Bu yazı iki bölümde kaleme alınmıştır. Birinci bölümü, anaakım medyada yer almayan bazı gelişmeleri paylaşmak, Suriye’nin muhalifleri hakkında bilgi vermek ve dolayısıyla isyancıların kimliğine, emellerine dair değerlendirme yapabilme olanağı sunmak içindir. İkinci bölüm ise, emperyalist işgal tehdidine karşı sosyalist solun, emekten ve demokrasiden yana örgütlerin bir tavır almayışlarına ilişkin kaygı ifadesidir. I. BÖLÜM Suriye’de halk […]
Bu yazı iki bölümde kaleme alınmıştır. Birinci bölümü, anaakım medyada yer almayan bazı gelişmeleri paylaşmak, Suriye’nin muhalifleri hakkında bilgi vermek ve dolayısıyla isyancıların kimliğine, emellerine dair değerlendirme yapabilme olanağı sunmak içindir. İkinci bölüm ise, emperyalist işgal tehdidine karşı sosyalist solun, emekten ve demokrasiden yana örgütlerin bir tavır almayışlarına ilişkin kaygı ifadesidir.
I. BÖLÜM
Suriye’de halk isyanı mı?
Suriye’de göstericilerden çok, özellikle Humus ve Dera’da sayıları bir hayli fazlalaşan silahlı isyancılar mevcut. Silahsız göstericiler var ama giderek azalan ve sayısı 100-150’yi geçmeyen bu göstericiler, ABD’nin yandaşı medya tarafından 10 binler olarak lanse ediliyor. Özellikle dış basınla birlikte El Cezire, Barada Tv, Visal Tv gibi işbirlikçi Arap medyası, bu gösterileri abartarak veriyor. Yaşları 20’yi geçmeyen gençlerin ellerinde silahlarla sokaklarda gösteri yapmaları kadar, medyanın da bu gösterileri verme şekli dikkat çekicidir. Bu göstericiler “özgürlük ve demokrasi talep eden halk” olarak lanse edilmektedir. Oysa gerçekte tüm Suriye halkı, aşırı dinci Müslüman Kardeşler’in dışında halkın sokak gösterilerine karışmadığını biliyor ve bunu söylüyor. Başlangıçta ekonomik ve siyasi talepler için protestolara katılım sağlamaya hazır ciddi bir kitle mevcuttu. Ancak kışkırtmaların ve birkaç girişimle yaratılmak istenen mezhep çatışmasının farkına varıldı. Amaçlanan halk ayaklanması, iç çatışma-isyan gibi kurgular gerçekleşemedi.
Suriye halkı emperyalist müdahalenin karşısında saf tuttu.
Nisan ayından itibaren sokaklara taşan kitlesel eylemler, yalnızca emperyalist müdahaleyi protesto etmek ve Esat yönetimine destek için yapılmaya başlandı. Fakat dış basın bu gösterileri de Esat karşıtı olarak vermeye devam etti. Hatta halkın sokağa dökülmesi için yapılan bir dizi kışkırtmaya rağmen bu ayaklanmalar gerçekleşmeyince, olmayan gösteriler varmış gibi sunuldu. Suriyeli vatandaşların anlattığı bir olay: “El cezire kaynaklı ‘Halep’te halk sokakta’ diye canlı yayın görüntüleri yayımlandı. Oysa canlı yayında protesto görüntülerini veriyoruz dedikleri gün, Halep’te dolu yağıyordu ve bırakın sokağa çıkıp miting yapmayı, esnaf kepenk kapattı. Sokaklar bomboş.”[1]
Suriyeli Muhalifleri ABD’nin finanse ettiği, Wikileaks belgelerinde geçiyor
Yayımlanan belgelere göre ABD yönetimi son 5 yılda Suriye’deki muhaliflere 6 milyon dolar göndermiş. Bir Suriye vatandaşının “Halk, bu güruhtan tedirgin; ellerinde bu kadar çok silah olan insanların barışçıl eylem yaptıkları nasıl söylenebilir? Yaratılmak istenen kaos gerçekleşmeyince, düzmece haber, sahte ve saptırma görüntüler yayımlanmaya başladı. Örneğin silahlandırılan gruplar tarafından gerçekleştirilen terör sonucu ölenleri, ‘asker-polis öldürdü’ şeklinde veriyorlar. Dera’da ibadet için camiye gidenlerin üzerine ateş açan silahlı gruplar, yanlarında getirdikleri yabancı gazetecilere yarattıkları dehşetin fotoğraflarını çektirip, namaz için camiye gidenleri ‘gösterici’ olarak tanıtıyor ve bunlara güvenlik güçlerinin ateş açtığını söylüyorlar”[2] biçiminde dile getirilen gerçekler, medya tarafından manipüle ediliyor. Barada Tv ve El Cezire tarafından saptırılarak lanse edilen haberler, Türkiye’de AKP medyasının tek haber kaynağı durumundadır.
