Seçimden çıkan sonuç: Yine tek yol sokak, yine tek yol devrim -Aktüel Gündem

Gerçek sınıf eksenli saflaşmalar kurulmadığı ve bu saflaşmaların siyasal temsiliyetleri yaratılamadığı sürece sistem içi alternatifler değişik biçimler alarak kendisini yeniden ve yeniden üretecektir. Oysa ki sınıf mücadelesi, bugünkü karşılığıyla “haklar mücadelesi”, toplumda yaratılmış saflaşmaları esas almak yerine yeni bir saflaşmayı hedef göstermektedir

AKP’nin %50 oy oranını bulması, daha “korkunç” bir ifade ile her iki kişiden birinin oyunu almış olması, toplumun sol cenahı için büyük bir şaşkınlık ve ciddi bir karamsarlık yaratmış durumda. Şaşkınlığın nedeni AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca egemen sınıflar lehine uyguladığı politikaların emekçi halk için yıkıcı sonuçlarının ve özellikle son dönemlerde gelişen AKP karşıtı muhalefet eylemlerinin AKP’yi yıprattığı “kanaati” idi. Karamsarlık ise üçüncü dönemine daha da güçlenerek giren bu gerici, neo-liberal iktidar bloğunun “artık yıkılamayacağı” algısından kaynaklanmakta. Şaşkınlık anlaşılabilir ancak karamsarlık asla.

AKP, toplumun yaklaşık %70’ini oluşturan sağ-muhafazakar bölümünün önemli bir kısmını kendi etrafında topladı. Asıl başarı budur. Diğer gerici partiler (Saadet %1,24, HAS Parti %0,76, BBP %0,73, DP %0,65, DYP %0,15; Toplam %3,23) oy oranlarını %4-5’lerde tutsalardı AKP %30 civarında oy alacak kimse de buna şaşırmayacak üstelik iyimser bir hava yayılacaktı. Ancak böyle bir durum toplumdaki gericiliğin gerilediği, neo-liberal politikalara karşı güçlü bir direncin geliştiği anlamına gelmeyecekti. Bu noktada asıl şaşırması ve karamsarlığa düşmesi gerekenler “sağ”da siyaset yapan özneler olmalı.

AKP, sağın tek partisi olmayı nasıl başardı? Bu sorunun yanıtı Tayyip Erdoğan’ın özellikle seçim dönemi izlediği strateji ve taktiklerde rahatlıkla görülebilir. İlk olarak altı çizilmesi gereken CHP’ye karşı izlenen politikadır. Tayyip, sağ-muhafazakar kitlenin ortak paydası olan, 1923’ten beri süren ve özellikle İnönü döneminde yoğunlaşan “CHP düşmanlığını” sürekli canlı tutarak herhangi bir nedenle “karşıya kayabilecek” kitlenin önünü kesmeye çalışmıştır. Bu konuda ona “Menderes’in mağdurluğu” ve “Demirel’in ihaneti” çok yardımcı olmuştur.

%10 seçim barajının Tayyip’in stratejisindeki önemi seçim sonrasında çıkan tabloda çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu baraj asıl olarak sağdaki siyasal partilere ilişkindir. MHP için bile tehdit haline getirilen bu durum sağ seçmenlerin tamamen diğer partilerden uzaklaşmasını sağlayan temel etkendir. (Bu seçimde %86 olan geçerli oyların %95’inin mecliste temsil edilecek olması bu barajın kalması yönünde Tayyip’in elini güçlendiren bir diğer faktör olarak da değerlendirilecektir kuşkusuz).

Bu bloğu oluşturan tüm çıkar gruplarını “bir şekilde” gözeten politikaların 8 yıllık iktidar dönemine yayılan biçimde uygulanması, özellikle orta ölçekli sermayenin “hoşnut edilmesi”, bu kesimin neredeyse AKP’nin doğrudan parti militanı olarak çalıştırılmasını sağlamıştır. Uygulanan ekonomik politikaların asıl rantını büyük sermaye almış olsa da yoksullar için uygulanan sosyal yardım (dilencileştirme) programları, enflasyonun görece stabil halde tutulması ve özellikle sağlık alanındaki görece iyileştirmeler AKP’ye verilen desteğin kopmasını engellemiştir. Elbette tüm bunları sağlayan, cari açığı arttırsa da nakit para ihtiyacını gideren AKP’nin uyguladığı “sıcak para” politikasıdır. AKP’nin sıkıştığı her durumda uluslararası İslami sermayenin verdiği “açık desteği” de eklemek gerek.

Tüm bunlarla birlikte bu %70’in ideolojik harcını oluşturan gerici-tutucu değerler Tayyip tarafından en iyi şekilde temsil edilmiş, hiç kimsenin rol çalmasına izin verilmemiştir. Ucube değerlendirmesinden içki yasağına, internet filtrelemesinden MHP’lilerin ahlak sorgusuna kadar uzanan vurgular bizzat Tayyip tarafından kullanılmıştır. Sünni gericiliğe Kılıçdaroğlu’nun Alevi olduğu hatırlatması bolca yapılmıştır. Hatta oy potansiyeli zayıf olduğu için liberalleri “malzeme” yapmaktan çekinmemiştir.

