2 Haziran 2011 tarihli Hürriyet gazetesinde, “Adalet Mülkün Temelidir” başlığıyla tam sayfa ilan vermiş AKP. Yargının bağımsız ve tarafsız, polisin ise daha saygılı ve güler yüzlü olması için; davaların yıllarca sürmemesi için reform yapmışlar. Memleketi ‘üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne’ geçirmişler, çeteleri çökertmişler, faili meçhullere son vermişler. Polis merkezlerini ve jandarma karakollarını, artık herkesin korkusuzca gidebildiği […]
2 Haziran 2011 tarihli Hürriyet gazetesinde, “Adalet Mülkün Temelidir” başlığıyla tam sayfa ilan vermiş AKP. Yargının bağımsız ve tarafsız, polisin ise daha saygılı ve güler yüzlü olması için; davaların yıllarca sürmemesi için reform yapmışlar. Memleketi ‘üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne’ geçirmişler, çeteleri çökertmişler, faili meçhullere son vermişler. Polis merkezlerini ve jandarma karakollarını, artık herkesin korkusuzca gidebildiği yerler haline getirirken; işkenceye sıfır tolerans ilkelerini ise tavizsiz uyguluyorlarmış. Falan filan…
“Adalet mülkün temelidir” sözüne, mülkün de adaletsizliğin temeli olduğunu bilen devrimciler için bu yalanlarda şaşılacak bir yan yok. Hatta haksızlık yapmayalım, bunların bir kısmına hayaldaşları “yetmez ama evet”çiler bile inanmıyordur. Ancak İnönü Alpat’ın bir hatırlatması da bıçak gibi saplanıyor insanın hafızasına.
“Türkiye tarihi, ölümü alkışlatan iki kişi gördü”; diyor İnönü ve ekliyor: “İlki ‘asmayalım da besleyelim mi?’ diyen Kenan Evren. Bir mitingde böyle demiş ve alan coşkuyla karşılık vermişti. İkincisi ise Tayyip Erdoğan. Hopa’da öldürülen Metin Hoca için, ‘bunlardan biri ölmüş, üzerinde durmuyorum’ dedi ve kendisini dinleyen güruh çılgınca alkışladı.
Ve sormaktan da kendini alamıyor İnönü “yetmez, ama evet”çiler hakkında: “Bu andavallardan ses var mı? Ölümü alkışlatan adamın ve ölümü alkışlayanların bu memlekete demokrasi getireceğine inanmaya devam ediyorlar mı hâlâ? Ve hâlâ, AKP’nin statükonun, devletin ta kendisi olduğunu görememek nasıl bir akıl tutulmasına işarettir? Yoksa iktidara yaslanmanın, oradan nemalanmanın politikaya yansıması mıdır olup biten? Tekrar soralım o zaman: Ölümü alkışlatan bir adam, bırakalım demokrat olmayı, insan olabilir mi?”
Microsoft andaval sözcüğünün altını çiziktirip “argo veya kaba sözcük” uyarısı verince, (kendi bilgisayarınızda bile gönül rahatlığıyla andavala andaval diyemiyorsunuz), bir kez daha dönüp bakmak istedim anlamına. Andaval olarak değil, andavallı olarak vardı baktığım sözlükte. Açıklaması da şuydu: Kolayca kanan, aptal, bön, budala (kimse).
Acaba bir saflığa, hadi daha da ileri gidelim ve gerçekçi olalım, aptallığa gönderme yapan bir niteleme doğru mu “yetmez, ama evet”çiler için? Hakaret amaçlıysa mahsuru yok, altına imzamı atarım; ama sanki andaval nitelemesi yeterli değil gibi! Yani bir “yetmez, ama evet” de benden… Neden mi?
İki temel iddiası vardı bu şürekânın: Birincisi, askeri vesayet gerileyecek ve bu, demokratikleşme için önemli bir adım olacaktır. İkincisi, “seçilmişler”, “atanmışlar”a yeğdir.
İşletme disiplininde yer alan “ikinci en iyi”nin bile gerisinde kalarak “ikinci en kötü”ye (kendilerince askere karşı AKP’ye, bir başka ifadeyle atanmışlara karşı seçilmişlere) yaslanan sol liberaller, bunu da sosyalistlik adına yaptılar. Şöyle ki; Marksizm’de bir aşkın eleştiri vardır, bir de içkin eleştiri. Aldıkları tutum ise içkin eleştirinin bir gereği idi; “yetmez, ama evet” demenin gerekçesi de buydu.
Gerçi yeterli olmadığını Recep Tayyip de söylüyordu. Bu yüzden aralarındaki farkı nereye göre tasarımladıkları meçhul. Bunun üzerine çok şey yazıldığı ve söylendiği için detaylarına girmeye gerek yok. Ama sembolik birkaç hafıza-i beşer, fena olmaz.
“Askeri vesayetin geriletildiği” dönemde neler gördük, bir anımsayalım:
• Polisin zırhlı araçlarla ilköğretim okulunu basarak öğrencileri gözaltına aldığını;
• Taş attığı için binlerce çocuğun gözaltına alınıp tutukladığın;
• Basılmamış kitapların toplatılıp ömrü kontrgerillaya karşı mücadeleyle geçen gazetecilerin, o örgütün üyeliğinden yargılandığını;
• İşkencecilerle işkenceye uğrayanların, aynı örgüte üyelikten tutuklanarak yargılandığını;
• Bir kız çocuğunun parçalanmış bedeninin, annesi tarafından toplandığını;
• Islıkla ideolojik marş çalınıp ideolojik halay çekildiğini;
• 12 Eylül’de gördüğü işkenceden akli dengesini yitiren ve cezai ehliyeti olmayan birinin, işçi eylemine destek verdiği için tutuklandığını; hem de tedavi olabilsin gerekçesiyle;
• İnternet yasaklarının yeterli olmadığını, bu yüzden komple sansürlendiğini;
• Şantaj kasetlerinin, siyasetin temel yöntemi haline geldiğini;
• ÖSYM’nin sınavlarının şifrelediğini;
• Ve daha nicelerini…
Sadece sembolik örneklerden bazıları bunlar. Yani “pes artık” dedirten, demokratikleşme konusunda ilerici bir gelişme manevrası olarak destek verilen AKP’nin sadece sembolik birkaç icraatı. Evet, bu ve benzeri örnekler eskiden de vardı. Ancak, kimse kimseyi kandırmaya çalışmıyordu “ilerici adım” diye. Hedef belli, düşman belliydi. Ne zaman ki AKP, askerlerle uğraşmaya başladı; sizin de ağzınızdan ve kaleminizden erinç tümceleri dökülmeye başladı. Sizin adınıza hesap sorulduğu hissiyatıyla kendinizden geçtiniz.
Ancak bu toprakların devrimcileri için hâlâ her şey açık ve net. Hani 12 Eylül olunca, siz soluğu yurt dışında alırken, darbeye karşı direnerek canından olan devrimciler için, hani darbecilerle aynı yerde olduğunu söylediğiniz devrimciler için. Ne kadar trajik, değil mi? Darbeden kaçanların, darbeye direnerek canını veren devrimcileri darbeci olarak nitelemesi? Yoksa mide bulandırıcı mı demeliydim?
Daha niceleri yaşandı aslında. Bunun için zahmet edip Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın her yıl yayınladığı raporlara göz atmaları yeterdi. Ama televizyon ekranlarında boy göstermekten zaman bulamadıklarından sanırım, biz buradan hatırlatalım. Belki AKP’nin %47 ile sadece hükümet değil, iktidar da olduğu 2007’den itibaren yaşanan sert yükseliş dikkatlerini çeker.
Grafikten belli olmayan birkaç noktayı da hatırlatmak gerek. Ey “sivil”ciler, demokratikleşmenin öncüsü olarak gördüğünüz AKP’nin ilk 7 yıllık iktidarında; 107 kişi faili meçhul ile 338 kişi yargısız infaz ile 235 kişi de gözaltında (veya cezaevinde) katledildi. Yani devletin sorumluluğunda olan 680 cinayet yaşandı.
Sadece 2009 yılında, 18 faili meçhul cinayet, 48 yargısız infaz, 43 gözaltı (veya cezaevi) ölümü; toplam 109 devlet cinayeti işlendi.
Anayasa referandumu döneminde de yazdık, tekrar edelim. Bir başka önemli gösterge çünkü. AKP iktidarı döneminde;
• 114 bin 498 hak ihlali yaşandı.
• İşkence vakalarında % 900 artış oldu.
• Doğu ve Güneydoğu’da 24 bin 535 kişi gözaltına alındı.
• Gözaltına alınanlardan 10 bin 271’i tutuklandı.
• Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde 4 bin çocuk tutuklanıp hapsedildi.
• Polis ve jandarmanın açtığı ateş sonucu 64 çocuk katledildi.
Bu mu demokratikleşmede ilerici potansiyel ey aklı evveller?
Gerçi, işçi sınıfı diye bir derdiniz yok; bunu biliyoruz. Ancak belki sizin olmasa da sosyal bilimin ilgi alanına girdiği için göz atma gereği duyarsınız diye, Sendika.Org tarafından her ay yayınlanan iş cinayetlerinden söz edelim biraz da.
AKP iktidarının son 22 ayında, 822 işçi, iş cinayetine kurban gitti; 3601 işçi de iş kazasında yaralandı. Yani ayda en az 37 işçi iş
cinayetinde can verirken; en az 163 işçi de yaralandı. En az, çünkü bu veriler, yalnızca gazetelere yansıyan haberlerden oluşturuluyor her ay. Gerçek sayı, bunun kat be kat fazlası.
Aslında sorun nerede, biliyor musunuz? Baktığınız yerde…
Devrimciler, Engin Çeber’in işkencede katledilmesine bakarken; siz, ilk kez devlet adına özür dileyen bir bakanın AKP’li olmasına bakıyorsunuz.
Devrimciler, Ergenekon Davası kapsamında yapılan operasyonlarıyla, AKP’nin kontrgerillayı yeni dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırdığını vurgularken; siz, bazı generallerin yargı önüne çıkarılmasından ihya oluyorsunuz.
Devrimciler, sayısı 250 bine yaklaşmış olan ve AKP’nin kolluk gücü haline gelmiş bulunan polise dikkat çekerken; siz, askerlerin yediği şamarlarla kendinizden geçiyorsunuz.
Devrimciler, seçilmiş belediye başkanlarının (hani dilinizden düşürmediğiniz seçilmişlerden olan) tutuklanmasının, AKP ve ordu arasındaki ittifaka işaret olduğunu söylerken; siz, Kürt sorununun açıkça tartışılmasının bile ilerici bir adım olduğuna saplanıp kalıyorsunuz.
Karşılaştırmalar saymakla bitmez, bir şey daha ekleyerek bitirelim o yüzden. Devrimciler, Metin Lokumcu’nun katlini ve polis vahşetini protesto ederken ve her protestoda da aynı vahşetle tekrar tekrar yüz yüze gelirken; siz, Kenan Evren’in ifadeye çağrılmasıyla meşgul olursanız, hiçbir devrimci şaşırmayacaktır.
Yeri gelmişken değinmemek olmaz… Hani sıkça yer bulduğunuz televizyon ekranlarında devrimcileri ulusalcılıkla da suçluyor ve enternasyonalizm vurgusu yapıyordunuz da ya; sizin için ibret, bizim için bir kıvanç örneğini de sizlerden esirgememek lazım.
Metin öğretmenimizin katledilmesi ve devrimcilerin yoğun bir devlet terörüne maruz kalmasının ardından; Kanadalı yoldaşlarımız, “bu zor günlerde sizleri nasıl destekleyebileceğimizi ve nasıl bir dayanışma göstermemiz gerektiğini lütfen bize söyleyin”, “bu hikâye mutlaka herkes tarafından bilinmek zorunda”, “su adaleti mücadelesinde gösterdiğiniz kararlılıktan ötürü bütün kalbimle kutluyor, hayranlıkla izliyorum” derken; Şilili yoldaşlarımız, “yoldaşımız Metin Lokumcu’yu kaybettiğimiz için duyduğum üzüntüyü açıklamak ve en derin başsağlığı dileklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum” derken; Uruguaylı yoldaşlarımız, “hep birlikte kalabilmek için çok kuvvetli olmak zorundayız” derken; İspanyalı yoldaşlarımız, “bizler de sizinle oradayız!” derken; Malezyalı yoldaşlarımız, “Metin’le hiç tanışmadım, ama onun su ve demokrasi mücadelesi verdiğini biliyorum” derken; ABD’li yoldaşlarımız, “kalbimiz Metin Lokumcu’nun ailesiyle ve sizlerle birlikte çarpıyor; siz orada polis saldırılarına ve sizleri susturmak için yapılan her şeye rağmen mücadelenizi sürdürdüğünüz için sizlere pozitif duygu ve düşüncelerimizi gönderiyoruz”, “bizler de burada Metin ve diğer eylemcilerle aynı şiddete maruz bırakılmış gibi hissediyoruz” derken; Faslı yoldaşlarımız, “halkların hak mücadelesi karşısında polisin şiddetinin ne denli artabileceğini de gayet iyi biliyoruz” derken; Güney Afrika Cumhuriyeti’nden yoldaşlarımız, “hiçbir polis vahşeti ve şiddet bizi sessizleştiremeyecek” derken; Filistinli yoldaşlarımız, “birinin sırf halkının su hakkını savunduğu için katledildiğini duymak çok kötü” derken ben utanıyorum sizlerden.
Türkiye’de kendine sosyalist diyen bir kesim bunlara şu gerekçelere destek verdi demekten utanıyorum.
Ben sizlerden utanıyorum.
Ben sizin insanlığınızdan bile şüphe ediyorum.
Neden Hopa?
Hopa’dan ilk kovulanın, Recep Tayyip Erdoğan olmadığı biliniyor. Temmuz 2008’de Devlet Bahçeli de sokulmamıştı Hopa’ya. Referandumda evet oyu isteyen AKP milletvekili 1 Eylül 2010’de kovulmuştu Hopa’dan. (Ki bundan dolayı Yüksek Seçim Kurulu, Halkevleri’ne propaganda yasağı koymuştu.) Çok değil, bundan daha birkaç hafta önce de devlet bakanı ve AKP’nin Rize milletvekili adayı Hayati Yazıcı, protestolar nedeniyle ilçeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Peki, bunu bildiği halde neden geldi Hopa’ya Recep Tayyip? Halkevleri genel başkanı İlknur Birol ve genel başkan yardımcısı Samut Karabulut açıkladı aslında sebebini. Aslında Recep Tayyip, emniyet güçleri miting için uygun olmadığını belirtmesine rağmen, inatla geldi Hopa’ya. Çünkü yeni-Osmanlıcı zihniyeti gereği, Hopa’yı ya biat ettirecekti ya da işgal edecekti. İlkine gücü yetmediği için ikincisini yaptı.
Çünkü içme suyunun olduğu vadi üzerine kurulmaya çalışılan hidroelektrik santral için yapılmak istenen bilgilendirme toplantısını engelleyen Hopalılardı.
Çünkü katil İsrail devletinin Filistin’de uyguladığı katliamı protesto ederek, “Filistin halkı yalnız değildir” diyen Hopalılardı.
Çünkü “referandum’da hayır” eylemleri düzenleyen Hopalılardı. Çünkü yüzde 40 oranında yapılan ulaşım zammını yaptıkları eylemlerle geri çektirenler Hopalılardı.
Çünkü Anadolu Gençlik Derneği’nin Şehir Stadı’nda düzenlediği dünyanın ‘en iyi Kur’an seslendirenler’ etkinliğini engellemeye çalışanlar Hopalılardı.
Çünkü okullarında yaşanan gerici kadrolaşmaya karşı öğrencisi, öğretmeni, velisi bir araya gelerek Eğitim Hakkı Platformu kuranlar Hopalılardı.
Çünkü Genel Sağlık Sigortası Yasası’na, Hrant’ın katillerinin korunmasına, ÖSYM’nin sınavlarına, Karadeniz karartılmasına karşı ilk ayaklananlar hep Hopalılardı.
Nasıl ilk kovulan Recep Tayyip değilse, ilk tutuklama dalgası da değil Hopalılar için bu. Mart 2006’da Hopa’da solcu gençlerin bıçaklanmasının ardından halkın daha önceki bıçaklama olayları gibi cezasız kalmaması için tepki göstermesi üzerine Halkevleri ve ÖDP üyesi 20 kişi tutuklanmıştı.
Tutuklamaların Ardından…
Bilindiği gibi Ankara’da büyük bir devlet terörüyle onlarca kişi gözaltına alınmış ve gözaltındaki 52 kişi için ek süre istenmişti. Gözaltıların ertesi gün televizyon kanallarında geçen “izin gösteri ve yürüyüş”ten değil, “terör eylemi”nden sorgulanacakları haberi, tutuklamalar olacağının kanıtıydı. Aynı Hopa’daki gözaltı terörü için Erzurum özel yetkili mahkemenin görevlendirilmesinden anlaşıldığı gibi.
Tutuklanan arkadaşlarımızdan ikisi, kamuoyunun yakından bildiği ve AKP yandaşı medyanın hedef gösterdiği kişiler: Kolektif Yürütme Kurulu üyeleri Ozan Gündoğdu ve Ömür Çağdaş Ersoy. Sendika.Org yazarı ve Latinbilgi.Net editörü Soner Torlak da Burhan Kuzu’nun yumurtaya boğulması eyleminde yer alanlardan. Yani aslında tutuklamalar, AKP’nin yumurta intikamı gerçekten.
Peki diğer iki kişi? Yani Sosyalist Demokrasi Partisi’nden (SDP) Fatih Koyuncu ve Toplumsal Özgürlük Platformu’ndan (TÖP) Göksel Ilgın. Bir devrimci dayanışma sorumluluğu ile eylemde yer alan, omuz omuza mücadele eden bu arkadaşların da tutuklanmasının, bir arka planı olabilir mi?
Bilindiği gibi Hanefi Avcı ile SDP’den ve TÖP’ten devrimciler, düzemece iddianamelerle bir araya getirilmiş ve tutuklanmıştı. Davaları hâlâ sürüyor. Dolayısıyla bu son tutuklamalar da polisin ve savcılığın yeni bir “torba terör örgütü” yaratma çabası, daha doğrusu yaratılmış “torba terör örgütleri”ne dâhil etme çabası olarak düşünülebilir. Tutuklanan devrimcilerin, “halkta devlete karşı isyan hissi uyandıracak terör yöntemlerine başvurmak” ile suçlanması, böyle bir çabanın olduğunu gösteriyor. Belki Hopa ile birleştirilmesi bile planlanıyor olabilir.
Son Söz Yerine…
Hürriyet gazetesi ile başladık, içinde hürriyet geçen bir başka şeyle bitirelim. Bilindiği gibi komünist Nazım’ın “Hürriyet Kavgası” isimli bir şiiri vardır ve şiir, şu dizelerle biter:
Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
Bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.