Barada TV’yi de ABD finanse ediyor
Merkezi Londra’da bulunan ve Suriye’de yönetim karşıtı haberler yayımlayan Barada televizyonu da Wikileaks belgelerinde geçiyor. ABD’nin mali destek sağladığı muhalif oluşumlardan biridir Barada Tv. Barada’nın Yazı İşleri Müdürü Malik El Abde’nin sürgündeki Suriyeli muhalif grup Adalet ve Kalkınma Hareketi’nin kurucularından olduğu biliniyor.[2]
Suriyeli muhalifler kimdir?
Suriye yönetiminin; sosyal demokrat, sosyalist, komünist partilerle ittifak iktidarına rağmen oldukça çeşitli muhalifleri vardır. Muhalefetin çeşitliliği, iktidar kavgası içinde yer alan ve çeşitli ülkelerde muhalif pozisyonunu sürdüren kişiler ile reform talep eden grupların varlığından kaynaklanmaktadır. Muhaliflerin örgütlü bir şekilde bir araya gelişleri 2005 Dış Şam Deklarasyonu’yla gerçekleşti. Şam Deklarasyonu, içinde liberaller, Kürtler, komünistler, Müslüman Kardeşler gibi çeşitli muhalif unsurları barındıran bir şemsiye örgütlenmesidir. (ABD ile koordinasyon içinde olduğu ortaya çıktı.) Zamanla Müslüman Kardeşler imza attıkları halde deklarasyona tepki koyup, kendi muhalefetini ayrı sürdüreceğinin sinyalini verdi. Ulusal Diyalog İçin Reform taleplerinin masaya yatırılacağı bir çağrıyı Esat’ın yapması sonucunda tekrar Şam’da (ülke içinde ilk kez) toplanan muhalifler, ikinci Şam Deklarasyonu’nu yayımladılar. Fakat Müslüman Kardeşler, Şam toplantısına katılmadı. Türkiye’de İslamcı vakıfların Beyazıt’ta düzenlediği protestoda “Değişim İçin Şam Deklarasyonu Türkiye Komitesi” adlı bildiriyi okuyarak, artık Türkiye üzerinden muhalefet yürüteceklerinin sinyalini verdiler. Suriye’de toplanan Şam Deklarasyonu aleyhinde açıklama yapan kişi de, yine Barada Tv’nin müdürü Malik El Abde’dir. Çatı örgütünün Şam deklarasyonunda yer almadığını, bu oluşumun muhalefeti temsil etmediğini söylerken, Esat’ın Ulusal Diyalog çağrısını da reddediyor. Sözünü ettiği çatı örgüt, Antalya’da toplanan gruptur.
Haziran ayının başında Antalya’da toplanan muhaliflerin çağrısına uymayan Suriye’deki Kürtlerin temsilcileri, “Müslüman Kardeşler ve AKP’nin bir tezgahı” olduğunu söyleyerek toplantıya katılmadılar. Esasında muhaliflerin başında yer alması beklenen kesim, Suriyeli Kürtlerdir. Çünkü nüfus cüzdanları dahi olmayan Kürtlerin haklı ve meşru talepleri, Esat yönetimi karşısında güçlü muhalefetin simgesi olabilecek durumdadır. Ancak Esat’ın hızla gerçekleştirdiği reformların ilki, Kürtlere vatandaşlık haklarını, kimliklerini vermek oldu. Ardından Kürt aşiretlerinin ileri gelenleri ile diyalog geliştirme, “Özerklik” de dahil, talepleri masaya yatırma çağrısı, epey yankı buldu.