Milliyetçi değerler ise Kürt seçmenin gerici kesimleri “feda edilerek” korunmak zorunda kalınmıştır. Kürt illerinde gösterilen adaylar, Kürt sorunu karşısındaki “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların sorunu vardır” söylemi, hatta Öcalan’ın asılmasının gerektiği vurgusu; tüm bunlar AKP’nin Kürt illerinden çıkardığı milletvekili sayısını azaltmış olsa da karşılığında aldığı milletvekillerini arttırmıştır. (BDP’nin başarısında AKP’nin uyguladığı bu politika da “bir nebze” etken).

Tayyip’i kısmen zorlayan Kılıçdaroğlu’nun söylemi oldu (Baykal olsaydı işi daha kolay olabilirdi), CHP’nin varlığı ya da temel politikaları değil. Tayyip, CHP’nin varlığını tarih hatırlatmasıyla bertaraf ederken, 4-b’lilere kadro verme, 30 bin öğretmen ataması yapma gibi icraatlarla, Kılıçdaroğlu’nun vaatlerini boşa çıkaran bir manevra yaptı.

Sonuçta, %50’lik AKP’yi geriletecek iki yol var, ya AKP içinde ciddi bir bölünme yaratılıp ikinci bir parti çıkacak ya da %10 barajı kaldırılacak. Devrimciler içinse sadece “üçüncü bir yol” var.

CHP ise, sistemin yürütücülüğünün bir alternatifi olma stratejisiyle zaten %30’luk bir kesim içinde kalmaya mahkum. Bu strateji; inandırıcılığı zayıf bol vaat, çalışkan ama zayıf lider profili, örgüt içi küskünlük, aday belirlemedeki hoyratlık, sağdan oy alma gerekçesiyle girilen ittifaklar, tutarsız kadrolar (örneğin Gürsel Tekin, %30’un altında kalınırsa istifa edeceğini söylemişti, bakalım ne yapacak?), vb. ile birleşince şişirilmiş balon erken patladı. Sese ilk koşan da Deniz Baykal oldu, doğal olarak. Anlaşılan odur ki CHP, kendisinden beklenmeyen bir performansla ara verdiği parti içi çekişmelere hızla dönecek ve büyük olasılıkla orta vadede, taraflardan biri Baykal olmayacak olsa da yeni lider arayışına yönelecek.

Benzer bir durumun MHP için de yaşanacağı kesin. Kasetleri şimdilik bertaraf eden MHP yönetimi (kaç kişi kaldılarsa), hesabı sormayı seçimden sonraya erteleyen parti kadrolarıyla yüz yüze gelecek. Kuşkusuz böyle bir durum, yani CHP’nin ve MHP’nin kendi iç gündemlerine hızla girmeleri AKP’nin “ustalık dönemi” icraatlarında işini kolaylaştıracaktır.

Eli zayıflamış karşı tarafa Tayyip’in ilk hamlesi yeni Anayasa oldu. Daha önce “oluşacak meclis aritmetiğine bakarız, uygun olmazsa (330’un altında kalırsak) var olanla devam ederiz” diyen Tayyip, seçimden hemen sonra ağız değiştirdi. Tayyip’in istediği türden bir yeni anayasaya MHP’nin veya CHP’nin “bir bütün olarak” onay vermesi çok mümkün görünmüyor. Ancak bu partilerden koparılan oylarla rahatlıkla 330’un üstüne çıkılabilir. Sonrası zaten belli, referandumda uyguladığı ambalajı parlak taktik.

Benzer bir ağız değiştirme balkon konuşmasında da yaşandı. Tayyip hızla tüm Türkiye’yi kucakladı, hızını alamayıp tüm dünyayı da kucakladı. Üçüncü balkon konuşmasında da aynı taktiği başta liberaller olmak üzere kendisinden beklentisi olan herkese yedirebileceğini artık “ustalıkla” öğrenmiş durumda. Bu taktiği zaten yemeyecek olanları ise seçimin, çok değil bir gün sonrasında polis operasyonu bekliyordu. Anlaşılan “tek yol sokak, tek yol devrim” diyenlere karşı Tayyip efendi kendisini zor zaptetmiş. “Yaptıklarının yapacaklarının garanti olduğunu” söylemesine gerek yok, onun kimi kucaklayıp kimi sırtlayacağı zaten biliniyor.

