“Ortalama insan sendikaların işçi sınıfının çıkarları için mücadele eden örgütler olduğunu sanır. Zira, her şey öyle sanması için tasarlanmıştır. Esasen teorik olarak da öyle olması gerekirdi… Bu durum, daha baştan sendikalar ve sendikacılara yönelik eleştirinin önünü kapatıyor. ‘İyi bir şey yaptıklarına dair’ ‘ortak anlayış’, bu örgütlerin gerçek işlevlerinin, pis misyonlarının anlaşılmasını zorlaştırıyor. Oysa gerçek dünyada […]
“Ortalama insan sendikaların işçi sınıfının çıkarları için mücadele eden örgütler olduğunu sanır. Zira, her şey öyle sanması için tasarlanmıştır. Esasen teorik olarak da öyle olması gerekirdi… Bu durum, daha baştan sendikalar ve sendikacılara yönelik eleştirinin önünü kapatıyor. ‘İyi bir şey yaptıklarına dair’ ‘ortak anlayış’, bu örgütlerin gerçek işlevlerinin, pis misyonlarının anlaşılmasını zorlaştırıyor. Oysa gerçek dünyada durum hiç de öyle değildir. Ekseri sendikalarla işçi kitlesi arasında tam bir ilişki tersliği vardır ve ilişkinin yönü işçi kitlesinden sendika yönetimlerine doğru değil, sendikadan [sendika bürokrasisinden densin] işçi kitlesine doğrudur, yani terstir… Zira, işçilerin öz örgütü olması gereken sendikalar, sınıfa ve onun tarihsel çıkarlarına külliyen yabancılaşmış durumdadırlar. Bu niteliklerinden ötürü de, bir bütün olarak ezilen-sömürülen sınıfın değil, egemen sınıfın hizmetindedirler. Bunlar egemen düzene pek faydalı hizmetler sundukları için, iktidarlar tarafından her türlü açık ve dolaylı desteği görürler. Kendilerini solda sayan ya da öyle oldukları sanılan ‘aydınlar’ da bu yapıları eleştirmekten özenle kaçınırlar. Gerekçeleri de sendikaların işçileri bir çatı altında toplayıp, örgütlemelerini büyük bir başarı olarak görürler. Bunlardaki yozlaşmayı hafife almanın ikinci gerekçesi olarak da bunların ‘ekonomik amaçlı örgütler’ olduğu, politikanın siyasi partinin işi olduğu saçma düşüncesidir. Elbette dağınık, bölük pörçük, kapitalist patron ve devlet karşısında pazarlık gücü olmayan işçilerin bir örgüt çatısı altında toplanması önemlidir ama asla yeterli değildir. Kitleye ve onun tarihsel çıkarlarına yabancılaşmış bir sendika bürokrasinin denetleyip-manipüle ettiği söz konusu örgütler aslında kapitalistlerin, devletin ve bürokratik deformasyona uğramış yozlaşmış sendika bürokrasilerinin hizmetindedirler. Durum böyledir ama sendika yöneticileri ağızlarını her açtıklarında ‘işçilerin çıkarlarından’, ücretlerin düşüklüğünden, vb. söz ederler…” (Fikret BAŞKAYA-15.07.2007)
Büro Emekçiler Sendikası… Geçmişte Türkiye’de toplumsal muhalefetin önemli bir temsilcisi olmayı başarmış KESK’in bir sendikası… 15 Temmuz itibariyle 8 yıllık avukatının işine Merkez Yönetim Kurulu (MYK) kararı ile son verdiği, bir genel merkez çalışanının da kendisine karşı mobbing (işyerinde psikolojik taciz) uygulandığı gerekçesiyle istifa ettiği bir sendika…
Uzun yıllar BES’in farklı organlarında yöneticilik yapmış biri olarak böyle bir yazıyı kaleme almaya kalkmak bile benim için başlı başına bir iş. Çünkü yöneticilik, insana öyle bir ‘ayrıcalık’, öyle bir ‘meziyet’ katıyor ki; aslında demokratiklikle ilgisi olamayan merkeziyetçiliği demokratik-merkeziyetçilik olarak savunma yeteneğini, örgütsel tutum kaygısıyla susmanın örgüte verdiği zararı yıllarca görmeden yapabilme yetisini kazandırıyor insana. Ama bu körlüğün ya da suskunluğun ne sendikalara ne de sınıf mücadelesine bir katkısı olacağını düşünmek aptallık olur. Zararlarını ise saymakla tüketemeyiz.
