“Haziran seçimlerinden sonra yeni YÖK yasası çıkacak, kâr amaçlı kurumlar üniversite açabilecekler. ‘Kârlılık’ tepemizde sallanan değil doğrudan akademinin kalbini hedef alan bir kılıca dönüşecek. ‘Kâr getirmeyen bölümler kapatılacak’. Kapatılmaması için bir neden var mı?” Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin sayısı bugün 61’e ulaştı. YÖK’ün de ilk ve uzun yıllar başkanlığını yapan İhsan Doğramacı, yine ilk vakıf üniversitesini […]
“Haziran seçimlerinden sonra yeni YÖK yasası çıkacak, kâr amaçlı kurumlar üniversite açabilecekler. ‘Kârlılık’ tepemizde sallanan değil doğrudan akademinin kalbini hedef alan bir kılıca dönüşecek. ‘Kâr getirmeyen bölümler kapatılacak’. Kapatılmaması için bir neden var mı?”
Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin sayısı bugün 61’e ulaştı. YÖK’ün de ilk ve uzun yıllar başkanlığını yapan İhsan Doğramacı, yine ilk vakıf üniversitesini 1992’de açan kişi olmuştu. Bundan sonraki yıllarda yeni vakıf üniversitesi kuruluşları yavaş bir seyir izlese de yüzyılımızın başından bu yana hızla çoğalarak bugünkü seviyesine ulaştı. Akademik demokratik özerkliği olmayan üniversitelerde üstelik bir de yetersiz ücretle idare etmeye çalışan öğretim üyeleri ya emeklilikleri dolduğunda, ya da emekliliklerinden önce alternatif olarak gördükleri vakıf üniversitelerinin iskelet hoca kadrosunu oluşturdular.
Özellikle son yıllarda özelleştirilerek satılan kimi kamu bina ve arazilerinin tepesinde yeni bir vakıf üniversitesi tabelasını görmek şaşırtıcı olmaktan çıkmaya başladı. İstanbul’da Tekel’e ait idari ve fabrika binalarının birçoğu bu tür kurumlara tahsis edilmiş durumda. 97 devlet üniversitesine karşılık 61 vakıf üniversitesi; yaygın deyimiyle özel üniversite bulunuyor. Sosyal devletin olmadığı yerde eğitim-öğretim gibi temel insan hakkının devlet desteğinde alınır satılır bir metaya dönüştürülmesi sermayenin yeni pazar ilişki biçimlerinin vazgeçilmez bir parçası.
Vakıf üniversitelerinin yapısına baktığımızda genellikle mülk ve sermaye sahipleri tarafından önce bir vakıf kurulduğunu veya önceden kurulmuş vakfın YÖK’ün 56.maddesine dayanılarak bünyesinde bir de üniversite kurduğunu görmekteyiz. Vakıflar tarafından kurulan üniversiteler tıpkı devlet üniversitelerinde olduğu gibi genel olarak bilginin geliştirilmesi, bilimsel araştırmaların sağlanması, yayılması ve buna uygun akademik kadroların yetiştirilmesi amacını taşısa da pratikte bunun tersi bir amaç işlerlik kazanmıştır. Öğrenci müşteri, öğretim görevlisinden temizlik işçisine kadar bütün çalışanlar da neo liberal piyasanın tasarruf ve kâr sağlama ihtiyacına cevap verecek bir döngü arcının unsurlarıdır. Onun için vakıf üniversiteleri için pratikte özel üniversite, ‘bir cepten çıkan paranın diğer cebe girdiği’ yerler diye adlandırılması da boşuna değil elbet…
Masumane görünümdeki amaçları için devletten de bütçe desteği alan vakıf üniversitelerinin kuruluşu, işleyişi, çalışanların hukuki statüsü açısından değişik kanun hükümlerine tabi olmakta. Vakıf statüsü açısından Vakıflar Kanunu, eğitim-öğretim alanı akademisyenlerin özlük hakları açısından bir bakıma YÖK Kanunu, çalışanların hak ve sorumlulukları açısından hem YÖK hem 4857 Sayılı İş Kanunu hükümlerine tabi oluşu pratikte çalışanlar açısından birçok sorunu ve ayrımcılık ilişkilerini beraberinde getirmektedir. Ancak tüm bunlara karşın bütün çalışanların iş akdi 4857 Sayılı İş Kanunu kapsamındadır. Profesör olsun araştırma görevlisi olsun, sekreter, teknisyen ve ya temizlikçi olsun hepsi devlet olmayan bir patrondan ücret aldıkları için işçi statüsündedir.
