AKP, tüm demokratik muhalefet alanını gasp etmeye, kullanılamaz hale getirmeye çalışmaktadır. Bu durum; sinerek, kendi içine kapanarak, zamanın geçmesini bekleyerek geçiştirilemez. AKP’nin bu planını ancak demokratik muhalefetin tüm biçimlerini ve tüm bileşenlerinin ortak düzlemini hedefleyen, AKP’nin baskıcı uygulamalarına karşı, yaygın bir sokak muhalefetini amaçlayan bir pratik süreç boşa çıkaracaktır Meclis tatilde. Yasama faaliyeti yok, grup […]
AKP, tüm demokratik muhalefet alanını gasp etmeye, kullanılamaz hale getirmeye çalışmaktadır. Bu durum; sinerek, kendi içine kapanarak, zamanın geçmesini bekleyerek geçiştirilemez. AKP’nin bu planını ancak demokratik muhalefetin tüm biçimlerini ve tüm bileşenlerinin ortak düzlemini hedefleyen, AKP’nin baskıcı uygulamalarına karşı, yaygın bir sokak muhalefetini amaçlayan bir pratik süreç boşa çıkaracaktır
Meclis tatilde. Yasama faaliyeti yok, grup toplantıları yok, siyasal gelişmelere ilişkin açıklama/müdahale yok. Tatil var, “tatil”de hazırlık var. Bu dönemi AKP de daha doğrusu Tayyip de “vur, çekil” taktiğiyle boş geçirmemeye çalışıyor. Hatırlanacağı gibi yeni meclisin bileşimine ilişkin müdahalesi (seçilen milletvekillerinin engellenmesi) bir aylık gündemi tamamıyla belirlemiş, CHP ve MHP ile yapılan anlaşma krizi sonunda yumuşatmıştı. Ancak Tayyip’in Kürt sorununun sözde “çözüm planının bir parçası” olarak düşündüğü Kürt milletvekillerinin temsilinin engellenmesi krizi, farklı bir düzlemde devam etti/ediyor.
AKP, dokuz yıllık iktidarı sonunda elde ettiği konumla sistemin iç işleyişine, kurumlarına neredeyse tamamen hakim oldu. Bunun doğal sonucu olarak elde ettiği inisiyatif kullanma hakkını en iyi şekilde de uygulamakta. Sistemin kendi içinden, kendi kontrolü altındaki alanlardan gelen/gelebilecek her türlü bozma girişimini, çok rahatlıkla bertaraf edebiliyor. Bu yüzdendir ki CHP’nin “yemin etmeme” tavrını bile sistemin kendi içinde kaldığı için etkisiz kılabilmekte, tersine çevirebilmektedir. Benzer bir durumu BDP için bile, kısmi zorluklarına rağmen uygulayabilmekte. Ta ki sistemin işleyiş kurallarının ve kurumlarının dışından bir müdahale gelene dek. Yani PKK’nin Silvan’daki saldırısına dek.
Bu müdahale, “politik bir araç olarak silahın kullanımı”nın ne ölçüde ve ne çapta etkili olabileceğinin son dönemdeki önemli örneklerinden. PKK, bu eylem ile bir taraftan AKP’nin Kürtler üzerindeki “rakipsiz” müdahalelerini durdururken diğer taraftan Kürtler içindeki farklı inisiyatiflerin “ana eksen”den kayma eğilimlerini gelişmeden engellemiştir. (Eylemin “Demokratik Özerkliğin” ilan edileceği gün yapılması özel bir tercihtir.) Hatta bu durum Öcalan için bile geçerlidir. Dikkat edilirse o bile, eylemden sonra üslubunu değiştirmek zorunda kalmış, eylemlerin sürebileceğini hatta şehirlere yayılabileceğini iddia ederek, değişen “politika yapma tarzını” sahiplenmiştir. Eylem adeta, aynı zamanda ABD’ye de bir mesaj biçimindeydi. Saldırının, Clinton’ın ziyaretinden bir gün önce yapılmasının, özel olarak planlanıp planlanmadığı bilinmese de böyle bir sonuç doğurduğu aşikârdır.