Antalya Toplantısının sonuç bildirgesinde, birileri kızar diye İsrail ve Filistin’e dair hiçbir laf yoktur, üstü örtük bir biçimde Alevilere tehdit ve mezhepsel hesaplaşma sinyali vardır. (“Alevilere, nefrete maruz kalmayacakları konusunda güvence verir” maddesi.)
Bu durumda muhaliflerin kimler olduğu ve ülke içinde ne talep ettikleri önemli olmakla beraber, asıl önemli olan Suriye’nin kendi iç dinamizmi ile muhalefetin demokrasi-reform talepleri uğruna verecekleri mücadeledir. Dış destekli silahlı terör gruplarının ülkeyi iç savaşa sürüklemesi ve ardından dış müdahalenin gerçekleşmesi için zemin yaratılması kabul edilemez.
Kim bu teröristler?
Silahlı çeteler polisle çatışıyor, katliamlar gerçekleştiriyor. Cisr Eş-Şuğur’da 120 polisin bir günde öldürülmesi başka nasıl açıklanabilir? Merkezi Ürdün’de bulunan bir medya grubunun Suriye temsilcisi bir bağımsız gazeteci, Türkiye’de katıldığı bir etkinlikte, 120 polisin öldürüldüğü Cisr Eş-Şuğur’daki olayı şöyle anlatıyor: “Polisleri öldürüp satırlarla doğradılar. Üstlerini soydular, polis oldukları anlaşılmasın diye. Çırılçıplak soyduklarını satırlarla doğrarken video çekimi yapıp kayıt altına alıyorlar. Bu görüntüleri yabancı basına dağıtmak için ve ‘bakın Esat’ın ordusu göstericilere ne yapıyor?’ demek için. Öldürülen polisler toplu mezarlara gömülüyor, kimilerini Asi nehrine atıp gidiyorlar. Halkı, Türkiye’ye sı
ğınmak için teşvik ediyor ve yaptıkları katliam sonucunda ordunun bölgeye gireceğini, herkesi öldüreceğini söyleyerek göç etmeye zorluyorlar. Türkiye’nin herkese kucak açtığını, orada herkese ev verileceğini, her aileye parasal destek yapılacağını söylüyorlar.”[3]
Bütün bu manipülasyona rağmen Hama’da son 2 gün ile 1 hafta arasında öldürülüp yine Asi nehrine atılan 17 polisin satırlarla parçalanmış cesetleri, medyada yer aldı. Hatta “muhalifler, Hama’ya tankların girmesinin öncesinde kentte aşırı unsurların bir katliam gerçekleştirdiğini itiraf etti” haberi de yer aldı; üstelik yandaş medyada. Söz konusu itirafın nedeni; Asi Nehri’ne ceset atarken tekbir getiren isyancılara ait görüntüler.[4]
Hatay’daki sığınmacılar
Hatay’a yerleştirilen Suriyeliler, bu korkutma ve vaatlerle gelmişlerdir. Oraya dair birçok söylenti mevcut. TC vatandaşlık hakkı ve TOKİ’den ev verileceği, her aileye 50 bin dolar nakit ödeme yapılacağı (hatta yapıldığı) söylentileri herkesin dilinde. Buna rağmen kandırıldıklarını söyleyen binlerce Suriyeli, geri dönmüştür.