Vakıf üniversiteleri, vakfın amaçları, farklı nitelikteki personelin değişik kanun hükümlerine göre farklı yorumlanan hakları bir yana, özel dershaneler, özel okullar gibi parayı verenin düdüğü çaldığı özel bir eğitim işletmesi alanına giriyor. Bu okullarda akademik personel, idari personel ve bakım, onarım, temizlik işlerini yapan personel olmak üzere üç kategoriye ayrılan işlerde eleman çalıştırılıyor. Yaptıkları işler ne olursa olsun çalışanların ücret ve ücrete bağlı hakları nitelik olarak aynı. Farklılıklar işveren olarak vakıf mütevelli heyetinin çalışanlarla yaptıkları sözleşmelerde ortaya çıkmaktadır.
Sorunları kampus duvarları ardına sıkıştırılmış, baskılanmış akademik bir ortam
Ülkemizde mevcut 61 vakıf üniversitesinde 10 bini aşkın akademik personel olmak üzere 50 bin dolayında kişinin çalıştığı tahmin edilmektedir. Tabi her iş yerinde olduğu gibi bu tür işyerlerinde çalışanların ne tür sorunlar yaşadığı, kâr amaçlı gösterilmeyen vakıf üniversitelerinde kârlılığın nasıl öncelikli kılındığı, akademik özerkliğin, bilimsel araştırma ve geliştirmenin birer palavradan ibaret olduğu da örgütlenme mücadelesiyle birlikte daha bir gün yüzüne çıktı. Söz konusu bu durum dünyada ve Türkiye’deki yağmaya, reklâma, tüketime dönük neo-liberal politikalara ve emek düşmanlığına denk düşmektedir. Çarpıcı olan şey piyasa denilen kapitalist sistemin orta yerinde yapılanların üniversitelerde de işlerlik kazanmasıdır.
Vakıf üniversitelerinde çalışan her üç kategorideki personel; profesörden işçiye dek 4857 Sayılı İş Kanunu hükümlerine göre çalışmaktadır. Dolayısıyla akademisyeninden temizlik işçisine kadar tüm personelin kendi iş kollarındaki bir sendikaya üye olmalarının önünde yasal bir engel bulunmamaktadır. Ancak DİSK/Sosyal İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Mahsun Turan Bilgi Üniversitesi’nde akademisyenleri örgütlemekte sıkıntılar yaşadıklarını ifade etmektedir. Bu konuda karşı karşıya oldukları en önemli zorlukların, Vakıf üniversitesi örgütlenmesi konusunda herhangi bir deneyimin bulunmaması, akademide sendikanın gerekli olup olmadığı tartışması ve akademisyenlerin, işçi sınıfının örgütlenmesi için kurulan ve buna göre yapılanmış, geleneksel işçi işveren ilişkilerine aşina olan bir sendikal yapıda yer almak konusunda ikna edilmeleri olduğunu belirtmektedir.
Öğretim görevlileri ve idari personel dışındaki işlerde taşeron çalıştırma bu üniversitelerinde de yaygın. Düşük ücret ve güvencesiz koşullar işçilerin temel sorunları arasında yer almaktadır. Sosyal İş Sendikası, önceden başlattığı Bilgi Üniversitesi’nde örgütlenme çalışmalarına devam ediyor. Ülkemizde özel üniversite bazında bu bir ilk ve önemli deneyim. Bilgi Üniversitesi dışındaki vakıf üniversitelerinin hiç birinde henüz sendikalaşma çalışması yok. Dolayısıyla Sosyal İş Sendikası’nın bu alanda örgütlenirken genel olarak ne tür sorunlarla karşılaşabileceğine ilişkin olarak Bilgi Üniversitesi deneyimi hem Sosyal İş, hem bu işkolundaki diğer sendikalar ve hem de profesöründen işçisine kadar özel üniversite emekçileri açısından çok önemli. Zira Bilgi Üniversitesi patronu diyebileceğimiz mütevelli heyeti örgütlenmenin karşısında işten atma başta olmak üzere bölüm kapatma, ‘siz işçi değilsiniz’ yaygarası yapma, gibi birçok engelle sendikalaşmaya karşı tavrını sürdürdü ve sürdürmeye devam etmektedir.