Bu saldırı iktidar açısından da bir başka “saçmalığı” açığa çıkardı; meğerse sorunu çözmek için asker yerine polislerden oluşan yeni(!) bir ordu oluşturmak gerekliymiş. Daha altı ay öncesine kadar tüm gündemi kaplayan profesyonel askerlik yasaları, profesyonel asker alımları bir anda unutulup, Özel Harekât Dairesi’nin yeniden etkin olmasına karar verildi. Bu gücün en azgın olduğu dönemde 7 bin civarında olan polis sayısı, bu kez 20 bine çıkarılacakmış. Bir tarafı eskiye döneriz korkutması, bir tarafı klasik AKP uygulaması. Kendisi hakim değilse yıprat, kendisi hakim olunca daha “güçlü” bir biçimde yeniden yapılandır (YÖK, HSYK vb’de olduğu gibi). Buna rağmen bu polis ordusu yaratma safsatası, gazetelere bu dönem için konu yaratma girişiminden öteye gidemedi, şimdilik.
Ancak bu tür etkilerine rağmen bu müdahalenin süreci sonlandıramadığı yani “mutabakat sağlanamadığı” söylenebilir. Kürt Siyasal Hareketi’nin bu süreçte acil iki talebi var; 5+1 milletvekilinin meclise girebilmesi ve yeni Anayasa hazırlama sürecinde aktif olarak yer alma. BDP’nin “Ekim’de meclise gelebiliriz” açıklamasına rağmen gerek Öcalan’ın açıklamaları gerekse silahlı eylemlerin sürmesi AKP ile bir “mutabakata” varılamadığının göstergeleri. AKP’nin bu durumun sürmesini göze alması mümkün görünmüyor. Şimdi kriz AKP’nin kucağında ve çözmek zorunda olan o.
Diğer yandan, ister bu kriz aynı biçimde devam etsin isterse yeni bir uzlaşma düzlemine taşınsın, Kürt Siyasal Hareketi, Kürt sorununun önümüzdeki dönem ülke gündeminde en önemli yeri kaplaması konusunda kararlı. Bu durum biraz da kaçınılmaz. Çünkü milletvekilliklerinden vazgeçilse bile, yeni anayasa yapım sürecinde devre dışı kalmak/yeni anayasada Kürtlerin taleplerinin yer almaması, mücadeleyi birçok açıdan geriletecektir. Böyle bir dönemi (fırsatı) kaçırma kaygısı, “demokratik özerklik” gibi birtakım projeleri zamansız ve (kendilerinin de ifade ettiği gibi) hazırlıksız olarak gündeme sokma davranışlarına neden oluyor.
Bu hazırlıksız ve zamansız çalışmaların bir diğer önemli sonucu ise Kürtlerin dışında kalan sol kesimleri etkiliyor/etkileyecek. Söz konusu olan hem demokratik özerklik ilanının hem de “çatı partisi” önerisinin Kürtlerin dışında kalan (asıl olarak Blok’un dışında kalan) sol kesimler üzerinde yarattığı gündem ve tavır baskılanması. Kürt Hareketi ile zaten kıyaslanamayacak bir kitlesel zayıflık ve “politik eksen” zafiyeti çeken sol kesimler, “demokratik özerklik ilanına ne diyorsun?”, “çatı partisi önerisi karşısındaki tutumun ne?” sorularına, (başkaları sormasa bile) yanıt arama “telaşı”na şimdiden düşmüş durumdalar. Blok içerisindeki “soldan temsilcilerin” de tazyikiyle artan bu baskılanma, siyasal faaliyetinin merkezine Kürt sorununu koymayan hareketleri “suni” taktiksel adımlar geliştirmelerine neden oluyor. Sınıf mücadelesinin pratiği içinde her geçen gün siyasal varlıkları zayıflayan bu kesimler, siyasal meşruiyetlerini sol içinde aramaya çalıştıklarından ya çok sorgulamadan, edilgen bir halde çatı partisinin yolunu tutmayla ya da güç oluşturma amacıyla “siyasi merkez”ler yaratma çağrısı yapmakla karşı karşıyalar. Sonuçta her iki durum da, “Batı’daki” sınıf mücadelesinin kendi iç dinamiklerinden gelişmediği, o mücadelenin eriştiği doğal sonuç olmadığı için sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.
Bu konuda Kürt Siyasal Hareketi’nin de eleştirilmesi gereken birkaç yönü mevcut. Ulusal Birlik Projesi olarak formüle edilen ve böyle bir hedef konduğu için de bünyesinde Kürt milliyetçilerinden Kürt gericilerine, Kürt burjuvazisinden Kürt feodallerine dek geniş bir temsilciler heyeti barındıran bir projeye ve hatta bir siyasal çizgiye, kendisini sosyalist eksende var etmeye çalışan, siyasal varlığını prensiplerini koruyarak sağlamaya çalışan Sol kesimleri çağırırken yetersiz bir ideolojik söylem ve güven vermeyen taahhütlerle yaklaşmaları sürecin “sakat” başlamasına/ilerlemesine neden olmaktadır.
Kuşkusuz Kürt sorunu, bu ülkenin en önemli sorunudur ancak sınıf mücadelesinin tek sorunu değildir. Ayrıca diğer tüm sorunları kesen, bu sorundan hareketle diğer sorunlara da çözüm aranabilecek bir özelliğe de sahip değildir. Diğer tüm sol güçlerden, demokrasi güçlerinden sorgusuz sualsiz bu sorun ekseninde saflaşmalarını beklemek/zorlamak da gerçekçi olmaz.
Egemenlerin, özellikle Tayyip’in “ustalık dönemi” diye tariflediği önümüzdeki dönem için hazırladıkları saldırı programının çok yönlü olacağı ve hatta ülke sınırlarının içiyle yetinmeyeceği ortada. ABD Dışişleri Bakanı’nın Ankara ziyareti ve hemen ardından yeni atanan CIA Başkanının gelişi, herhalde turistik gezi amacı taşımıyor. Genel stratejiyi belirleyen Bakan, taktikleri (ayrıntıları) uygulatmayı da CIA’ya bırakmış. Hedefin şimdilik Suriye olduğu açıklan
sa da ABD’nin tek hedefle yetinmeyeceği, Tayyip’in pozisyonunu başka coğrafyalarda da “değerlendirmek” isteyeceği aşikâr. Böyle bir dönemde yeni bir ekonomik krizi göze alamayan emperyalist güçler AKP’ye “cari açığı kontrol altına al” emrini de vermiş durumda. Ülke ekonomisini iç tüketimi şişirerek büyüten, daha önceki krizden çıkış için “al, ver, ekonomiye can ver” sloganıyla israfı teşvik eden Tayyip, şimdi kalkmış “verim ekonomisi için israf ekonomisinden vazgeçmek lazım” diyor. Cari açığı sözde düşürmek/kontrol altına almak için kriz korkusu yaratmanın, tasarruf edin çağrıları yapmanın ilk sonuçları; işten çıkarmaların artması ve enflasyonun büyümesi olacaktır. Bu durum da doğrudan emekçi, yoksul halkı etkileyecektir.
AKP’nin halka biçtiği gelecek sadece bununla da sınırlı kalmayacak üstelik. Yeni anayasa, başlı başına egemenlerin gecikmiş yapısal problemlerini çözmeyi amaçladığı kadar, yeni dönem yönelimlerini de giderecek “garantileri” içerecek. Ancak AKP’nin yeni anayasanın bitirilmesini bekleyeceğini sanmamak gerek. Somut bir örnek için kıdem tazminatı konusunda yapmak istediklerini görmek yeterli…
AKP, açık faşizm dönemlerinin bile cesaret edemediği bir adımı, kıdem tazminatını fona devretmek adı altında tasfiye etmeyi gündemine aldı. İşçi sınıfının tarihsel kazanımı ve bir işveren sorumluluğu olan kıdem tazminatına yönelik bu saldırı öncelikle sermayeye nasıl bir hizmetkârlık yapıldığının açık bir göstergesi. Sendikal hak ve özgürlüklerin güvencesiz çalıştırma temelinde fiilen ortadan kaldırıldığı bugün “kıdem tazminatını mahkeme kapılarından ve işverenin insafından kurtarıyoruz” sözleriyle sermaye aklanıyor, büyük bir saldırı hazırlanıyor. İşçilerin kıdem tazminatı alamamasının iki nedeni var: Birincisi sermayenin hak hukuk tanımazlığı, ikincisi de güvencesiz çalıştırmanın artık esas çalıştırma biçimi haline gelmiş olmasıdır. Resmi rakamlarla bile çalışanlarının yarısının kayıt dışı olduğu, en büyük işveren olan devlette tüm hizmetlerin neredeyse tamamının taşeronlaştırıldığı ve taşeron şirketlerde çalışanların yapılan girdi çıktılarla başta kıdem tazminatı olmak üzere tüm haklarının ortadan kaldırıldığı bir çalışma düzeneğinde, kıdem tazminatı tasfiye edilerek ucuz ve güvencesiz işçilik politikaları derinleştiriliyor. Sendikaların bu olan bitene tepkisi ise manidar. Hak-İş -doğal olarak- düzenlemeyi şiddetle desteklerken daha önce “kıdem tazminatına dokunulursa genel grev sebebi sayarız” diyen Türk-İş “proje önümüze gelsin, değerlendirebiliriz” diyerek kuvvetli bir direnç göstermeyeceğini ilan etmiş oldu. DİSK’in tavrı ise konuyu gerçek zeminde tartışarak bir hareket örgütlemekten çok uzak. KESK, TTB ya da TMMOB gibi örgütler ise bunu “işçiler”in meselesi olarak görüyor.
