Tüm muhalefet güçleriyle “özel” olarak ilgilenmek üzere de program yapmışlar. Herkese özel uygulama; öğrencilerin kampını basıp çadırların altında örgüt arayarak korkutmaya çalışırlar, TMMOB’yi para kaynaklarını kesecek yasal düzenlemelerle hizaya getirmeye çalışırlar, işçi sendikalarını hizalamanın yolu üyelerini yeniden saymak olur, Tabipler Birliği’nin yasasını yeniden ele alırlar… Bu süreçte herkes kendi derdiyle uğraşmaya çalıştığında ise tam da […]
Tüm muhalefet güçleriyle “özel” olarak ilgilenmek üzere de program yapmışlar. Herkese özel uygulama; öğrencilerin kampını basıp çadırların altında örgüt arayarak korkutmaya çalışırlar, TMMOB’yi para kaynaklarını kesecek yasal düzenlemelerle hizaya getirmeye çalışırlar, işçi sendikalarını hizalamanın yolu üyelerini yeniden saymak olur, Tabipler Birliği’nin yasasını yeniden ele alırlar… Bu süreçte herkes kendi derdiyle uğraşmaya çalıştığında ise tam da AKP’nin istediği sonuç ortaya çıkacak
Hayra alamet değil, AKP’nin yüzde 50’lik bir oy oranıyla kazandığı seçimlerden hemen sonraki icraatları. İlk olarak, YSK ve yargı elbirliği ile girişilen siyasi rakiplerini “ezme” faaliyeti başladı. BDP’den 6, CHP’den 2 ve MHP’den 1 milletvekilini devre dışı bırakma operasyonunun, aslında başından itibaren özel bir siyasi kriz (özünde temsil krizi) çıkarma amacı taşıdığı ve sadece belirli bir dönemi kapsayacağı zaten belliydi. Bu sorun çözülmeden meclisin yasama faaliyetlerini 4 yıl boyunca “meşru” bir biçimde sürdüremeyeceğini, AKP’nin üzerinde sürekli bir “şaibe” olarak kalacağını bilmesine rağmen Tayyip’in bu durumu kanırtması özel bir tercihtir. AKP’nin özellikle Tayyip’in 9 yıl boyunca kendi özel durumunu (şiir okumaktan hapse girip milletvekili olması engellenmişti ya) malzeme yapıp “millet iradesinin engellendiği” söyleminin artık tam tersine AKP için söyleneceği bir durum bile Tayyip’in karizmasında ciddi sarsıntılar yaratırdı. Böyle bir kriz sistemin (görece) kendi kurallarından doğru değil doğrudan AKP’in özel tercihlerinden doğru çıkarılmıştır. Sonuçta üç parti de “zorunlu” olarak bu tezgaha düşmüş, AKP’nin seçim sonrası başlangıç sürecinde hegemonyasına teslim olmuştur.
AKP, seçim sonrası sadece siyasi rakiplerine uğraşmaları için “iş” çıkarmadı iki önemli operasyona da imza attı. Biri, toplumun çok büyük bir bölümünün çok yakından ilgilendiği futbol “spor”undaki şike operasyonu bir diğeri ise AKP’nin 3 yıl boyunca sumen altı ettiği Deniz Feneri yolsuzlukları. Özellikle bu iki operasyon, AKP’nin hükümet olduğu dönem boyunca izlediği çizgiyle örtüşmeyen icraatlardan olması nedeniyle “şaşkınlık” yaratıyor. Fenerbahçeli Tayyip’in Fenerbahçe üzerinde şaibe yaratacak -hatta bundan sonraki tüm tarihi boyunca hatırlanacak- bir olaya imza atmasının tek nedeni; bu şahısların Ergenekon’la bağlantıları ya da bir sermaye ekibinin tasfiyesi olmamalı. Çünkü söz konusu tipler (“koskoca paşaların” içeri tıkıldığını gördükten sonra -görmeseler de durum değişmezdi zaten) Tayyip’in bir sözüyle hizaya gelebilecek, diğer sözüyle de tüm ihaleleri kesilecek türden.
Deniz Feneri operasyonunda da bir bit yeniği var. Tamam, yargıyı ele geçirmeyi beklediler, delillerin ortadan kaybedilmesi için zaman kazandılar, skandalın çapını daraltmak konusunda projeleri uyguladılar, yeni ve “temiz” kadrolar için yer açıyorlar… falan. Ancak yine de bilinir ki bu ekip (AKP’nin gerçek çekirdeği) kendi kitlesine “biz yanlış yaptık” dememek için her şeyi yapar, ayrıca “vefalı”dır, arkadaşlarını satmaz, hele hele arkadaşları kendilerini de satacak bilgi ve belgelere sahipse. Zahit Akman tutuklandı ama RTÜK üyeliğinden istifa etmek zorunda değildi, o istifa ederek AKP’nin bir üyeliğinin “boş” kalmamasını sağladı. Karşılığı ödenecektir mutlaka.