Tayyip’in taktiğine “yediği kazıklardan” ötürü tekrar inanmayacak olanlar i
se Kürtler! 36 vekili meclise sokmuş olmak büyük bir örgütsel başarı. Bir kısmı Tayyip’e de ait olsa, “ulusal birlik projesi”nin ittifak taktiğinin başarısı. 3 tane “sol”dan adayın seçtirilmesi geçen dönem izlenen aynı taktiğin bu sefer ilerletilmesi anlamını taşıyor. (Uras yerine Tüzel, Birdal yerine Kürkçü, Baskın yerine Sırrı). Ancak sandık taktiği olarak başarılan bu durumun geleceğinde çeşitli zorluklar yaşanacağı açık. Şerafettin Elçi ve Altan Tan’ı ancak Kürt milliyetçiliği ekseninde tutmak mümkünken, Levent Tüzel ve Ertuğrul Kürkçü’nün böyle bir çizgiye evet demesini beklemek ancak “borç ödemek” beklentisiyle mümkün olabilecek. “Kürt ulusal birlik” projesini terk etmeden “sol” ile girişilecek bir çatı partisi projesi ise Kürt siyasi hareketi açısından samimiyetten uzak görünecektir. Yeni anayasa beklerken geçecek zaman ise Kürt halkını “atıllığa” sevk edebilecek en önemli tehlike.

Tekrar olacak; bu ülke seçmeninin hala çok büyük bölümünün (Genç Parti’ye bir zaman oy vermiş %7’lik kısım istisna olabilir) sandıktaki oyunu belirleyen ilk saik ideolojik tercihler. İlk önce sağcı ya da solcu daha doğru bir ifade ile DP geleneğini ya da CHP geleneğini sahiplenen, Kürt ya da Müslüman, Alevi ya da Sünni “olunuyor” daha sonra kendi bölümündeki siyasal temsiliyet belirleniyor.

Bu seçim öncesi gelişen muhalefet eylemleri; HES protestoları, sınavın şifrelenmesine karşı büyüyen liseli tepkisi, barınma hakkının gasp edilmesine karşı gelişen eylemler, nükleer karşıtlığı, çevre duyarlılığı, Tekel işçilerinin güvencesizliğe, sağlık emekçilerinin taşeronlaştırmaya karşı direnişleri, üniversite gençliğinin yumurtalamaları, kadın düşmanlığına karşı duruşlar, vb’lerinin yoğunlaşması “sol”da doğal olarak AKP karşıtlığının büyüdüğü ve bunun sandığa yansıyacağı şeklinde değerlendirilmişti. Oysa dikkat edilirse bu tepkilerin hiçbirinin oy pusulasında bir bölümü (henüz) mevcut değil. Bu tepkilerin sahipleri ya sandığa gitmemek ya da gittiğinde var olanlardan birini tercih etmek zorunda.

Gerçek sınıf eksenli saflaşmalar kurulmadığı ve bu saflaşmaların siyasal temsiliyetleri yaratılamadığı sürece sistem içi alternatifler değişik biçimler alarak kendisini yeniden ve yeniden üretecektir. Genel olarak solun bildiği fakat yapmadığı/yapamadığı da budur. Soldaki genel eğilim kendisine “kısmen” benzer bir kitlenin içerisinde saf ideolojik propagandaya ağırlık veren bir siyasal faaliyet çizgisidir. Bunun da olabilecek en ileri hedefi %30’luk kitleden oy istemek, onu “dönüştürmeyi” amaçlamaktır.

Oysa ki sınıf mücadelesi, bugünkü karşılığıyla “haklar mücadelesi”, toplumda yaratılmış saflaşmaları esas almak yerine yeni bir saflaşmayı hedef göstermektedir. İster AKP’ye ister CHP’ye oy vermiş olsun tüm ezilen halkı kendi gerçek çıkarları ekseninde mücadele etme, örgütlenme faaliyetidir bu.

Benzer bir deneyim Devrimci Hareketin tarihinde “direniş komiteleri” olarak yaşanmış/yaşatılmıştı. MSP’lisinden AP’lisine kadar tüm halk siyasi iktidara karşı kendi yaşam alanını korumak ve yeniden üretmek için “ayrı” bir örgütlü topluluk halinde hareket edebilmişti.

Şimdi de aynı siyasal anlayışı, benzer bir siyasal davranışı geliştirmek gerek. Bu yol “hak mücadelesi çizgisinin” şimdiye kadarki uygulamalarıyla açılmış durumda. Ancak bunun yeterli olmadığı, daha kat edilecek çok mesafenin var olduğu da ortada. (Mısır da bile on yıllardır süren diktatörlük rejimine karşı gelişen halk ayaklanması bir günde oluşmadı, arkasında yüzlerce işçi direnişi, işçi grevi vardı, üstelik buna rağmen mutlak başarı elde edilebilmiş değil). Ancak halkın demokratik iktidarının bu yolla kurulacağı da ortada. Üstelik bu yol sadece sandıktan ve parlamentodan geçmiyor, tam tersine asıl olarak sokaktan, asıl olarak sisteme “dışarıdan” müdahaleden geçiyor. Ve devrimi hedefliyor.

Ve devrim kestirmeden gidenlerin, kolay yoldan başarı peşinde koşanların harcı değil. “Ne yazık ki” engebeli, sarp ve dolambaçlı…

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur