım.
Yine de kolaylık olması açısından bir anımsatma yapmakta yarar var. Yaklaşık üç hafta önce bir grup öğrenci genç, konut yetersizliği sorununu protesto etmek amacıyla, kısa bir Facebook operasyonundan sonra, Tel Aviv’in en zenginlerinin yaşadığı bir bölgedeki Rothschild Bulvarı’nda, çadır kurdular. Bu eylem, toplumda hiç beklenmedik bir ilgiyle karşılandı, pahalılık ve yoksulluk sorunlarına ilişkin tepkileri de harekete geçirerek hızla yayıldı. Kısa sürede diğer kentlerde de çadırlar kuruldu.
Bu protesto dalgası ivme kazanarak geçen Cumartesi günü 150 bin kişinin katıldığı büyük bir protesto yürüyüşüne yol açtı. Dahası belediyeler de protesto eylemlerine destek verdiler. Pazartesi günü 100 binden fazla belediye çalışanının katıldığı bir “bir günlük” dayanışma “Genel Grevi” gerçekleşti.
Bu olayları aktaran birçok gözlemci, katılımların, din ve etnik ayrımları aşmaya başladığını, ilk kez İsrail’in Arap vatandaşlarının kafası kepli radikal Musevilerle aynı alanda eylem yaptığını aktarıyorlardı. Dikkat çeken bir diğer nokta da, güvenlik paradigmasının ideolojik etkileri altında artık silindiği düşünülen İsrail solunun (sol sözcüğünü en geniş anlamıyla kullanıyorum) bu eylemle birlikte yeniden sahneye çıkmış olmasıydı.
Akdeniz çevresindeki siyasi coğrafyada (AB periferisi, Kuzey Afrika, Ortadoğu) geçen yılın Aralık ayından bu yana yükselmeye başlayan “devrimci” dalganın İsrail’i de etkisi altına almış olması, dalganın evrensel boyutunu yeniden vurgulamak açısından son derecede önemli ama İsrail’in özgün koşulları yüzünden bir kadar da ilginç. Bu yüzden bu olayları da yakından izlemek ve üzerinde düşünmek gerekiyor.
Sömürgecilik ve sınıf mücadelesi
İsrail’de sınıf şekillenmeleri ve mücadeleleri, ta başından beri Filistin sorunuyla iç içe geçmiş durumdadır. Dahası bu sorunun varlığı İsrail’de hem sermaye birikiminin hızını etkilemiş hem de işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin serbestçe gelişmesini önlemiştir. Bir yerleşimci ve genişlemeci devlet olarak doğan İsrail’de kapitalist sınıf hem Filistin topraklarından, hem de Filistin nüfusunun sunduğu ucuz emek gücünden yararlanarak sermaye birikimini desteklemiş; hem de sınıf çelişkilerini Filistin sorununa bağlı oluşan güvenlik paradigması sayesinde dışlaştırarak yumuşatmış, işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını muhafaza edebilmiştir. İsrail burjuvazisi bir taraftan, Filistinlileri “mülksüzleştirerek” gerçekleştirdiği birikimden, toplumsal hizmetler (toplumsal ücret) yoluyla işçi sınıfına (çalışanlara) pay vermiş, diğer taraftan, işçi sınıfının en yoksul, en muhafazakâr (dinci, Rus göçmeni) kesimlerine, işgal edilmiş topraklarda yerleşim izni veren bir sömürge (yerleşimcilik) politikasıyla, bu kesimlerle kendisi arasında bir çıkar birliği alanı oluşturabilmiştir. Bu alana Filistin halkının direnişinin getirdiği güvenlik sorunları da eklenince oluşan dinci, milliyetçi, militarist hatta ırkçı ideolojinin, işçi sınıfının elini kolunu bağlayacağını kolayca söyleyebiliriz. İsrail işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı bu sorunu, ilk kez 1960’ların sonunda yayımlanan “İsrail Toplumunun Sınıf Karakteri” makalelerinde tespit eden Moşe Mahover ve Akiva Orr, sömürge sorunu çözülmeden, işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız olarak kendi siyasi çizgisini geliştirmesinin olanaksız olduğunu savunuyorlardı. Bu engeli aşabilecek tek engel, bölgesel bir devrimci dalganın İsrail işçi sınıfını da etkisi altına alması olabilirdi.
