Bu yıl 1 Mayıs, toplumsal muhalefetin oldukça hareketli geçirdiği bir bahar sürecinin ardından ve emek düşmanı AKP’yi üçüncü kez iktidara getireceği muhtemel bir genel seçimin öngününde, tarihin en kitlesel 1 Mayıs’ı olarak gerçekleşti. Ne var ki, 1 Mayıs’ın görkemi ile karnavallarla kıyaslanan siyasal etkisi arasında bir tezat olduğu ortada. Bu tezat, aynı zamanda toplumsal muhalefetin […]
Bu yıl 1 Mayıs, toplumsal muhalefetin oldukça hareketli geçirdiği bir bahar sürecinin ardından ve emek düşmanı AKP’yi üçüncü kez iktidara getireceği muhtemel bir genel seçimin öngününde, tarihin en kitlesel 1 Mayıs’ı olarak gerçekleşti. Ne var ki, 1 Mayıs’ın görkemi ile karnavallarla kıyaslanan siyasal etkisi arasında bir tezat olduğu ortada. Bu tezat, aynı zamanda toplumsal muhalefetin “devrimci krizini” açığa vurmaktadır. Emek hareketinin mevcut inisiyatif merkezleri yeni işçi kitlesinin siyasal/örgütsel temsilini yerine getirememekte, yeni bir siyasal/örgütsel hat içinde varlık kazanarak meydanları dolduran yeni işçi kitlesi de bu şekilde temsil edilmek istememektedir. On yıllardır teorik düzeyde dile getirilen yenilenme ihtiyacı, 1 Mayıs meydanlarında açığa çıkan somut durumun da bir sonucu olarak, artık ertelenemez bir zorunluluk haline gelmiştir
Taksim Meydanı, ülke tarihinin en görkemli 1 Mayıs mitingine sahne oldu. Kitleselliği ve simgesel gücüyle dünya çapında yankı uyandıran Taksim 1 Mayıs’ında, sınıf hareketinin ve solun yeni dinamiklerinin artık geleneksel kalıplarla yetinmesi mümkün olmayan bir birikime ulaştığı görüldü.
Meydana sığmayan yüz binlerce emekçi, birçoğu geleneksel sendikal merkezlerin inisiyatifi dışında ya da o inisiyatife rağmen gelişen sınıf mücadelesi pratiklerinin sloganlarıyla ve konfederasyon yöneticilerine kendilerini kürsüye çıkmaya yetkisiz hissettiren bambaşka bir dinamizmle bir araya geldi. Güvencesizliğe karşı mücadelede ve işçisi, genci, Kürdü, Alevisi ve aydınıyla düzen dışı AKP karşıtı bir çizgide ortaklaşan politik mesajlarıyla meydan kürsüyü aştı.
Yirmi küsur yıl sonra MESS’e meydan okuyarak greve çıkan metal işçileri… Ülke tarihinin en başarılı sağlık grevlerinden birini örgütleyen TTB… Taşerona başkaldıran güvencesiz işçiler… Toplumsal hakların ve doğanın metalaştırılmasına karşı hak mücadeleleriyle hükümeti “illet” eden yoksullar… YGS skandalına isyan eden liseliler… Siyasal taleplerini militanca savunan Kürtler… AKP gericiliğine karşı devletçiliğe ve mezhepçiliğe saplanmayan ilerici bir hareket olarak seslerini yükselten Aleviler… “Yansak da dokunacağız” diyerek ilk kez kitlesel biçimde sokaklara çıkan gazeteciler…
Bunların her biri parça parça mücadeleleriyle AKP iktidarının başını fazlasıyla ağrıtırken, nasıl olur da solun 40 yıllık birikimiyle de yan yana gelip alana çıktıklarında, siyasal etkisi tartışmalı bir görkemden ibaret bırakılır? Yıllardır bu meydanı emekçilere kapatmak için nasıl terör estirdiyse, emek düşmanı politikaları da aynı militanlıkla sürdüren AKP iktidarını rahatsız edecek herhangi bir mesajın kürsüde dillendirilmemesi neyle açıklanabilir? Taha Akyol gibi eski-faşist/neo-liberal kalemlerin, “karnaval” havasında örgütlenen 1 Mayıs’a “övgüler” dizmesinin sorumlusu kimdir?