Yazımın başlığına ilham olan ve yukarıda bir kısmını alıntıladığım Fikret Hocanın “Sendikaları ve Sendikacıları Nasıl Bilirdiniz” başlıklı yazısı, 2007 yılında Tüm Bel Sen ile sendika çalışanları arasında devam etmekte olan toplu sözleşme döneminde yayınlanmıştı. O tarih itibariyle de doğru bulduğum bu yazının bazı bölümlerini 2008 yılında BES’in merkez genel kurulunda delegelerle paylaşmıştım. Ancak, biliyordum ki, benim katıldığım bu tespitlere birçok siyasal anlayışın kadroları ya da MYK üyeleri katılmıyor, daha da acısı katılsa da pratikte tersini sergiliyorlardı.
2008 yılında yapılan BES Genel Kurulu, yine BES MYK’sının oy çokluğu ile aldığı bir karar nedeniyle yönetici ücretlerinin tartışıldığı, söz konusu kararın tüzüğe ve mücadele kültürümüze uygun olup olmadığının uzun uzun konuşulduğu bir kongre olmuştu. Aslında bir MYK kararından çıkardığımız çok şey vardı, önemsediğimiz bir konuydu. Bu nedenle, genel kurula bir önerge vererek 6 ay içerisinde seçimsiz bir olağanüstü genel kurul yapmayı önerdik. Yüzleşme bir arınma ve tedavi olma sürecidir diyerek adını da YÜZLEŞME GENEL KURULU koyduk. Bugün sendikamızın içinde olduğu durumu görünce, önerinin ne kadar samimi ve gerekli olduğu ortadadır.
Önergemiz salonda bulunan 350-400 kişilik genel kurul delegasyonunun yaklaşık üç yüzünün oyu ile kabul edildi, ama sadece 7 kişiden oluşan MYK bu kararı uygulamayarak genel kurul çağrısını yapmadı. Peki, hem MYK’ya hem de önergeye oy vermiş olan siyasal anlayışlar bu kararın 7 kişi tarafından uygulanmamasına karşı ne yaptı, biliyor musunuz? El altından “olağan bir genel kurulda olağanüstü bir genel kurulun toplanmasına karar verilip verilemeyeceği konusunda hukuki problemler olduğu” gibi akla zarar bir gerekçeyi tartıştırıp, genel kurulda attıkları imzada ne kadar samimi olduklarını gösterdiler. Tabiidir ki, tüzüğün 100 delegeye verdiği yetkiyi 300 kişinin kullanmış olmasının hukuki olup olmadığını tartıştırmak da büyük bir siyaset cambazlığı veya ustalık gerektirmekteydi ve bu özellikler de sendikal bürokrasinin tüm damarlarında mevcuttu. Yönetimde olan ve önergeye karşı oy kullananlar demokratik merkeziyetçilik ilkesini çiğnemek dışında zaten bir şey yapmadı, kıllarını bile kıpırdatmadılar. Yönetim dışı kalanların ise “müzmin muhalefet” dışında yapabileceği bir şey yoktu. Kimse var mı diye bağırdık, bağırdık, ama kimseler duymadı. Bir ahrazın kendi dibindeki gürültüye bağırdığı gibi…
Birileri gaipten bana sesleniyor ve diyor ki, “sanki PROGRAM VE YÜZLEŞME genel kurulu yapılsaydı sorunlar çözülecekti. Hep aynı hikaye!” Olasılık… Denemedik veya başlamadık ki… Belki başlasak, en azından BES öznelinde bazı konuları aşabilirdik. Belki bu yazıyı yazmak durumunda kalmazdım…
2011 yılına geldiğimizde de değişen veya ders çıkarılan bir durumun olmadığını, tam aksine bürokratizmin, yabancılaşmanın ve çürümenin sendikaların her organına sirayet ettiğini görmemek için ya kör olmak ya da gerçeklerin acımasızlığıyla yüzleşmekten korkmak gerekiyor. Oysa bizim sendika yöneticilerinin her olumsuzluğa ‘pratik’ çözümler bulmakta üstlerine yoktur, oldukça akıllı ve kıvrak zekâlıdırlar. Aksi durumda binlerce üyeyi, hiçbir kazanım sağlamadan, onlarla doğru düzgün ilgilenmeden, hatta görüp de görmemezlikten, duyup da duymazlıktan gelerek ‘yönetmek’ mümkün olmazdı.