Özellikle bu iki olay AKP’nin, daha doğrusu Tayyip’in yüzde 50’lik oyun getirdiği meşrulukla yetinmediği, daha geniş bir alanı kapsayan meşruluk edinme çabasının kanıtı. Adalet sözkonusu olduğunda “bağrına taş basıp” kendi takımını bile feda edebilen, yolsuzluklar karşısında “kim olduğuna” bakmaksızın şeriatı uygulayan bir başbakan görüntüsüne ihtiyaç duyulmakta, anlaşılan! Böyle bir pozisyonla ne yapılabilir pekiyi. Cumhurbaşkanı olunabilir mesela. Ya da toplumun kolay kolay kabul etmeyeceği türden “ataklar” daha kolay savunulabilir. Kuşkusuz bu ataklar içinde ilk akla gelen yeni Anayasa. Bu kadar “meşru” pozisyonda olanların çok da fazla onaya ihtiyacı olmasa gerek. O yeni anayasanın halk yararına olmayacağı kesin olan birçok maddesi böyle bir göz boyama ile geçirilebilir. Belki Tayyip’in bundan bile büyük planları vardır. Yine böyle bir “meşru” pozisyon, ona Suriye ya da İran’a karşı birtakım “emeller” besletebilir. Hiç olmazsa şu “füze savunma kalkanı”nı çok daha rahat yerleştirtebilir. (Zaten kalkanın kurulması planlanan yerlerde yani Trabzon ve Mardin’de şimdiden inşaat çalışmalarının başladığı biliniyor.)
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye’ye bronzlaşmaya gelmeyeceği de malum. Her ne kadar resmi açıklamalar, gündemin sadece Libya ve Suriye ile sınırlı olduğunu belirtse de ABD’nin farklı ajandaları mevcuttur. Bu dönem içinde Davutoğlu’nun Kıbrıs ziyareti ve “Kıbrıs birleşebilir” açıklaması, Abdullah Gül’ün Bulgaristan çıkarması, İran’la temaslardaki artan yoğunluk, AKP tarafının bu görüşme öncesi ev ödevlerini yetiştirme telaşı sanki. Her neyse bu tezgahlardan hangisinin ya da hangilerinin uygulamaya konulacağını görmek için çok beklemeye gerek kalmayacak. Sonbaharın yoğun ve sıcak geçeceği kesin.
Bu sürecin olağan gibi görünen tek rutini, askerlere karşı yürütülen operasyonun (Balyoz’un) tüm hızıyla devam etmesi. (Acaba Hava Kuvvetleri’ne bu kadar önem verilmesinin ABD’nin Türkiye’ye biçtiği yeni misyonla bir ilgisi olabilir mi?) Aslında bu operasyonların da kısmen hafiflemesi bekleniyordu çünkü AKP, istediklerini büyük ölçüde almaya başlamıştı. Belki de hafiflemesini beklemek için 1,5 ay sonraki yeni atama döneminin tamamlanması gerekecek.
Diğer yandan AKP seçim sonrası kararlarıyla iktidara daha sağlam yerleşirken, bundan sonraki süreci nasıl işleteceğine dair de önemli “ipuçları” veriyor. Bakanlıklar “ustalar” arasında paylaştırıldı. Arınç’ın pozisyonu daha da güçlenirken, üç bakanlığa yapılan atamalar “kritik” tercihlerin olduğunun göstergesi. Milli Eğitim Bakanlığı’na Ömer Dinçer’in getirilmesi Milli Eğitime verilen “önem”i kanıtladığı gibi, yeni dönemde müfredattan işleyişe birçok icraatın farklılaşacağını kesinleştiriyor. Tayyip, İçişleri Bakanlığı’na ise cürmünü, akbil yolsuzluğundan birlikte yargılandığı İdris Naim Şahin’i atadı. Anlaşılan yeni dönemde en çok İçişleri’ne ihtiyacı olacak. TOKİ’nin eski başkanı Erdoğan Bayraktar’ın atandığı, yeni icat olunan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise yeni rant paylaşım merkezi olarak işleyecek.
Yeni hükümet programından da anlaşıldığı üzere artık AKP’nin insan haklarına, Alevilere, demokratik haklara vs. ihtiyacı yok. Madımak’ı kültür merkezi yapıp Alevi sorunu çözdüler! Program, neo-liberal saldırıların ustalık dönemi olarak yaşanacağının kanıtı adeta.
TİSK, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’ten oluşan “üçlü danışman kurulu”nu toplayan Çalışma Bakanı Faruk Çelik, hükümetin bu dönem kıdem tazminatını kaldırma ve esnek/güvencesiz çalışmayı kural haline getirme konusundaki kararlılığını şu sözlerle yansıttı: “[Kıdem tazminatı] Bugün gündemimize gelmedi ama çalışma hayatının önündeki bütün konuları rahatlıkla tartışabileceğimiz ortamın olduğunu söyleyebilirim.” Çelik’in rahatlığının nedeni, konfederasyonlara karşı iki yıldır açık bir tehdit olarak kullanılan, üye istatistiklerinin açıklanmasını erteleme konusunda yeni bir anlaşma sağlandığı öğrenilince anlaşıldı. Hükümet, istatistikler açıklandığında pek çoğunun baraj altında kalacağını bildiği sendikalara bu “iyiliği” neden yapıyo
r?
AKP, yeni dönemde bir şeyi çok daha “özen”le yapacağını gösterdi; toplumsal muhalefete tahammülü olmayacak. Özel Yetkili Savcılıklar bu konuda özellikle yetkilendirilmiş durumda. Her türden demokratik hak talebi, hatta ekonomik hak talebi bile keyfi bir biçimde terör örgütü propagandası suçlamasına sokulabilir halde. Bununla yetinmeyip adı bile olması gerekmeyen terör örgütüne üyelik haline getirebilme yetkisine sahipler. Bu konudaki uygulamalar her geçen gün katlanarak artıyor. Aslında yaşananlar “terör”ün gerçek kelime karşılığı; baskı ve şiddet uygulayarak yıldırma. Şu an ilerici toplumsal muhalefet güçleri baskı ve şiddet uygulanarak yıldırılmak istenmektedir.
Bu saldırı dalgası tek bir kanaldan yürümüyor elbette. Devletin değişik kurumları aynı amaca kilitlenmiş durumda. Polis Metin Lokumcu’yu öldürürken, jandarma operasyonları sürdürüyor, savcı ve hakim ölümü protesto edenleri “örgüt üyeliği”nden cezaevine gönderiyor; adli tıp delilleri saklayıp, “Metin Lokumcu, o saatte evinde de olsa kalp krizi geçirip ölecekti, mukadderat” demeye getiriyor. Halkevi üyelerini uydurma gerekçelerle, gece yarısı operasyonları yapıp tutuklamaları kesmiyor iktidar sahiplerini. Halkevlerini itibarsızlaştırmak için “kamu yararına dernek” statüsünü gasp etmeye çalışıyor Tayyip ve Abdullah ikilisi. Neden? Çünkü onların istedikleri kamu yararına dernek Deniz Feneri gibi yüzde 90’ını iç edecek yüzde 10’unu göstermelik olarak dağıtacak olanlar. Halkevleri “kötü örnek” oluyor. Bir de “Halkın Hakları Var” deyip, “Tek Yol Sokak” diye hedef göstermiyorlar mı… İşte Tayyip’in önümüzdeki dönem hiç istemediği şey; halkın sokağa inmesi. O zaman kurduğu tüm tezgah bozulacak.
Bu yüzden olası tüm muhalefet güçleriyle “özel” olarak ilgilenmek üzere de program yapmışlar. Herkese özel uygulama; üniversite ve lise öğrencilerinin yaz kampını basıp çadırların altında örgüt arayarak korkutmaya çalışırlar, TMMOB yöneticilerini para kaynaklarının kesileceği yasal düzenlemelerle hizaya getirmeye çalışırlar, işçi sendikalarını yeniden düzenlemenin yolu üyelerini yeniden saymak olur, Tabipler Birliği’nin yasasını yeniden ele alırlar… Tüm bunlar her kurumu, her kesimi aynı zamanda özel bir sorun yaratarak etkisizleştirme operasyonunun parçaları.
Bu konuda en gelişkin araçlara, en geniş deneyime sahip olan Kürt hareketi bile bu süreçten fazlasıyla payını aldı/alacak. Seçim sonrası sıkıştıkları yer gasp edilen milletvekilliklerini alma uğraşı ve Öcalan’ın devlet ile girdiği diyaloğun sonuçlarını beklemek. Siyasal temsiliyeti şimdiye kadarki en çok sayıda sağlamış olmalarına rağmen istedikleri inisiyatif pozisyonuna ulaşamadılar.
Şimdi, bu süreç kendiliğinden bir hale bırakılıp, herkes kendi derdiyle uğraşmaya çalıştığında tam da AKP’nin istediği sonuç ortaya çıkacak. Sokağa çıkmanın büyük riskler taşıdığı, bunu yapabilme potansiyeline sahip kurumların kendilerini kurtarmaya çalıştığı, en iyi ihtimalle bile her kesimin sadece kendi çizgisini sürdürdüğü parçalı, dağınık ve etkisiz bir muhalefet düzlemi. Böylesi bir ortam AKP’ye neoliberal saldırganlığı azgınlaştırmak için ortam sağlayacağı gibi emperyalist işbirlikçisi politikalara hesapsız cüret etmesini getirecek. Siyasal ve toplumsal alanın yeniden ve ustalıkla inşa edilmesi sürecini de kolaylaştıracak. Bunun için tüm toplumsal muhalefet güçlerinin bir an önce bu gerçekleri görüp, tehlikeyi işaret eden faaliyetlerini yoğunlaştırmaları, bütünlüklü/organize/etkili bir sokak muhalefeti için tüm güçlerini birleştirmeleri gerekmektedir. Artık sıra kimde diye kimse fal açmasın, sıra herkese geldi bile…