Son gelişmelere bakarak, böyle bir dalganın yükselmekte olduğunu ve İsrail işçi sınıfını da etkilemeye başladığını düşünmek olanaklı. Richard Seymour’un bloğunda (www.leninology.blogspot.com) işaret ettiği gibi böyle bir gelişme söz konusu olmakla birlikte, sömürge sorunu dinamikleri hala geçerli olduğundan, sürecin ne yönde evirileceğini önceden kestirmek olanaklı değil.
Örneğin, İsrail egemen sınıfları daha doğrusu “oligarşisi”, bir taraftan kimi ekonomik reformları devreye sokarken aynı anda bir güvenlik sorunu yaratarak (provokasyon, şiddetli bir terörist saldırı), bu dalganın enerjisini yine dışa doğru yönlendirebilir.
Yine de iyimser olmak için yeterli neden var diye düşünüyorum. Birincisi, bölge jeopolitiğindeki gelişmeler ABD-AB emperyalizmi açısından İsrail’in önemini, şimdilik kaydıyla göreli olarak azaltmış görünüyor. ABD, “Arap Baharı” dediği devrimci dalgayı denetim altına almaya, yükselen Sünni, Müslüman Kardeşler hareketiyle arasında bir modis operandi kurmaya çalışıyor. Şu sıralarda ABD-AB ekseninin, en son istediği şey, Sünnileri Şiilere yakınlaştırırken, ABD düşmanlığını yükseltecek bir İsrail “oldu bitti”siyle karşı karşıya kalmak. Bu nedenle İsrail’in yeni bir güvenlik sorunu yaratmasına olumlu bakmayacak, süreci sıkı sıkıya kontrol etmeye çalışacak gibi görünüyor. Hatta Batı emperyalizmi, bu olayları, son yıllarda denetlemekte zorlandığı Netanyahu hükümeti üzerinde baskıyı arttıracak, daha uyumlu, örneğin yeniden barış sürecini başlatmayı kabul edecek bir başka hükümetle değiştirmeyi kolaylaştıracak bir etken olarak da görebilir. Bu dinamik, İsrail hükümetinin kararsızlığını arttırarak, devrimci dalganın şekillenerek, İsrailli Arap proletaryasının ilgisini daha da çekerek yükselmesine yardımcı olabilecek ek zaman tanıyabilir.
Yine orta sınıf proletarya tartışması
İsrail’de “apartheid” (ırk ayrımcı) özellikler taşısa da, Arap ülkelerinde farklı olarak, bir parlamenter demokrasi, gelişkin bir “sivil toplum”, kozmopolit, canlı dünyanın geri kalanıyla bağlantıları yoğun bir tüketici kültürü, çok sesli bir medya, yasalara (bu yasaların özellikleri ayrı bir tartışmanın konusu) bağlı kalmaya çalışan bir yönetim var. Bu nedenle İsrail devletinin, vatandaşlarına şiddet uygulama noktasına gelmeden önce olukça geniş bir tolerans aralığı olduğu dahi söylenebilir. Bunlar oligarşinin siyasi kültürel hegemonyasının güçlü olduğunu gösteriyor ama aynı zamanda bu hegemonya zayıflamaya başladığında halk sınıflarının örgütlenme, mücadele olanaklarının, siyasi kültürlerinin düzeyi açısından olumlu koşullarına işaret ediyor. Kısacası reformlarla “hareketi” satın almak olanaklı, bir kez halkın yöneticilere, devlete güveni sarsıldıktan sonra, hızla yol almasına izin verecek koşullar da var.
İsrail ekonomisine gelince burada da ilginç bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Ekonominin durumu, küresel mali krize karşın gerçekten çok kötü değil. Ancak, gelir dağılımı bozulurken, yoksullaşma artar, zenginlik çok belirgin biçimde kimi ailelerin elinde toplanırken, hükümetler neoliberal politikalar izlemekte kararlıyken, halkın taleplerine cevap vermek kolay değil. Neoliberal politikalardan vazgeçmek oligarşinin kovasını dolduran suyu kesmek anlamına gelecek. Bu yüzden Wall Street Journal, Commentary gibi Siyonist eğilimli yayınlar, göstericileri karalamaya, bölmek için komünist parmağından, tatilde çadırlara yayılan keyif çatan öğrencilerden dem vurmaya, kalıcı olmadığını, “Arap Baharı”yla ilgisi olmadığını anlatmaya başladılar bile…
Bu da bizi son yıllarda sık sık karşılaştığımızı “orta sınıf” – proletarya tartışmasına getiriyor. Örneğin Moşe Arens, sosyal demokrat eğilimli
Haaret’z gazetesindeki yorumunda “İsrailli protestocular proletarya değil. Gururla deklare ettikleri gibi onlar orta sınıf” derken tam da bu tartışmaya girmiş oluyordu. Dolayısıyla protestolara katılanların sınıf karakterine kısaca bakmakta yarar var.