Göçlerle hedeflenen şey gerçekleşmedi. Muhalif şeyh Adnan Arur, televizyondan halka çağrı yapıyor: “Şeyh Adnan sizden Suriye’yi terk etmenizi istiyor. Bizim bu konuda bir planımız var. Yakında evlerine tekrar döneceklerini bilsinler. Türkiye’ye gitsinler. Elbette biz çok sayıda vatandaşımızın evlerinden ayrılmasına üzülürüz. Fakat bu durum, katillerin insanları nasıl evlerini terk etmek zorunda bıraktığını gözler önüne sermesine yardımcı olacaktır. Bu suçlar ortaya konulmalıdır. Bu bir sır değil artık. Benim onlardan ne istediğimi biliyorlar.” [5]
Aslında tam da hedeflenen buydu. 100-150 bin göçmen gelmeliydi ki, bu durum tam anlamıyla bir savaş nedeni olabilirdi. Fakat yalnızca 16 bin sığınmacı geldi, çok geçmeden de 8 bin civarında bir nüfus, ülkesine geri döndü. ABD’nin sabırsızlığı yüzünden daha ilk kafile gelip yerleştiğinde aceleyle gönderilen iyilik meleği(!) Angelina Jolie, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği İyi Niyet Elçisi sıfatıyla çadır kenti ziyaretinin hemen ardından savaşın startı verilecekti. Bu yüzden hiçbir medya kuruluşunun yanına bile yaklaşmasına izin verilmedi ve yanında getirdiği kendi medyası aracılığıyla savaşı kışkırtan görüntüler taşıyacak, dünyaya ilan edecekti. Ama bekledikleri gibi olmadı, çünkü gelenler, savaştan ve herhangi bir katliamdan kaçmış gibi görünmüyordu. Para ve ev almaya gelen tatilciler gibiydi.
Bu sığınmacılar, amaca hizmet edemedikleri gibi, kendilerine vaat edilen yaşamı talep eden bir kitle konumundadır şimdi. Özellikle Yayladağı’daki ilk sığınmacılar, kapatılan Tekel fabrikasına yerleştirildi. Bölge halkında oluşan kanıya göre, “Hiçbir şeyi beğenmeyen (örneğin bebek maması olarak dağıtılan Bebelac ve Ülker İçim Süt’ü ‘çocuklarımız bunu yemez’ diye reddetmeleri), kendilerine sunulan üç öğünlük yemekler (İskenderun’dan getirtiliyor) ve hizmetleri yetersiz bulan Suriyeliler için her türlü konfor sağlanıyor” denilmektedir. (Özellikle sağlık hizmetleri konusunda sorunların yoğun yaşandığı, toplam üç çadırdan oluşan 10 yataklı seyyar hastanede görev yapan sağlıkçılarla sık sık tartışıldığı, hatta bir hemşirenin tartaklandığı, şikayette bulunmaması için hemşireye Türk yetkililerce baskı yapıldığı, anlatılanlar arasında dikkat çeken konulardır.) Tekel fabrikasının içi ve çevresi asfaltlanmış, piknik yerleri ve çocuk parkları inşa edilmiştir.
Büyükelçiler isyancıların başında
Özellikle ABD ve Fransa’nın Suriye’ye dış müdahaleyi gerektirecek kadar, ülkede bir iç karışıklık yaratma çabaları açıkça ortadadır. ABD’nin gizliliğine özen gösterdiği “perde arkasındaki aktör” misyonunu, aceleciliğinden olsa gerek bir kenara bırakıp, kışkırtıcılığı aleni bir şekilde yapmaya başladı. Suriye ile diplomatik ilişkileri olmayan ABD, birdenbire bu yılın Ocak ayında Suriye’ye Büyükelçi atadı. ABD’nin Şam Büyükelçisi, Robert Ford, Beşar Esat’ın Hama’daki silahlı gruplara yaptığı diyalog çağrısından hemen sonra telaşla Hama kentine gidip, isyancılarla bizzat görüşmüş, “sakın uzlaşmayın” tavsiyelerinde bulunmuştur. 8 Temmuz tarihinde Hama’da düzenlenen “Diyaloga Hayır Cuması”na katılan Ford, Hama’daki silahlı isyancılar tarafından güllerle adeta bir kahraman gibi karşılandı.[6] Büyükelçinin bu girişimi ile adeta suçüstü yakalanmıştır ABD. Silahlı terör grupları ile doğrudan temasa geçen ve bu yüzden Suriyelilerin öfkesini üzerine çeken bir diğer diplomat da, Fransa’nın Şam Büyükelçisi Eric Chevallier’dır.
Bu denli açıktan kışkırtıcılık, bir halk ayaklanması ya da barışçıl gösteri olarak hala nasıl lanse edilebilir ve emperyalist yağmanın gerekçesi olarak sunulabilir?
“Bu yağmaya seyirci kalan bizden değildir” demek için, seyirci olmaktan çıkma zamanıdır…
II. BÖLÜM
Son sözü önsöz yapmak: ABD’nin kirli emelleri var; iflasın eşiğindeki ekonomik krizini savaşla aşmak istiyor; taşeronu AKP de ateşle oynuyor! Antiemperyalistler, sosyalistler, ilericiler; birleşiniz ve bu savaşı durdurunuz!
Suriye’ye dönük emperyalist müdahale süreci hızla ilerlerken, Türkiye de dahil, dünyanın tüm savaş karşıtlarının gözleri kapalı, kulakları sağır. Zira ABD ve işbirlikçilerinin süzme haberlerini kendine kılavuz edinenlerden farklı olarak sergilenmiş bir tavır, ya da yüksek sesle dile getirilmiş bir tepki yok. Suriye’ye açıktan müdahaleyi meşru gösterme zemini düzmece haberlerle hazırlanırken, bu denli sağır ve dilsiz kalan bir sol muhalefetin durumu hangi sözcüklerle açıklanabilir?
Savaş karşıtlarının bu suskunluğunu neye yormak lazım? 2004’te 1 Mart tezkeresine karşı 100 binlerin sokağa döküldüğü Türkiye’de bugünlerde şaşırtıcı bir rehavet ve suskunluk hâkim. Ortada çığırtkanlık yapan yalnızca İslamcı örgütler ile AKP’nin sesi medya. Ve yalnızca savaş çığırtkanlığından başka bir edim yok. Türkiye’nin antiemperyalistleri ile emekten ve halktan yana olan örgütlerin, adım adım yaklaşan emperyalist savaşa karşı kılını kıpırdatmaması ne anlama geliyor?
Oldukça cılız çıkan tepkilerden net olmamakla beraber anlaşıldığı kadarıyla solun kafası bir hayli karışık. İki nedenle kafa karışıklığı vardır. Birincisi, Suriye’de olup bitenlere dair emperyalistlerin kendi medyası ile dünya kamuoyuna duyurduğu bilginin ötesinde, objektif bilgiye ulaşma çabası yok denecek kadar az. Türkiye’deki sosyalist solun Suriye’yi istikrarsızlaştırma senaryosuna dair bilgi eksikliği var ve medya dezenformasyonuna teslim olmuş görünüyor.
İkincisi, Tunus’la başlayan özgürlük taleplerinin, kangrene dönüşmüş diktatörlükleri yerle bir edeceği beklentisi ile bilinçlerde bir “Arap Baharı” şablonu oluşturmuş durumdadır Türkiye’deki örgütler. Her ayaklanmayı, ya da ayaklanma haberini, “Arap baharı işte!” diye algılama, dolayısıyla emperyalist müdahaleyi kimince geç fark etme, kimince görmezden gelme hali yaygındır. Dahası, Arap baharı diye adlandırılacak hiçbir gelişmeye izin verilmediği, tersine Araplar için “Hazan’a” çevrilen sürecin, küresel sermayenin baharına dönüştürülme müdahalesi ortadadır. Mısır’da Mübarek rejimi yıkılmış değildir; gitti zayıf düşmüş Amerikancı Mübarek, geldi yeni Amerikancı Tantavi. Tahrir meydanından feyiz alınmıştır yalnızca… Libya’da kendi elleriyle “Tahrir’ler” yaratmak için atağa geçen emperyalist güçler, kullanacakları dili de Tahrir meydan
ından esinlenerek yeniden oluşturdular: “Halkın diktatörlere karşı özgürlük ve demokrasi talepleri!..” Libya’da ‘özgürlük ve demokrasi talep edenler’ grubu, birden bire meydanlara döküldü; hem de son derece gelişmiş zuladaki silahlarıyla… ABD de hiç vakit kaybetmeden bombalarıyla destek verdi bu ‘özgürlük’ taleplerine… Hala Arap Baharı mı, değil mi, tartışmalarına boğulmuşuz. Bahreyn’de özgürlük için sokağa çıkan ve tamamen silahsız olan sivillerin üzerine Bahreyn askerlerinin ateş açması, yetmedi, Suudi askerlerin tüm dünyanın gözü önünde ‘isyanı bastırmak’ üzere Bahreyn’e girmesi, yüzlerce katliamı gerçekleştirmesi, hiç tartışılmadı bile. Arap baharıysa, Bahreyn’de olana ne demeli, Bahreyn’in kara kışı mı?