Bedensel emeğe dayalı hizmetler dışında özel üniversitenin yoğun sömürüsü akademisyenler üzerine kuruludur. Araştırma görevlisinden profesörüne kadar uzanan mekanizmayı vakfın mütevelli heyeti ne denli iyi organize eder, verimliliğini kendince ne kadar arttırırsa gelecek müşteri niteliğindeki öğrencilere ve kamuoyuna da kendini o denli iyi reklâm etmiş olur. Müşteri öğrencidir. Müşteriye okulunu pazarlamak için de “halkla ilişkiler” birimi altında reklâmcılık faaliyeti devreye girer. Büyük stadyumlarda pop müzik konserleri eşliğinde yapılan mezuniyet törenleri, öngörülen dereceye girenlere onur belgesi verme törenleri, cumhurbaşkanından başbakanına devletin ileri gelenlerine fahri doktora unvanı verme törenleri tanıtım ve reklâm kampanyasının birer parçasından başka bir şey değildir. Zaten şirketlerdeki “Halkla İlişkiler” ad
lı bölümlerin “halk” derken kastettikleri şey tüketime koşulacak potansiyel insan malzemesinden başka nedir ki?
Sözleşmeli köle olarak akademisyenler
Büro yönetim ve idaresinde çalışanlarla, temizlik, yemek, onarım işlerinde çalışanlar başka sektörlerde çalışan işçilerle genel olarak aynı sorunları paylaşmaktadırlar. Taşerona bağlı çalışma bu iş kolu çalışanlarının önemli sorunları arasındadır. Kendine özgü aslı sorunlar eğitim öğretimin tıpkı özel dershaneler ve okullarda olduğu gibi parasal çarkını çevirmeyi yüklenen öğretmenler/öğretim görevlileri nezdinde belirleyici bir hal almaktadır.
Akademisyenler sürekli bir iş alanında çalışıyor olmalarına rağmen süreli sözleşme ile çalıştırılmaktadırlar. Oysa 4857 Sayılı İş Kanunu sürekli işler için süreli sözleşme yapmayı yasaklamaktadır.
Sözleşmeler eğitim öğretim yılına paralel olarak bir yıllık düzenlenmektedir. Tek taraflı hükümler içeren sözleşmeyle işveren çalışma saatlerini istediği şekilde esnetecek düzenlemeler yapabilmektedir. İş Kanunu’nda cumartesi de iş günü sayıldığından öğretim görevlileri cumartesi de çalışmakta; yine sözleşmeye konulan “gerekli görüldüğünde” şeklindeki hükümlerine dayanılarak (seminer, sempozyum, sınav) gibi etkinlikler için öğretim görevlilerinin pazar günleri de üniversitede bulunmaları, bir sonraki yılki işi garantilemeleri açısından dayatılmış olmaktadır.
Yapılan sözleşmelerin kiminde öğretim görevlilerinin haftada vereceği ders saati belirtiliyorken, kiminde belirtilmemektedir. Zaten ders saati belirtilen sözleşmelerde hakkaniyetli bir durum söz konusu değildir. Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nde çalışan ve isminin açıklanmasını istemeyen yardımcı bir doçent sözleşmelerinde haftalık ders saatinin 24 saat olarak belirtildiğini vurgulayarak şunları ifade ediyor: “Devlet üniversitesinde bir doçent için haftalık ders saati 12 saat, bizde ise iki katı. Mesai saatleri içinde haftalık derslerinizi yerine getirseniz de bununla iş bitmiş olmaz! Denetim için işe giriş ve çıkışlarda mesai kartı basıyoruz. Yarım saat geç gelsen sorun olur ama 3 saat geç çıksan bunun hesabını vermezler. Eğer aynı bölümün ikinci öğretimi varsa normal mesaiden sonra bir de akşam mesaisi başlar. Bu durumda okulu terk etmeniz bazen saat 22.30’u bulur. Tüm bunlar için size fazla bir mesai ücreti ödenmez. Yine gün içinde 3 saatlik dersim varsa ve öğlen saatinde derslerim bitmişse, akşamı beklemek durumundayız. Çalışmak için ne evinize, ne de dışarıda bir kütüphaneye gidebilirsiniz. Bir de sizden araştırma geliştirme faaliyetlerine katılmanız, makale hazırlamanız istenir. Üstelik ertesi gün gireceğiniz bir saatlik bir ders için de saatlerce çalışıp hazırlanmanız gerekir. Geç saatlerde eve gitmek yanında, ertesi günkü ders hazırlığını evde geç saatlerde yerine getirmek zorunda kalıyorum.” Yukarıdaki anlatımlar ışığında özgürce araştırmak, düşünmek ve düşündüğünü yaymak özel üniversite hocası için şimdilik bir lüksten ibaret!