Öncelikle şu noktayı akılda tutalım: İsrail siyasi kültürünün, entelijansiyasının hatta popüler kültürünün şekillenmesinde ABD kültürünün etkisi büyük. ABD siyasi kültüründe de, işçi sınıfı, proletarya kavramları bastırılmış olduğundan, onların yerine “orta sınıf” kavramı kullanılıyor.
Şimdi İsrail’de meydana inenlere ve sokaklara çıkanların toplumsal özelliklerine ve taleplerine bakınca ne görüyoruz: Bunların ezici çoğunluğu ücretle çalışanlardan oluşuyor. Pazartesi günü belediye çalışanlarının genel greve gittiğini de ekleyelim. İkincisi sokaklara ilk önce çıkanların içinde, sağlık eğitim çalışanlarının ve ev kadınlarının (duygulanımsal- “gayri maddi emek” alanları) yanında; bilgisayar, bilgi işlem, mühendislik alanlarında ileri derece eğitim görmüş ama ücretiyle çalışanlar var. Olayın başlangıç aşamasında öğrenci gençlerin ve internetteki toplumsal ağların, dayanışma sitelerinin, cep telefonlarının vb büyük rolü oldu. Bu özellikleriyle bu hareketin başını işçi sınıfının en modern en ileri teknolojilerle çalışan kesimleri çekiyor. İsrail dünya klasmanında ileri teknoloji üreten bir ekonomiye sahip.
Bu kesimlerin taleplerine bakınca de klasik (19 yüzyıldan bu yana hiç değişmeyen) konularla karşılaşıyoruz: En başta yine konut sorunu geliyor. Sonra hayat pahalılığı ve sosyal reform (devletin sağlık, eğitim gibi iş gücünün yeniden üretimi için gerekli ama kapitalist sınıfın girmek istemediği alanlarda sorumluluğu üstlenmesi), nihayet yöneticilere olan güvensizliğin bir ifadesi olarak “gerçek demokrasi”, “toplumsal adalet” talepleri geliyor. Bunlar orta sınıfların talepleri değil. Orta sınıf demek, bu sorunları kendi kaynaklarıyla çözebilecek ekonomik koşullara sahip olmak demek.
Dünyanın her ülkesinde egemen sınıfların kültür endüstrisi, proletaryanın bu kesiminin, kendinin bilincine varmasını engellemek için çabalıyor, hatta artık en önemli işlevinin bu olduğunu bile söyleyebiliriz. Egemen sınıflar biliyor ki, bu kesim, işçi sınıfının modern teknoloji ve son derecede karmaşık “devlet makinesi” karşısında kafası karışacak yoksul, eğitimsiz parçasını değil, devlet alanını eline geçirdiği anda yönetmeye, makineyi kullanmaya, kullanamadığı yerde kırmaya, bir yenisini yapmaya başlayabilecek, bunu destekleyecek kültürü de üretebilecek kesimini oluşturuyor.
Ya bu yeni işçi sınıfı kendi bağımsız siyasi hattını, örgütlenmelerini, egemen sınıfların hegemonyasını kısa devre yaptıracak kültürü üretmeye başlarsa… Onun için, bu kesimin kendini yanlış tanımaya devam ederek, milliyetçi, ırkçı dinci akımlara yakıt olacak kafa karışıklığında kalması gerekiyor…
İsrail’de toplumsal olaylar bu sorunu, tüm karmaşıklığıyla yeniden ve çok çarpıcı bir biçimde gündeme getirdi, yakından ve sömürge sorunun bu süreçteki rolünü de ihmal etmeden izlemeye, düşünmeye ve öğrenmeye devam etmek gerekiyor…