Suriye’de kızıştırılan savaşı görmezden gelme gerekçesi olamaz bu Arap Baharı takıntısı. Ancak bir diğer takıntıya izdüşümü var bunun. Bu da “Diktatörlükler yıkılsın canım!” anlayışıdır. Arap halkı diktatörleri yıkacak, baharı getirecek. Savaş karşıtı hiçbir tutum almamanın arkasında, “diktatörleri mi destekleyelim” bahanesi yer almaktadır.
Ne yazık ki bu bahaneli tutum, alenen savunma mekanizmasına dönüşmüş durumdadır. Suriye’ye müdahalenin karşısında yer almamanın gerekçesi, diktatörlerden yanaymış gibi görünme kaygısından kaynaklı olarak lanse edilmektedir. Sosyalistler açısından talihsiz bir vakadır bu durum.
Esat diktatörünün yanında tutum almamak adına emperyalist işgale ve ülkemizin savaşa sürüklenmesine karşı sessiz kalanlara sadece şu söylenebilir: Irak’a müdahaleye karşı savaş karşıtı platformu oluştururken, Saddam Hüseyin çok mu demokrattı? Kimin daha çok diktatör olduğunu ölçecek teraziye ihtiyacı yoktur sosyalistlerin şu dönemde. Amerikancılığı ile bilinen Saddam Hüseyin, daha Halepçe katliamı için dökülen gözyaşı dahi kurumamışken, kimyasal silah üretmekle suçlandığında, kimyasal silahların bahane olduğunu biliyorduk. Saddam diktatörü için değil, emperyalistlerin ve özellikle ABD’nin pervasızca işgal projesine karşı sokaklardaydık antiemperyalistler olarak.
Irak işgalinin sonuçları ortadayken, Suriye’nin BOP için stratejik önemi de bu denli açıkken, Esat’ın diktatörlüğünü tartışan ve öne çıkaran her tutum ve söylem, yalnızca emperyalist işgalin önünü açar ve vahşi saldırıyı meşrulaştırır. Kaldı ki, Suriye’nin “tek partili Baas rejimi” diye tanımlanan oligarşik ittifak yönetimi, anti demokratik ve baskıcıdır, ancak hiçbir Arap ülkesinde olmayan sosyalist-komünist temsiliyeti içeren geniş bir cephe ittifakından oluşmaktadır. Adına Ulusal Cephe İttifakı dense de, özünde sosyalist sol muhalefeti baskı altında tuttuğu açıktır ki, 1. Şam Deklerasyonu’ndan bu durum anlaşılıyor zaten. Keza hiçbir Arap lider için söylenemeyecek bir ayırt edici yanı vardır Beşar Esat’ın. Bu da otoriter rejimine rağmen, ülke nüfusunun geniş bir kitlesi tarafından -Her ne kadar ölçüt olarak alınamaz ise de, 2007 referandumunda seçmenlerin % 97’sinin “evet” dediği bir figür olduğu gerçeğinden hareketle- desteklenmesidir. (2007 referandumunda muhalefet partilerinin referandumu boykot ettiğinin, kayıtlı 12 milyon seçmenden 11 milyonun oy kullandığının altını çizmekte yarar vardır.)