Akademik personelin iş güvencesi ve özgürce araştırma ve yayım yapma olanağının olmadığı bir yerde üniversitenin özgürlüğünden bahsetmek olanaklı değildir. Kaldı ki akademisyenler idari açıdan üst bir birim olarak doğrudan veya dolaylı olarak tepe noktada rektöre veya dekana bağlı olarak hareket etseler de bu aşamada rektörlük kurumunun özerkliğinden, özgürlüğünden söz edemeyiz. Çok önemli bir kısmı devlet üniversitelerinden emekli olmuş ya da değişik nedenlerle ayrılmış profesör veya doçent düzeyindeki idareci akademisyenler, mütevelli heyet ve heyet başkanının direktiflerine göre üniversiteyi kârlılık yörüngesinde çevirmeye koşullandırılmışlardır.
Sendikalaşma sürecinde karşılaştıkları ve karşılaşabilecekleri sorunları üniversite çalışanlarına sendikaya üye olmaları çağırısı temelinde açıklayan Bilgi Üniversitesi Çalışanları kaygılarını belirttikleri “Sendikalaşmada Son Kulaca Davet” başlıklı bildirilerinin bir yerinde; “Haziran seçimlerinden sonra yeni YÖK yasası çıkacak, kâr amaçlı kurumlar üniversite açabilecekler. ‘Kârlılık’ tepemizde sallanan değil doğrudan akademinin kalbini hedef alan bir kılıca dönüşecek. ‘Kâr getirmeyen bölümler kapatılacak’. Kapatılmaması için bir neden var mı? ‘sponsorunu bulamayan’ veya ‘online dağıtılacak kadar tek tipleştirilmemiş’ bölüm ve dersler önce küçümsenecek, sonra küçülecek, en sonunda da ‘karikatür servislerine’ dönüşecek Kar getirenler için de durum çok iç açıcı görünmüyor. Onların hocaları da üniversitenin dershaneye dönüşüm sürecine tanıklık edecek. ‘Adjuntc-slavery’, kısmi-zamanlı-kölelik diye literatüre geçmiş sistem bize gerçekten çok mu uzak?” görüşlerine yer vererek sendikaya üye olmayanları haklı olarak bir an önce sendika çatısına davet etmektedir.
Üniversiteleri bir toplumda süreğen bir aydınlanmanın, özgür düşüncenin aynası olarak görmek gerekir. YÖK’ün kuruluşuyla birlikte dilimizden düşürmediğimiz, daha yüksek sesle haykırdığımız akademik demokratik özgür üniversite talebinin, üniversiteyi oluşturan unsurların hiç değilse o çatı altında özgür olmalarından geçtiğini bilmekteyiz. Devlet üniversiteleri bir yana vakıf üniversitelerinin çok önemli kısmının böylesi bir ortamdan çok uzak olduğu görülmektedir. Sendikalaşmayla birlikte gelecek olan Toplu İş Sözleşmesi, akademisyenlerin de bilimsel, demokratik, özgür bir üniversite mücadelesinde hiç şüphesiz önünü açacak ve belirleyici taraflardan biri olmasını sağlayacaktır. Son sözü sendikaya üye onurlu Bilgi Üniversitesi çalışanlarının yine “Sendikalaşmada Son Kulaca davet!” başlıklı bildirisindeki sözlerinin vurgusuna dokunmadan bırakalım: