“Barış”la “savaş” diyalektiği nasıl ki “barış için savaş” şiarında ifadesini bulmuşsa, “acı” ile “tatlı” ya da “mutluluk” diyalektiği de “acıyı bal eylemek” deyiminde özleşmiştir. Tarihte, eşitlik ve özgürlükleri sağlayan zaferler, büyük acıların üzerinden kazanılmıştır. Yakın tarihten birkaç örneğe bakmak yeterlidir bunu teyit etmek için. 1871 Paris Komünü, krallığın açlığa ve acılara boğduğu Fransız halkının 70 […]
“Barış”la “savaş” diyalektiği nasıl ki “barış için savaş” şiarında ifadesini bulmuşsa, “acı” ile “tatlı” ya da “mutluluk” diyalektiği de “acıyı bal eylemek” deyiminde özleşmiştir.
Tarihte, eşitlik ve özgürlükleri sağlayan zaferler, büyük acıların üzerinden kazanılmıştır. Yakın tarihten birkaç örneğe bakmak yeterlidir bunu teyit etmek için. 1871 Paris Komünü, krallığın açlığa ve acılara boğduğu Fransız halkının 70 günlük iktidarıdır. 1917 Sovyet Devrimi, çarlık hapishanesi olan Rusya halklarının eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle sosyalizmi inşa etmesinin yolunu açmıştır. 1959 Küba Devrimi, ülkeyi kumarhane, uyuşturucu batağına dönüştüren Batista diktatörlüğüne son vermiştir. Petrol gelirleri başta olmak üzere birikimleri yağmalanan Venezüella halkının Bolivarcı devrimle emperyalizme kafa tutar hale gelmesine başka örnekler de eklenebilir.
Halkların siyasal ve kültürel birikimi, bazen acıyı bal eylemeye dönüşmeyebiliyor. Sınıflı toplumların ortaya çıktığı on bin yılı aşkın bir dönemde toplumu yönetme, emeği sömürme yöntemleri konusunda ideolojik-siyasal deneyimleri zengin olan egemen sınıfların Bizans oyunlarını fark etmeyen geniş yığınlar, etnik-dinsel-bölgesel farklılıklarının kurbanı olmaya devam ediyor ne yazık ki… Siyah-beyaz, Hıristiyan-Müslüman, Ermeni-Türk ya da Türk-Kürt, şu ya da bu aşiret ayrımını sürekli derinleştirerek iç çatışmalara neden olan egemen sınıflar, ülkemizde mezhep farklılıklarını da sık sık işçi ve emekçileri bölmenin bir aracı olarak kullanagelmişlerdir. 1970’lerde hızla siyasallaşarak devrimci, sosyalist harekete yönelen işçileri, emekçileri ve yoksul köylüleri din-mezhep temelinde, hemşehricilik anlayışıyla bölmeye çalışan sermaye sınıfı, 24 Aralık 1978’de Maraş katliamı, arkasından Çorum ve Sivas saldırılarıyla topluma korku salmaya çalışmıştır. “Alevi-Sünni çatışması” kılıfıyla sürdürülen bu saldırı ve katliamların bir benzeri Antakya’da uygulanmak istenmiş; ancak oradaki devrimci, sosyalist örgütlerde yer alan Türk-Arap ya da Alevi-Sünni kökenli devrimcilerin ortak mücadelesiyle bu oyun bozulmuştur. “Sınıf bilinci” ya da “halkların kardeşliği” kültürü gelişkin insanların etkin olduğu yerlerde, bu oyunların etkili olamaması önemlidir ve bize nasıl bir yol izlememiz gerektiği konusunda deneyim sunmaktadır. Bu deneyimi tarih bilincimizin yol gösterici hanesine yazarak, 2 Temmuz 1993 “Sivas Kıyımı”nı her yönüyle sağlam temellerde değerlendirmek ve geleceğe dersler çıkarmak daha anlamlı olacaktır.
“Sorma be birader mezhebimizi/ Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır” diyen Aleviler, komünistlerin “yoldaşlık” bilincine en yakın kültürü oluşturdukları için, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren ülkemizde yükselen sosyalist hareket ve işçi-emekçi sınıf mücadelesinin içinde yoğun olarak yer almaya başlamışlardır. 1960’larda büyük çoğunluğu kırsalda ve kapalı toplum ilişkileriyle yaşayan Alevi halkın sola yönelimden çekinen egemen güçler, iki yönteme başvurmuşlardır. Birincisi; Aleviler içinden devşirdikleri ve sermayeyle çıkarları olan, DP’nin milletvekilliğini de yapan, günümüz işbirlikçilerinden CEM Vakfı’nın başındaki İzzettin Doğan’ın babası Hüseyin Doğan gibileri devşirmek olmuştur. İkincisi de; yerleşim birimlerine zorla cami yaptırmak başta olmak üzere zorunlu din dersi gibi uygulamalarla kültürlerinden uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Toplumsal ve siyasal mücadelede öne çıkan Alevileri, ülkemizin ortak toplumsal ve siyasal mücadelesinden kopararak, bir dinsel örgütlenmeyle marjinalleştirmek için “Birlik Partisi” gibi ayrı siyasal örgütlenmelerin bile önü açılmıştır. Bu ders alınması gereken örnekleri çoğaltmak mümkündür. Önemli olan toplumsal olaylara tarihsel ve diyalektik materyalist yöntemle bütünlüklü bakmayı siyasal mücadelelerinin önüne kılavuz olarak koyan sosyalistlerin, işçi ve emekçilerin sınıfsal birliğini, halkların kardeşliğini tahrip eden tüm politikaları deşifre ederek, işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin eşitlik ve özgürlük temelinde toplumsal kurtuluşunu amaçlayan mücadele birliğini sağlamalarıdır.
Peki, neden 2 Temmuz 1993’te “Sivas Kıyımı” yapıldı?
Dostlar, yoldaşlar, ülkemizin yüzü aydınlığa dönük güzel insanları; işte bu soruya dönemsel ve genel boyutlarıyla sağlıklı yanıt verdiğimizde, bugün ve yarın da nasıl bir “yol” izlememiz gerektiğini, “yoldaşlığımızı nasıl güçlendirebileceğimizi” daha sağlam bir temelde gerçekleştirebiliriz.
Hatırlanacağı üzere 1993, ülkemizde sömürülen kamu emekçilerinin grevli-toplu sözleşmeli sendikal mücadelede örgütsel ve siyasal bakımdan etkinliğinin yükseldiği bir yıldır. Aynı biçimde Kürt emekçilerinin, yoksul köylülerinin desteğiyle yükselen mücadelenin, egemen güçleri sarsmaya başladığı bir yıldır. Ezilen Alevi halkın taleplerini dile getiren Pir Sultan Abdal derneklerinin etkinleşmeye başladığı bu yılda, etkinlikler Banaz’dan Sivas kent merkezine taşınmıştır. Yani ciddi bir sıçrama kaydedilmiştir. Diğer gelişmeleri de dikkate aldığımızda, sermaye sınıfının ülkeyi yönetmekte zorlanmaya başladığını söylemek mümkündür. İşte bu nedenle 1993’te Türkiye kapitalistleri ve işbirliği yaptıkları emperyalist odaklar düğmeye basmışlardır. Bir taraftan Türkiye işçi sınıfının sınıfsal mücadelesini ortaklaştırmak isteyen Kürt kökenli sendikacılar başta olmak üzere ( Petrol-İş Başkanı Münir Ceylan’ın hapse atılması bunun en somut örneğidir.) devrimci, sosyalist işçi önderleri ya sendika yönetimlerinden uzaklaştırılmış ya da haklarında davalar açılarak sınıfla bağları koparılmıştır. Diğer yandan Kürt siyasal hareketi diplomasiye boğularak Avrupa merkezli bir mücadeleye yönlendirilmiştir. Ülke içinde de siyasi cinayetlerin önü açılmıştır. Sınıfsal, toplumsal, inanç ve ulusal bakımlardan ezilenlerin birleşik mücadelesinin sağlanabileceği, bunun da Türkiye kapitalizminin mezarını kazarak eşit ve özgür insanların yaşayacağı sosyalist bir Türkiye’ye evrilebileceği bir sürecin önünü kesmek için üçüncü olarak Sivas kıyımı gerçekleştirilmiştir. Böylece, bir yandan ülke yangın yerine dönüştürülerek topluma korku verilmiş, diğer yandan işçi-emekçi sınıfın sendikal, siyasal öncüleri arasındaki ortak mücadele bağı kesilmek istenmiştir. Ülkenin toplumsal ve siyasal bakımdan gericileştirilmesinin, sömürünün azgınlaştırılmasının 12 Eylül’den sonraki büyük darbesi 1993’te böylece vurulmuştur. Türkiye işçi sınıfının sendikal örgütlerine, siyasal öncülerine; emekçi ve yoksul Kürtlerin temsilcilerine, Alevilerin mücadeleci örgütlerine ve aydın-sanatçılarına bu büyük darbe 1993’te vurulmamış olsaydı, bu darbenin mimarları olan DYP-SHP Hükümeti, ülkemizin daha çok soyulmasına ve emekçilerin daha çok yoksullaşmasına yol açan 1994’teki 5 Nisan Kararlarını bu ülkede uygulayamazlardı.
Değerli Dostlar, yoldaşlar, ülkemin güzel insanları; nasıl ki 12 Eylül askeri faşist darbesi 24 Ocak Kararlarının hayata geçirilmesi için işçi ve emekçilerin sendikal, siyasal ve demokratik kitle örgütlerini silindir gibi ezmeye çalıştıysa, “1993 konsepti” olarak bilinen Türkiye sermayesi ve emperyalizmin birlikte planladığı darbe de 5 Nisan Kararlarının hayata geçirilmesi, ülkenin toplumsal dokusunun gericileştirilmesi için yapılmıştır. Bugün emperyalizmin en işbirlikçi devlet partisi olan AKP iktidarının yolu da bu darbelerle açılmıştır. 2 Temmuz’da Sivas Madımak Oteli’nde yakılan “Güneşin Ozanları”nı bugün b
urada anmamızın anlamı da, işçi sınıfımıza, onun siyasal öncülerine, tüm ezilenlere sürekli darbeler düzenleyen bu kapitalist düzene olan “sınıf kinimizi” bilemektir. Onun için Nâzım Hikmet Kültür Merkezi olarak, Madımak Oteli, “Utanç Müzesi” olsun diyoruz; insan emeğine, eşitlik ve özgürlük bilincine düşman olanların katliamcı yüzlerini kimse unutmasın istiyoruz. İşte bunu başardığımız oranda “acı”yı “kurtarıcı”ya dönüştürmüş olacağız.
Ve şimdi bu kararlılıkla “Güneşin Ozanları” adına haykırıyoruz :
“Boyun eğmem asla sana / Yaksan bile bedenimi
Ben doğarım küllerimden / Gücün varsa durdur beni”