Esasında ilerici muhalif unsurların demokratikleşme ve hak alma talepleri için eyleme geçmeye hazır oldukları bir dönemi yaşıyor Suriye. Ne var ki, ülkenin açık işgalini amaç haline getiren bu emperyalist kuşatma karşısında ilerici-sosyalist muhalifler, muhalefetini işbirlikçilere karşı yöneltmiş durumda. (Suriye’deki İlerici Ulusal Cephe Birliği iktidarı şu partilerin ittifakından oluşmaktadır: Yönetimdeki asıl çoğunluğu oluşturan Arap Sosyalist Baas Partisi, Arap Sosyalist Partisi, Sosyalist Birlik, Suriye Komünist Partisi, Demokratik Sosyalist Birlik Partisi, Arap Sosyalist Hareketi, Sosyal Demokrat Parti.)
Zaten biliniyor ki, Kaddafi gibi Esat’ın da ABD cephesinde sicili bozuk. Irak işgalinin ardından Suriye’ye giden ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, elinde 4-5 maddelik şartname ile 2004’te Beşar Esat’tan taahhütler talep etmişti. İmza istediği bu taahhütlerin başında özetle şu maddeler yer almaktadır: Irak işgaline karşı ABD aleyhinde konuşma, Iraklı direnişlere destek verme, İsrail’in Gazze işgaline ses çıkarma, İran’a arka çıkma… Esat’ın bu şartnameyi Colin Powell’ın cebine koyup, kovarcasına eli boş gönderdiğinde Suriye halkı, ABD’nin Suriye aleyhinde bir hamle gerçekleştireceğini biliyor ve bekliyorlardı. Nitekim, hemen arkasından Refik Hariri öldürüldü ve daha dakikalar geçmeden ABD bir açıklama yaptı; ‘İsrail’in bu saldırıyla bir ilgisi yoktur, Hariri’nin ölümünden Esat sorumludur’ diye…
Suriye üzerinden başlatılmak istenen emperyalist saldırı, Türkiye de dahil, tüm Ortadoğu’yu kasıp kavuracak bir savaşın her an patlama riskini taşımaktadır. Suriye müdahalesi basit bir emperyal tehdit değildir. Ortadoğu üzerinden kurgusu yapılmış bir senaryoyu hayata geçirmenin eşiğidir Suriye. Bu, çok istemesine rağmen tek başına ABD’nin aşabileceği bir eşik değildir. Irak ve Afganistan’da içine saplandığı bataklıktan hala kurtulamayan ABD’nin tekrar böyle bir riski göze alacak hali yoktur. Ayrıca en büyük krizini yaşayan ABD ekonomisi, tam anlamıyla iflasın eşiğindedir. Bu yüzden sermayenin kendi krizini aşmak için başvurduğu klasik emperyalist formül gereği savaş, ABD için acil gereklidir, bu krizden çıkabilmesi için. Bu nedenle işi çok acele olan ABD, Suriye’nin muhaliflerini silahlandırmakla yetinmedi, hızlıca savaş taşeronluğunu da AKP’ye verdi.
Savaşın taşeronu AKP
AKP, Suriye’nin içişlerine karışma hakkını kendisinde buluyor ve kendi ‘iç meselemizdir’ biçiminde görüyor. Suriye’ye karşı ABD- İsrail-Türkiye ortaklığının işlemeye başladığı bir süreçteyiz ve Suriye’deki silahlı isyancıları destekleme girişimleri açıktan teşhir olmuştur. (Suriye’ye İsrail ve Türkiye üzerinden gönderilen kamyonlarca silah ele geçirildi, isyancıların GSM kayıtlarının ve iletişim kurup direktif aldıkları kişi ve grupların merkezinin Türkiye olduğu açığa çıkmış durumdadır.)[3]
ABD’nin Irak işgaline dair tutmayan “demokrasiyi götürüp geri dönerim” kurgusu vardı. Fakat geri kaçamaz duruma geldiği Iraklı günleri tekrar yaşamamak için olsa gerek, bu kez Suriye’ye dair “rejimi yık, geri çekil” görevini AKP’ye vermiştir. AKP de, ABD adına talepler iletmek üzere Davutoğlu’nu Şam’a gönderirken, esasında tanklarıyla Suriye’ye girmeye hazırdır. Davutoğlu’nu Şam’a göndermeden bir gün önce Genelkurmay’ın da katıldığı bir toplantının ardından ABD’nin Ankara Büyükelçisiyle görüşmesi, bir tek işareti veriyor: ABD planını tıkır tıkır işletiyoruz; Şam’a son ihtar ve ardından saldırı…
Suriye için Tayyip Erdoğan’a, tıpkı ABD’nin formüle ettiği gibi “saldır, benim rejimimi kur ve çekil!” biçiminde bir müdahale çağrısı, kışkırtıcı Şeyh Adnan Arur’dan geldi: “Türkleri selamlıyorum ve Erdoğan’a, ciddi adımların atılmasının zamanın geldiğini söylemek istiyorum: tanklarla gelseniz bile Suriye halkı sizi memnunlukla karşılayacaktır. Suriye halkı size hoş geldiniz diyecektir.” (Muhalif Visal tv’den canlı yayın) Tayyip Erdoğan da tanklarıyla girmeye hazırlanıyor ki, Suriye’ye “artık sabrımız kalmamıştır” diye ihtar çekti.
Erdoğan’ın sertleşen üslubuna karşılık Şam’dan gelen yanıt, medya tarafından yine süzülerek verildi. Suriye’nin açıklaması, “Davutoğlu geldiğinde bizim de yanıtımız sert olacaktır” biçiminde verildi. Oysa Cumhurbaşkanlığı Siyasi ve Basın Dan
ışmanı Büseyna Şaban; “Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu, kararlı bir mesaj iletmek amacıyla Suriye’ye geliyorsa; silahlı terör gruplarının sivil vatandaşlara, askerlere ve polislere yönelik vahşice katletme eylemlerini hala kınamayan Türkiye’nin tutumuyla ilgili Suriye’den daha kararlı bir cevap duyacak” demişti. [7]
AKP ateşle oynamaktadır. Müdahalenin baş aktörü olmaya soyunduğu bu sürecin sonunda ortaya çıkacak mezhepsel çatışmanın, Şii Arap ülkelerinin yanı sıra Türkiye’de başta Hatay olmak üzere Adana, Tarsus, Mersin ve diğer bölgelerdeki Alevi nüfusa yansıması şu olacaktır: Etnik ve mezhepsel çatışma sonucu kan ve gözyaşı; alabildiğince neoliberal talan ve “gericilik”…
Kapitalizmin en derin krizini yaşadığı bir dönemdeyiz. Neoliberalizmin tüm yaşam alanlarını cehenneme çevirdiği bir süreçte, başta emperyalist eylemlere hazırlanan İsrail ve İngiltere olmak üzere, dünyanın birçok yârinde hayat pahallılığa, işsizliğe, açlık ve yoksulluğa karşı halklar sokaklara dökülmeye başladı. Sosyalist solun bu küresel krizi fırsata çevirme, emperyalistlerin kurtuluş olarak sarıldıkları savaşı engelleme ya da en azından emperyalistleri “kendi krizlerine boğmak” anlamına gelecek bir ayaklarını tökezletme şansı, her zamankinde daha fazladır. Kan ve gözyaşı üzerine inşa etmeye çalıştıkları “ayağa kalkış” hamlesini boşa çıkartmak mümkündür. Bunun yolu da, Suriye müdahalesine karşı birlikte bir hat örmekten geçer. “Emperyalist yağmaya seyirci kalan bizden değildir” demek için, seyirci olmaktan çıkma zamanıdır! AKP ateşle oynuyor! Antiemperyalistler, sosyalistler, ilericiler; bugün savaşa hayır diyebilmenin olanağı düne göre daha fazla. Artık bir araya gelmenin zamanı gelmedi mi?
Dipnotlar:
1. Lazkiye’de yaşayan vatandaşlardan dinlediğim
2. Suriye’den Mektup, sosyalist forum
3. Türkiye-Suriye dayanışması Sempozyumu, Ankara
4. Muhalefetten yana bir çizgide habercilik yapan İngiliz Telegraph gazetesinin Ortadoğu muhabiri Adrian Blomfield’ın imzasını taşıyan haber, haber.sol.org
5. islamidavet.com
6. Tevhid haber: http://www.habereditor.com/news_detail.php?id=79126
7. www.sana.sy/tur