Tüm Bel Sen’in 2007’de yaşadığı sürecin benzerini BES 2011’de yaşadı. 8 yıllık avukatını ipe sapa gelmez gerekçelerle ve 7 kişilik MYK kararıyla oybirliğiyle attılar. “ATTILAR..” Ne kadar acı, ne kadar yüz kızartıcı bir tanımlama, değil mi? Bir yetkiyi, bir gücü kullanarak attılar. ‘Biz’ demeyi unutup, ‘ben’ deyip attılar.
pencerenizden dışarı baktığınızda güneşini saklamıyorsa gökyüzü sizden,
kıyılarınızda çekilip gitmiyorsa deniz terk eden sevgililer gibi
ıslak utancından kanatlarını çatılarınıza bırakıp kaçışmıyorsa kuşlar
ve apak karınlarındaki dinamit yaralarını sofralarınızdan saklıyorsa balıklar
ve korku sarısı yüzlerinize birer tokat gibi inmiyorsa şafaklar
birileri yaşadığınız günlerin diyetini ödediği içindir.
(Nevzat Çelik)
Mirasyediliğin daniskası…
1989 yılının, daha benim ortaokul-lise öğrencisi olduğum dönemlerinde baş
layan kamu emekçilerinin sendikalaşma süreci, canlılığıyla, coşkusuyla, inancıyla büyüdü, gelişti. Bu uğurda düşenler oldu. Bedeller ödendi; canıyla, hayatıyla, geleceğiyle. 12 Eylül karanlığının şafağını aydınlatan bir ışık oldu kamu emekçileri. Toplumsal muhalefete bazen nefer, bazen de önder oldular. Ellerinde pankartları, dillerinde türküleriyle geldiler ve bir örgütsel-kültürel miras oluşturdular.
1995’te KESK’in kurulması ile büyüyen her örgütte olduğu gibi bürokratizm adım adım güçlenmeye başladı. Tüm silahlarıyla ve sabırla güçlendi. Gelişmemiş/ham bir insanın dürtüleri, egoları vardı örgütte, yönetenlerde, 80’den sonra kalan siyasetlerin kalıntılarında… Bu dürtüler, bu egolar, bu canavar büyüdükçe büyüdü. KESK, toplum gözünde meşru bir temele oturmasıyla birlikte “muhatap” alındı siyasal iktidarlarca. Görüşüldü. Derdiniz ne dendi, ufak bazı sorunlar çözüldü. Sonra aidatların bankadan kesilmesine izin verildi. Daha sonra, siz yasalsınız dendi. Yorulmayın, işe gitmeyin, maaşınızı kendiniz toplayın dendi sonra. Profesyonel olun, bırakın bu amatör ruhu dendi vs. Diyenler ne dediğini ve neden dediğini biliyordu. Aslolan bu denilenlerin hepsini, bin bir türlü gerekçeyle süsleyerek içimizden birileri de diyordu. İkili cephe birbirini tamamlayarak sürgit devam ediyordu… Ellerinde pankartları, dillerinde türküleriyle gelen memurların (sosyalist, devrimci, yurtsever, politik-apolitik, sağcı-solcu, Türk-Kürt, Alevi-Sünni vs.) oluşturduğu o mirası yemeye başladı. O kadar iştahlı bir canavardır ki bu, son zerresine kadar da yiyecek mirası.