AKP, böylesi bir gelecek planını uygulamaya koyduğunda biliyor ki halkın, toplumsal muhalefetin tepkileri de gecikmeyecektir. Tam da bu yüzden, aklınca, birtakım önlemler almış ve uygulamaya başlamış durumda. Demokratik muhalefet alanını tamamen kullanılamaz hale getirmek istemekte. İfade ve düşünme özgürlüğünü baskı altına almak, örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldırmak, hak taleplerini ezmek, özel saldırı programının ana amaçları. Gelişen en basit tepkileri bile en sert yöntemlerle bastırmaya çalışmak bir yana asıl olarak tutuklamaları arttırarak yıldırmayı amaçlıyor. Bunun için de kullandığı araç, yeniden yapılandırılmış polis ve özel yetkili savcılıklar.
Böylesi bir durumla karşı karşıya olunduğu bilinmesine rağmen (kime sorsanız herkes durumun “vahametinden” dem vuruyor) toplumsal muhalefetin özneleri bir aymazlık ve atıllık içinde. “Koskoca” DİSK Başkanlığına vekâlet edenler, DİSK bünyesindeki son dönemlerin en uzun ve etkili direnişini (Samsun’da Devrimci Sağlık İş üyeleri 180 gündür direnişteler) ziyaret etmek için bile “zaman” bulamıyorlar. “Koskoca” TMMOB’nin Başkanlığında bulunanlar, üniversite sınavını kazanan gençlere özerk-demokratik üniversite için mücadele edin çağrısı yerine “akredite” edilmiş bölümleri tercih edin diyerek, sistemin yaralarını kapatmaya çalışıyor… İlerici emek örgütleri, yönetimlerinde bulunanların çoğunun bir siyasi angajmanı olması nedeniyle de özellikle Kürt Siyasi Hareketinin (yukarıda sözü edilen) tercih baskılanmasında taraf haline geliyorlar. Bu durum ise kendi alanlarının sorunlarını “hakkıyla” ele alıp çözüm için uğraşmalarına ve aynı zamanda tüm toplumun sorunlarına taraf olabilecek bir pozisyon geliştirmelerine engel oluyor. Bazı kurumların seçimlerinin yaklaşmakta olması da cabası.
Sonuç itibariyle, tekrar edilmesinde yarar var; AKP, yeni saldırılarını kolayca uygulayabilmek için tüm demokratik muhalefet alanını gasp etmeye, kullanılamaz hale getirmeye çalışmaktadır. Bu durum; sinerek, kendi içine kapanarak, zamanın geçmesini bekleyerek geçiştirilemez. Bu duruma bazı siyasi merkezlerin sınırlı merkezler oluşturarak yanıt vermeye çalışması yeterli değildir. Çatı partisi gibi, gerçekte tek bir sorunun tarafı olmaya çalışan girişimler de yetersiz kalacaktır. AKP’nin bu planını ancak demokratik muhalefetin tüm biçimlerini ve tüm bileşenlerinin ortak düzlemini hedefleyen, AKP’nin baskıcı uygulamalarına karşı, yaygın bir sokak muhalefetini amaçlayan bir pratik süreç boşa çıkaracaktır. Sonbaharda böylesi bir pratik sürecin yaşanacak olması bir tercih değil, bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun “hakkını verenler” yeni toplumsal muhalefetin özneleri olarak yerlerini alabileceklerdir.