Yıllardır çocuklarının ölümüne şahitlik yaparak yaşlanan ülkemizde Silvan’da topraklara yine kavrulmuş genç bedenler üst üste düşmüştü… Bize de, bütün genç ölümlerin üzerimize kazmalar dolusu attığı umutsuzluğun altında ezilmek düşmüştü. Binlerce kez izlediğimiz, duyduğumuz ve bugün artık dayanamadığımız ‘klişelerin’ gücü de tükenmişti. Yine, analara oğulları yolcu etmenin düştüğü uğursuz iklimdeydik. Ve bu uğursuz iklimde ısrarla akıl […]
Yıllardır çocuklarının ölümüne şahitlik yaparak yaşlanan ülkemizde Silvan’da topraklara yine kavrulmuş genç bedenler üst üste düşmüştü…
Bize de, bütün genç ölümlerin üzerimize kazmalar dolusu attığı umutsuzluğun altında ezilmek düşmüştü.
Binlerce kez izlediğimiz, duyduğumuz ve bugün artık dayanamadığımız ‘klişelerin’ gücü de tükenmişti.
Yine, analara oğulları yolcu etmenin düştüğü uğursuz iklimdeydik.
Ve bu uğursuz iklimde ısrarla akıl edemediğimiz; bütün oğullar analar için sadece ‘oğuldur’ ve oğulluğun ‘etnik kimliği’ ve yasının sınırı yoktu…
Görmediğimiz ise; oğulların göçüp gittiği bir dünyada dirliğe inanmak ‘analar’ için imkansızsa, bizim için de öyle olmalıydı.
Ama tabii geride kalan egemenlerin verili dünyasında herkes safını aldığı yerden ‘akan kanın siyasi rantını’ doya doya kendine yontacak; siyasi blöfler, tehditlerle kitlelerin duygusal aidiyetleri bilenecekti.
İçinde hapsolduğumuz otuz yıllık ‘kan davasının’ kadim taraflarının güç gösterisiyle koz kartları yeniden karılacaktı.
Çocukları ayrı ayrı törenlerle gömüp geri dönerken arkamızda bıraktığımız yaşanmamış on binlerce hayata yenilerini eklemekle ‘neyi kutsadığımızı’ hala hatırlıyor muyduk?
Üstelik gençlerinin kanını kendi doğdukları vatandaşı oldukları topraklarında dökmeyi buyurarak, meşrulaştırarak kuşaklarca sürdürmekle ne vatanın bütünlüğü ne de özgürlüğün yolu mu döşenmişti.
Yalnızca dizi dizi cenazelerin üzerinden yükselen hamasiyatı seyredip büyüyen çocukların dizi dizi cenazelerinin kalktığı zamanlara varmıştık.
Çocuklarını Silvan’da ormanlık arazide karşı karşıya getirerek ateşin ortasında bırakan ülkemiz yine ‘yaşamayı’ değil ‘ölmeyi’ evetlemişti.
Hepimiz yenilmiştik…
Yangın yerini araştırmak bir şey ifade eder mi?
İçişleri Bakanı Şahin, askerlerin kavrularak can vermesine sebep olanla yangının çıkış nedeninin araştırılmasının bir şey ifade etmeyeceğini yekten söyledi.
‘Yangın çıkmıştır ve yangının sebeplerini bilmek yanan ağaçları ve orada kaybolan canları geri getirecek değildir’ dedi.
Ve yangın ya ateşle çıkar ya bombayla, roketle ya da benzinle çıkar ve sebebini söylemek bir şey ifade etmiyor şu anda dedi.
Oysa yangının çıkışıyla ilgili çeşitli iddialar artarken İçişleri Bakanı’ndan beklenen, tam da ‘Yangının çıkış nedenini araştırıyoruz, birbirlerinden yaklaşık 15-20 metre aralıklarla ilerleyen askerlerimizi ve PKK’lıları çepeçevre saracak yangının büyüklüğü üzerinde duruyoruz’ olmalıydı.
Böylesi dramatik biçimde ve topluca can kaybının yaşandığı olayda ‘nasıl olsa kaybolan canlar geri gelmeyecek’ diye araştırmadan kaçınmak mümkün mü?
Uzmanlar el bombasının bu kadar geniş çaplı yangın çıkarmayacağını üstüne basa basa belirtirken, yangının nedenine ulaşmak için karşımıza kaderci felsefe mi engel çıkartılacak?
Yoksa kamuoyuna yangının gerçek nedeni ve varsa sorumluları eğer ‘hukuk devletiysek hayatları sönen askerlerimizin ‘can hakkı’ olarak araştırılıp ortaya çıkartılmalıdır.
Onların ağdalı şehitlik methiyelerine değil nasıl ateş çemberinin içine düştüklerinin gerçeğinin bilinmesine ezeli hakları vardır…
‘Canlarını’ artık geri getiremesek de…