“Biz bu yasaya sığmayız, biz bu deli gömleğini yırtarız, biz…, biz…” gibi cengaver birçok söylem içinde geldik bugüne. Bugün bakıyorum ve üzülüyorum, en azından o kötü zamanlarda bile “biz” varmış, bugünse “ben”…
Önceleri daha çok çalışan, üreten, emek veren kadrolar yönetiyordu sendikaları. Sonra siyasal anlayışlarca belirlenen temsilciler, şimdi ise kendilerini siyasal grupları içinde kulislerle var edebilen kişiler. Hatta hayat tersten akmaya başladı, siyasal anlayışlar tarafından belirlenen yöneticiler o siyasal anlayışları kendi durumu, çıkarları, ilişkilerine göre yönlendirip, kendisini oraya görevlendiren/seçtiren anlayışlara şeflik yapmaya, onları tersten yönetmeye başladılar. Biri çıkıp da desin ki YALAN… Sorarım o zaman, bir MYK üyesi nasıl “imzamı attım, arkasındayım” diye ipe sapa gelmez gerekçelerle aldığı kararda ısrar eder. Veya aynı anlayıştan insanlar kararı yanlış bulduğunu bire bir sohbetlerde ifade edebilirken, kendi seçtiği yöneticinin karşısında nasıl sus-pus oluyor? Ya BES MYK’sının bize bırakılan kültürden haberi yok, ya da artık yolgeçen hanı olmuştur orası. Siyasal anlayışlar da sıçrama tahtası!..
Ama, anlayışların (ya da artık kişilerin diyebiliriz) sadece yönetme hırsıyla, ilkesel olmayan ittifaklarla derme çatma bir siyasal kültüre emanet ettiği sendikalar, bu saate kadar sadece mirası tüketerek yoluna devam ediyor. Profesyonel, maaşlı (tüzükler hak getire, yan ödemeli, ek ödemeli, mesaili, yemek-yol-ağırlama-konaklama vs. ücretli) yöneticilere, onların ahlakı ve vicdanına teslim edilmiş bir süreç… Kimse bilmez ne yerler, ne içerler, sabah kaçta kalkarlar, kaç gün izin kullanır, izni kimden alırlar, kaç gününü tatilde geçirirler… Kimse sormaz da zaten.
gocunmayın güzel beyler hanımlar
alınıp incinmeyin
silah silah çatmayın o güzel kaşlarınızı
imdatlara saldırmayın
basmayın düğmelere
yürekleri hoplatmayın
güzel beyler hanımlar
(H. Hüseyin Korkmazgil)
Siyasal-Ahlaki Çöküntü…
İş güvencesini savunan bir sendikada, işten çıkarma diye bir olay olamaz, kabul edilemez. Bu işin tek istisnası, mücadeleyi boşa çıkaran iş ve eylemler ile hırsızlık, zimmet, yolsuzluk, taciz, tecavüz gibi durumlardır. Bu durumlar da iddiadan ibaretse, adalet ve vicdan duygusu ile örgütsel mekanizmalar en geniş şekilde kullanılarak karar verilir.
Türkiye’de kurulu bütün sendikalarda, özellikle işçi sendikalarında bürokratizm, yabancılaşma ve çürüme -birinde biraz az diğerinde fazla- inkar edilemeyecek kadar gerçektir. Aslolan benzeşmek ise, KESK ve bağlı sendikalar bu konuda kendi gelişiminden de hızlı.
Sendikada emeğiyle ya da beyin gücüyle çalışan emekçileri mücadele arkadaşı yerine, işçi olarak görenlere “patron” demezsek nasıl tanımlayabiliriz? Ya da, günde en az 4-5 saat birlikte, bir çatı altında çalışan bir emekçiyi değiştirip dönüştüremeyen bir yöneticiye ne demeli, bir temsilcimizin ŞTK’da dediği gibi ‘bankamatik sendikacısı’ mı?..