En büyük sayıların dahi sıfırla çarpılınca sonucun sıfır olması ya da tersten sıfır ne kadar büyük bir sayıyla çarpılırsa çarpılsın yine sıfır etmesi gibi, bu 1 Mayıs’ın da çarpmadaki ‘sıfır’a denk düşen bir yutan elemanı vardı. O da, sınıf hareketinin bayrağını hala elinde tutmasına karşın o bayrağı sınıfın mücadele eden kesimlerinin önünde değil, kol kola girdiği “sendika” sıfatlı sınıf düşmanlarının yanında sallamakta bir beis görmeyen geleneksel sendikal anlayıştır.
Sır değil. AKP iktidarı, sendikal hareket içindeki güdümlü örgüt ve kadroları ile medyasını “engel olamıyorsan dahil ol ve içeriğini boşalt” stratejisi etrafında seferber etmişti. Türk-İş yönetimi ile Hak-İş ve Memur-Sen görevlendirildi. Buraya kadar sorun yok. Sorun, DİSK ve KESK yönetimlerinin de bu amaca yardımcı olmasıydı. Burada yer yer basiretsizlik ve kötü niyetin de payından söz edilebilir. Ancak DİSK ve KESK’in bu pozisyona düşmesinin asıl nedeni; yeni işçi kitlesinin örgütlenme ve mücadele ihtiyaçlarına yanıt veremeyen, hatta varlığını da siyasi angajman ve sınıf uzlaşmacılığına borçlu olan sendikal merkezlerin kader birliğinde yer almalarıdır. Bu nedenle, aynı zamanda kendi statükoları için bir tehlike olarak gördükleri sınıfın yeni dinamiklerini geriye iterek, kendi statükoları için bir güvence olarak gördükleri kontra-sendikalarla kol kola girmişlerdir.
Bu nedenle, daha on gün önce oldukça etkili bir grev sürecine imza atan hekimlerin örgütü TTB’yi emek örgütünden saymazken, yıllarca Taksim için verilen mücadeleye karşı tavır alarak hükümetin tutumunu meşrulaştırmaya çalışan Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’yu tertip komitesine sözcü yaptılar. Emek sermaye çatışmasının işyerinin dışına taşan alanlarını hak mücadeleleri ekseninde örgütleyerek kendisini yeni işçi hareketinin bir parçası olarak var eden Halkevleri’ne “fraksiyon” muamelesi yapıp, greve ve sınıf mücadelesine karşı durdukları için Tayyip Erdoğan’ın övgülerine mazhar olan Hak-İş ve Memur-Sen’i meydanın başköşesine, kürsünün en önüne buyur ettiler.
Önlerine bir mehter takımı alıp slogansız sedasız bekleyen bu “sendikalar”, Türk Metal, Tes İş ve Liman İş’teki kardeşleri ile eşgüdüm içinde, tertip komitesinin kararını çiğneyip herkesten önce alana girerek kürsü önünde fotoğraf verdiğinde AKP’nin arzuladığı görüntü tamamlanmış, kürsüde çırpınan “tertip komitesi” için de iş işten geçmişti. Ertesi gün Eyüp Can’ın Radikal’i de dahil olmak üzere pek çok gazetede manşet fotoğraflarının Hak-İş ve mehter takımından seçilmesi, siyasi mesajları sıfırlayan bir “sağcı-solcu kardeşliği”nden ve mücadeleyi görünmez kılan bir “bayram havası”ndan dem vurulması da “tertip komitesinin” başarı hanesine yazıldı.
“İşçi sınıfının birliği” bahanesi ile DİSK ve KESK’i Hak İş ve Memur Sen’in arkasına sıralayanların, bu “birlik” bozulmasın diye, kürsüden yapılan konuşmalarda sermayenin iktidarı AKP’ye laf etmekten imtina eder hale gelmesi, korudukları birliğin sınıfın birliği olmadığını ve “sendika” olmakla “sınıf örgütü” olmanın aynı anlama gelmediğini bir kez daha göstermiştir.
“Sınıf örgütü” olmak için “sendika” olmak gerekmediğini ve sınıfın birliğinin yolunun konfederasyonların birliğinden değil güvencesizliğe ve toplumsal hakların gaspına karşı mücadeleden geçtiğini ise o kürsüye rağmen meydan göstermiştir. Kürsüde temsilini bulamasa da, DİSK ve KESK kortejlerinin içinde ve dışında yer alan pek çok örgütlenme, 1 Mayıs’ta sergilenen yanlışların da kaynağında yer alan yapısal sorunlara yönelik pratik eleştiri ve çözümlerini yansıtan bir biçimde alanda yer almıştır.
Metal grevinin heyecanını alana taşıyan Birleşik Metal-İş; güvencesiz işçileri örgütlemeyi ve harekete geçirmeyi temel çizgi olarak benimseyen Dev Sağlık-İş, Limter-İş, Enerji-Sen; güvencesizlerin de örgütlenmesine kapı aralayan Sosyal-İş, Bank-Sen gibi sendikalar; g(ö)revden 1 Mayıs’a yürüyen TTB; Eğitim-Sen kortejlerinin içinde sendikalarını güvencesizliğe karşı mücadeleye kayıtsız kalmamaya çağıran güvencesiz öğretmen inisiyatifleri; güvencesizliğe karşı mücadelenin bir bütünleyeni olarak öne çıkan toplumsal haklar mücadelesi ile Halkevleri; beyaz yakalı işçiler; irili ufaklı direnişlerden gelen güvencesiz işçi grupları…
“Güvencesizliğe karşı mücadele”nin artık konfederasyonların da dillendirdiği bir ezbere dönüşmesi, konfederasyonların birlik ve dayanışması ile işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışması arasındaki çelişkiyi örtmeye yetmemektedir. Direnişteki kimi işçi gruplarının k
üçük çaplı kürsü işgalleri, genel geçer ifadelerle dolu ortak metinlerin yönetici olmayan işçilere okutulması, kimi sol grupların “daha devrimci” ifadelerle dolu kendi ortak bildirgelerini de ayrıca okutması da sorunu çözmemekte, trajedi ile komedi arasında salınan bir manzara açığa çıkarmaktadır.
Buradaki çelişkinin, meydana yansıyan devrimci potansiyeli gerçek bir harekete dönüştürecek biçimde aşılması, güvencesizliğe karşı ve hak mücadeleleri ekseninde gelişen yeni öznenin siyasal/örgütsel temsiliyetinin oluşturulup bir inisiyatif merkezi olarak kendini ortaya koyması ile mümkündür. Bu, elbette ki, sadece bürokratik girişimlerle gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir görevdir ve henüz ortak bir form ya da çatı altında bulunmayan yeni işçi kitlesinin farklı kesimlerini bir araya getirecek somut mücadele süreçlerini gerektirmektedir. Meydanlar, bugün böylesi mücadele süreçlerinin nüvelerinin de, bunu devrimci siyasal bir perspektifle örgütleyen öznelerin de bulunduğunu ispatlamıştır.
Mesele yeni öznenin bu iddiasını ortaya koyması, ondan sonra da geleneksel yapıyla hesaplaşmaya girişmesidir. Bu hesaplaşma, sınıfın ve sol hareketin nostalji, merasim, karnaval görünümleri altında etkisizleştirilmek istenen görkemli birikimini bugünün devrimci hareketi için seferber etmenin yolunu da açacaktır.