Murat Belge’nin geçtiğimiz günlerde yayımlanan söyleşisi malum büyük yankı yarattı. Ezgi Başaran’ın sorularını yanıtlayan Belge, Metin Lokumcu’nun “çevresinin” Ergenekoncu olduğu tespitini yapıyor, öğrenci protestolarının ardında da ima yoluyla “zinde güçler” olabileceğini belirtiyordu. Kürtlere “düğmelerini ilikleme” tavsiyesi veren Belge, daha önceki seçimlerde temel olarak olumlu bulduğu bir değişimi gündeme getirdiği için desteklemiş olduğunu ifade ettiği AKP’ye […]
Murat Belge’nin geçtiğimiz günlerde yayımlanan söyleşisi malum büyük yankı yarattı. Ezgi Başaran’ın sorularını yanıtlayan Belge, Metin Lokumcu’nun “çevresinin” Ergenekoncu olduğu tespitini yapıyor, öğrenci protestolarının ardında da ima yoluyla “zinde güçler” olabileceğini belirtiyordu. Kürtlere “düğmelerini ilikleme” tavsiyesi veren Belge, daha önceki seçimlerde temel olarak olumlu bulduğu bir değişimi gündeme getirdiği için desteklemiş olduğunu ifade ettiği AKP’ye dönük de kimi eleştiriler gündeme getiriyor, Blok milletvekili Sırrı Süreyya Önder için ise hayali bir ithamda bulunuyordu. Murat Belge’nin bu son örnekte olduğu üzere toplumsal muhalefetin değişik renkleri hakkında giderek daha özensiz ve giderek saldırgan bir dil kullanıyor oluşu (bk. Hopa olayları sonrasındaki yazısı) bir tesadüf mü, devirdiği çamlar bir dil sürçmesinden mi ibaret? Yoksa savunduğu siyasal tutum Murat Belge’yi ister istemez daha muhafazakâr, toplumsal muhalefete karşı daha kuşkucu ve itham edici bir pozisyona mı sürüklüyor. Büyük ihtimalle ikincisi ve üstelik bu Murat Belge ile sınırlı bir durum değil (zaten mesele kişisel bir mesele değil, olmamalı). Aşağıda yazılanlar sol liberallerin mukadder muhafazakârlaşmasının “yapısal” nedenlerine dair mütevazi bir fikir egzersizidir.
Murat Belge dahil birçok ‘sol liberal’ kanaat önderi (burada ‘sol liberal’ pejoratif bir ifade, bir küfür olarak değil, bir siyasal niteleme olarak kullanılmaktadır), Türkiye’nin tarihsel seyrini Batı Avrupa’daki birkaç ülkede kapitalizmin ve demokrasinin çarpıtılmış bir tarihsel okumasını referans alarak ele alıyor. Böylelikle idealleştirilmiş bir ‘Batı’ tarihi, ‘norm’ olarak kabul edilirken, onun dışındakiler ‘atipik’ ya da ‘sapma’ olarak değerlendiriliyor. ‘Demokratikleşme’ kavramıysa bu anomalinin giderilmesinin yolu olarak öne sürülüyor. Bu bakımdan Türkiye’deki ceberrut devlete, bürokratik hakimiyete ya da ‘askeri vesayet’ rejimine karşı sol siyasetin öncelikli ve asli meselesi, burjuva demokrasinin ‘olağan’ seyrine kavuşması ve siyasal liberalizmin tahkimi olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla da demokatikleşme meselesi ‘normal’ bir parlamenter rejimin tesisi meselesine indirgenerek liberal bir çizgide sınırlanıyor.
Sol liberal normalleşme tezi, kapitalizmle demokrasi arasında ‘olağan’ ya da ‘normal’ koşullarda bir denklik ilişkisi kurarak kapitalizmin antidemokratik doğasını, daha da önemlisi neoliberalizmin otoriter bir devleti pekiştiren eğilimini es geçiyor. Oysa kapitalist küreselleşme süreci, (ısrarla tekrar etmek gerek) ‘aşağıdakilerin’ kendi hayatlarını kurma ve kendi kaderlerini tayin etme enerjilerini zayıflatır bu anlamda da temelde antidemokratik bir süreç olarak işler. Sadece Türkiye’de değil, hemen bütün dünyada devletin yeniden paylaşımcı işlevlerini bir kenara bırakarak giderek daha ‘polisiye’, otoriter bir mahiyet kazandığı açıkken demokrasiyi ‘olağan’ kapitalist bağlamda ulaşılması gereken bir ‘norm’ olarak öne sürmek en hafif tabirle safdillik değilse nedir?
Demokrasi meselesini Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine endeksleyen ya da AKP’nin seçim ve plebisit zaferlerine ‘burjuva demokratik dönüşüm’ ve ‘normalleşme’ ihtimali açısından bir değer yükleyen sol liberal tutumun günümüzde hiçbir makul gerekçe ve izahı olamaz. Türkiye’nin ‘istisnailiğinin’ AB iteklemesi ve ‘yükselen’ Anadolu sermayesinin kalkışmasıyla meydana gelecek bir ‘burjuva demokratik dönüşüm’ ya da ‘normalleşme’ ile nihayet son bulacağı ham hayaldir.
Böyle bir şey dün de mümkün değildi belki ama kapitalist krizin ekolojik krizle bütünleşerek adeta bir medeniyet krizine dönüştüğü günümüzde, giderek otoriterleşen geleceğin ‘müstahkem’ dünyasında hiç mümkün değil. Sermayenin küresel krizden istifade ederek, yani krizi fırsata çevirerek katmerlendirdiği neoliberal saldırı dünya savaşı sonrasında oluşan her türlü ‘sosyal mutabakatı’ dinamitlerken, iklim krizi dünya ölçeğinde mevcut eşitsizlikleri daha da pekiştirirken, uluslararası siyaset giderek daha rekabetçi, kırılgan hale gelir ve askerileşirken, dünyanın hemen her yerinde ‘güvenlik’ söylemi hakların önüne geçirilirken demokratikleşmenin tarihsel norm olduğunu söylemek abes. Naomi Klein’ın tabiriyle ‘felaket kapitalizmi’ çağında sol liberal tipte bir evrimciliğe, egemenler arasındaki ihtilaflardan neşet edecek bir normalleşmeye bel bağlamak fikren iflas etmektir.
Dahası, hegemonyası daha kırılgan hale geldikçe daha da otoriterleşen bir AKP hükümetiyle karşı karşıya gelindiği/gelineceği ayan beyan ortadayken ‘demokratik dönüşüm’ ya da ‘devrim’ tamamlanmıştır naraları atmak, demokrasi meselesini külliyen AKP’nin hayırseverliğine bağlamak anlamını taşıyor. AKP 2001 krizi sonrasında sermayenin temsil krizine nihayet verir ve bu anlamda sermaye lehine yapısal bir dönüşüm siyasetini hayata geçirirken bu “değişimi” demokratikleşme olarak okumak bizzat bu hâkim hegemonyayı soldan beslemek anlamına gelmez mi? Bu anlamda, toplumsal tüm ilişkileri piyasa ilişkileri olarak tarifleyen küstah bir neoliberalizmi milliyetçi-cemaatçi- patriyarkal değerlerle harmanlayan bir otoriter popülizmi temsil eden AKP’yi eleştirel de olsa desteklemenin doğal sonucu, HES karşıtı mücadeleleri Ergenekonculuk, öğrenci muhalefetini ise darbecilikle itham etmektir. Sonuçta Marksizm derken milliyetçi muhafazakâr zihniyet dünyasının bildik komplocu şeması yeniden üretilmiş, her türlü muhalefet eyleminin ardında Ergenekon ya da darbe, yani muhafazakâr dille “devletimize el koymuş” gayrimilli elitin kumpasları aranır olur.
Netice itibariyle neoliberal bağlamda demokrasiden söz etmek için, her geçen gün toplumun kıyısına itilen yoksullardan, gıda tröstlerince küresel bir tasfiye sürecine maruz bırakılan küçük köylülükten, fabrikada makine başında çalışırken çalıştığı her dakikanın elli saniyesinden fazlasını ürettiği metâya gömmeye zorlanan tekstildeki kadın işçiden, her daim performans ölçümü cenderesine sokulmaya çalışılan kamu emekçisinden bahsetmek gerekir. Bahsedilmiyorsa o demokrasi bizim anladığımız ‘demokrasi’ değildir. Liberalizmin sınırladığı, çarpıttığı, kolonize ettiği ‘bir tür’ demokrasidir.
Hasılı, giderek demokratikleşen dünya karşısında Türkiye’yi bir ‘anomali’ olarak değerlendiren, solun stratejik önceliğini sivilleşme düzeyine sıkıştırılmış bir demokratikleşme süreci, yani liberal parlamenter düzenin nizasın fasılasız işleyişi olarak belirleyen ve neoliberal kapitalizm ile demokrasi arasındaki fiili çelişkiyi sorgulamayan bu fikri çerçeve, yani sol liberal tutum, anlam ve geçerliliğini hızla yitiriyor. Elbette bu fikri cereyanın Türkiye düşün hayatındaki tesirinin bir anda berhava olması beklenemez. Ancak sol liberal bir pozisyonun, zaman içerisinde iç çelişkilerinin giderek daha görünür olacağı, dikişlerinin söküleceğini söylemek mümkün. Bugün liberal- sol liberal bir tutum takınanlar, ‘yukarıdaki’ didişmelerin eseri olacak bir demokratikleşmeye bel bağlayanlar, eğer bugüne kadarki pozisyonlarında ciddi bir revizyona gitmezlerse, giderek daha muhafazakâr, daha otoriter siyasal seçenekleri benimsemek riskiyle karşı karşıya gelecekler. Son dönemde Murat Belge’nin sergilediği tutum, kendisinin maalesef bu ikinci yolu seçtiğini ortaya koyuyor. Sol liberal düşün insanlarının bu muhafazakârlaşma-otoriterleşme eğiliminin kişisel-ahlaki düzeyde yarattığı tahribat bir yana genel olarak solda yarattığı ya da yaratacağı tahribat üzerine düşünmemiz gerekiyor.
www.sdyeniyol.org