BES, mücadeleciliği ve farklı uygulamaları ile KESK’in yaramaz çocuğuydu. Tüzüğünde karar organları geniş ve demokratik olan, yönetici ücretlerini işyerinde aldıkları ücretle sınırlandırmış nadir sendikalardan biri. Bu ücretleri internet sitesinden ilan eden bir örgüt. 2 dönem üst üste seçilen yöneticilerin 3. dönemde aday olamayacağını kabul etmiş bir sendika.
Ancak, BES’te yaşanan siyasal-ahlaki çöküntü de yine bu konuda alınan bir MYK kararı ile başlamıştır. Yöneticilere, 200’er lira yol, yemek, mesai vs. ücreti ödenmesine karar verilmesiyle bürokratizm BES’te büyük bir kale daha kazanmıştır. Yani MYK, kendi kararıyla kendi ücretini düzenlemiştir. Üstelik başka sendikalardan örnekler verilerek, Eğitim Sen de şu kadar, SES’te şöyle böyle diye savunularak kılıflar uydurulmuştu bu karara.
Hiç unutmam, bir MYK üyesi hem genel kurulda hem de bir Merkez Temsilciler Kurulu’nda (MTK) bu karara karşı çıktığımız için kürsüden “bize ahlak dersi veremezsiniz” diye kükrüyor, bu paranın bir hak ediş olup olmadığının üniversitelere sorulabileceğini söylüyordu.
Av. Sevil Ceylan ERKAT, birlikte mesai tükettiğim için de biliyorum ki, gerek mesleki yeterliliği, gerekse de siyasal perspektifi bakımından BES için iyi bir çalışandı. Bunu sadece ben değil, atılmasını protesto için imza koyan 300’e yakın BES’in kadrosu da böyle söylüyor. Özellikle 2005 ve sonrası dönemde Ankara’da yaşanan ve onlarca sürgün, yüzlerce disiplin cezası verildiği, temsilcilerimizin memuriyetten men edildiği dönemin avukatıydı o, ve bu süreçten de alnının akıyla çıkmıştı. İşten atılma gerekçelerini tartışmayacağım. Ama iki hususa değinmeden de geçemeyeceğim. Birincisi, iş üzerinden yaşanan aksaklıklar ve il dışı görevlendirmeler, ikincisi ise 21 Mart’ta işe gelmemesi. BES’in hukuk alanında birçok sıkıntı yaşadığını, tek avukatın bu işin içinden çıkamayacağını her fırsatta ifade eden Av. Sevil Ceylan ERKAT’ın kendisiydi. İl dışına gidememesinin nedeni ise küçük bir çocuğunun olmasıydı. Burada bu sorunu bilmesine rağmen çözmeyen MYK mı haklı, yoksa sorunu sürekli dile getiren Sevil mi haklı? 21 Mart’ta işe gelmeme gerekçesine ise verilecek tek cevap; ya bahane ya da ırkçılık… 21 Mart değil de 1 Mayıs olsaydı, hiçbir sorun olmazdı, değil mi?.. Burjuva devlet hukukunda bile görülmemiştir, bir gün işe gelmeyenin işten atıldığı!
İstifa eden Songül (Leyla) SÖNMEZ de 10 yılı aşkın süredir Genel Merkezde çalışıyordu. Onun da gecesi gündüzü yoktu. Onun da kaderi 7 kişilik MYK’nın iki dudağı arasındaydı. Önce farklı ücret uygulamalarıyla iş barışı bozuldu, çalışanlar birbirine düşman edildi. (Maliye Bakanlığı’nda devletin yaptığı uygulamayı hatırladım birden…) Sonra Sevil olayı… Daha sonrası malum… Yıllarını BES’e vermiş bir emekçi, kendisine mobbing uygulandığını ifade ederek istifa ediyor.
Sendika mı, hukuk bürosu mu?
Avukatımızın işten atılmasından sonra daha tuhaf şeyler yaşanmaya başladı. Genel Merkez, kendi yazısıyla örgütlülüğe duyuruyor, bir hukuk bürosuyla anlaşılmış, 6 kişilik bir avukat grubu hizmet verecekmiş. Maliyeti daha düşükmüş, kurumsallıkmış vs. Ama asıl olay şu; kazanılan davalar üzerinden alınacak vekâlet ücretlerinin yüzde 70’i hukuk bürosuna, yüzde 30’u ise BES’e verilecekmiş. Yani sendikamız kendisine yeni bir gelir kaynağı ihdas etmiş.
Vekalet ücreti, avukatları o davaya verdiği emek karşılığında avukatlarca kazanılmış olan bir haktır. Bu hakkın, bir kuruma ya da kişiye devredilmesinin doğru ya da yanlışlığının elbette öncelikle söz konusu hukuk bürosu avukatlarının Genel Başkanı, yöneticisi ve üyesi olduğu Çağdaş Hukukçular Derneği olmak üzere tüm avukatların tartışması gerekir. Tabii ki, işten atılan bir üyelerinin işinin Genel Başkanları ve üyelerinin oluşturduğu bir hukuk bürosu tarafından alınmasını da bu konuyla birlikte değerlendireceklerine de inanıyorum.
Ancak, BES açısından durum daha da içler acısıdır. Özellikle 4688 sayılı yasanın yürürlüğe girmesinden sonra sendikaları yoğun bürokratik işlere saplanmış olduğu, adeta birer hukuk bürosuna dönüştükleri sürekli tartışılan bir konudur. Şimdi bu kararla birlikte bu durum resmen de tescillenmiş olmuyor mu? Tabii, ne kadar çok dava, o kadar çok para! Bugüne kadar, sendikal faaliyetten dolayı olmadığı için BES tarafından açılmayan davaların nasıl açıldığını göreceğiz artık. Üye yapmaya, örgütlenmeye de gerek yok. İyi bir hukuk bürosu, iyi bir reklam, gerisi gelir zaten…
Ama bir soru da sorulmadan geçilemiyor. BES’in avukat üyeleri var, hazine avukatları. Sözleşmede konan hükümlerle Vekalet Ücreti Tevzi Yönetmeliği de oransal olarak örtüşmüş. İşveren devlet, bu avukatların vekalet ücretlerindeki devlet keseneğini arttırırsa, BES bu duruma ne diyecek? Ya da hazine avukatı olan üyeler, sendikanın bu yönetmelikteki kesinti oranının kaldırılmasını istese…
Yüzleşmek şart…
Bu kararlara imza atmış olan BES MYK’sı benim yönetimim olamaz. Benim gözümde artık meşru değildirler. Birçok üyenin de benim gibi düşündüğünü biliyorum.
Artık örgütümüz zarar görmesin diye susmanın ne sendikalara, ne de kamu emekçilerine bir faydası vardır. Bu durumdan tek yararlanan sendika bürokrasisidir. “Kol kırılıp yen içinde kalsın” dönemi bitmiştir artık. Mızrağın çuvala sığmayacağını herkes anlamalı artık.
Bu çürümenin, bu yozlaşmanın son bulması için, bürokratizmle etkin ve samimi bir mücadele için, sendikaların sınıfın gerçek örgütleri olması için bir yüzleşme şarttır artık. Ve BES bu kararı genel kurulunda almıştır. Uygulama ya da uygulatmak görevi BES üyelerinindir, işyeri temsilcilerinindir, siyasal kadrolarınındır, siyasal anlayışlarındır. Profesyonellik ve sonuçları, yöneticilerin ücretleri ve özlük hakları, sendikaların personel politikaları ve mücadele programları tartışılması gereken başlıca konulardır.
Aksi halde, binlerce kamu emekçisinin -ki birçoğu yaşamıyor artık- tertemiz emeği, ödediği bedeller üzerine kurulmuş bir örgütün, nasıl bir ahlaki çöküntü anıtı, nasıl bir bataklık haline geldiğini izlemek düşecek bizlere.