Doğal alanların yağması derken aklımıza ilk gelen şey su olmaya başladı. Hatta gelecekte su için savaşların kaçınılmazlığı bile öngörülmekte. Ülkemizde de suyun yağmaya kurban gidişi ve su hakkı için mücadele gündemin başında geliyor. Suyun akışı demek yaşamın da akışı ve sürekliliği demektir. Sorun, azgınlığını kuşanmış kapitalist sermayenin büyütülmesi, çarkın daha hızlı dönmesi demek olunca suyun […]
Doğal alanların yağması derken aklımıza ilk gelen şey su olmaya başladı. Hatta gelecekte su için savaşların kaçınılmazlığı bile öngörülmekte. Ülkemizde de suyun yağmaya kurban gidişi ve su hakkı için mücadele gündemin başında geliyor.
Suyun akışı demek yaşamın da akışı ve sürekliliği demektir. Sorun, azgınlığını kuşanmış kapitalist sermayenin büyütülmesi, çarkın daha hızlı dönmesi demek olunca suyun akışını bile baskı altına alırlar.
Nehirleri geçmiştik… Doğrusu bu konuda ileriyi görmek için çok geç kalmıştık. Nehirlerimizin önüne baraj setleri kurulup, etrafındaki tarlalar sular altında kalıp, avucumuza üç-beş kuruş para tutuşturduklarında ne de çok sevinmiştik. Kızılırmak, Fırat, Yeşilırmak, Sakarya, Dicle ırmakları üzerlerine kurulan barajlar, geçmiş uygarlıkların köküne kibrit suyu ektiği gibi, mevcut yaşamları da tarumar eylemişti. Geçtiğimiz son 40 yıl nehirlerin akışının baskı altına alındığı, önüne setlerin çekildiği yıllar olmuştu.
Topraksız kalıp üç-beş kuruşumuzla şehirlere akın ettiğimizde bizi bekleyen bir iş, çalışacağımız bir fabrika vb. yoktu. Devlet enerji adına doğal hayatı yağmalar, sermaye birikimine enerji sağlarken; bizler kentin yoksul mahallelerinde meskenleşip, güvencesiz bir gelecek sancısıyla birlikte yoğunlaşıyorduk.
Gün geldi, mevcut enerji kaynakları patronların büyüme ihtiyacına dar gelmeye başladı. Tüketimin züppece pompalanmasının ve pompalanan ürünlerin tüketimi de enerjiye bağlı olmaktaydı. Dengeli ve ya dengesiz piyasa üretimini saymazsak, dev alış veriş merkezleri, reklâm panoları, plazalar, gırla çoğalan küçük-büyük elektrikli aletler kapitalist pazarın canlı kalmasına yetmedi. Nehirlerin işi bittikten sonra çaylarımıza ve derelerimize sıra böyle gelmişti.
Yüzlerce değil, binlerce HES ihalesi de bu süreçte uygulanmaya başlandı. Su hayatımız. Hayat için akan ırmaklar, çaylar, dereler de hayat verdiği tüm canlıların kardeşliği gibi onlar da ortak dert kardeşliğinden dolayı böylece kardeş oldu. Türkiye’nin 2010 yılı büyüme hızının %8.9 olduğu ve kişi başına düşen milli gelirin ise 10 bin ABD dolarını aştığı açıklandı. Peki, hangimiz ya da hangi emekçi, esnaf, memur, hangi küçük burjuva katman %8.9 büyüdü. Kaç ücretlinin yıllık kazancında reel bir artış vardır? Rakamların altı deşildiğinde milyonlarca insanın yıllık gelirinin değil on bin, beş bin doların çok altında olduğu görülecektir. Ortalama rakam tutmak yoksulu daha yoksul yapan sistemi gizlemeye yetmemektedir.
Sermayenin büyümesinde kapasite kullanım oranı ve bu oran içinde enerji kullanım oranı önemli bir ölçüt olarak ele alınmaktadır. Mevcut enerji kaynakları halkın asgari enerji ihtiyacını karşılamaya yetecek nitelikte ve rüzgâr, güneş gibi alternatif enerji kaynakları ise yedekte durmaktadır. Oysa aç gözlü, kâra doymayan sermaye daha çok büyümek için sürekli enerji istiyor, pazarı çeşitlendirmek, canlı tutmak için bir yandan nükleer santral çalışmaları yapıp, bir yandan da suyun aktığı, doğal yaşamın sürdüğü her bir yere saldırıyor.
HES projelerine karşı duranlara karşı yetkililer,”Su akar Türk bakar” sözünü “Su akar Türk yapar” şekline çevirip, tahribat karşısındaki sorumluluklarını hafife alma basiretsizliğini gösterebilmektedirler. “Yapmak” adıyla yaptıkları şey sosyal ve doğal hayatın kendisini ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir.
Su, canlının hayatıdır. Eko sistemin tıkırında gitmesinde suyun doğal akışının önemi çok büyüktür. Çevredeki yaşam ona göre değişkenlik ve bağımlılığını ayarlamıştır. Su akar doğal ve sosyal hayat, suyun akışına göre biçim ve içerik kazanır. Geçenlerde bir panelde konuşan Munzur Koruma Kurulu Sözcüsü Hasan Şen haklı olarak, “Kentlilere sesleniyorum: Siz kentlerde açık hava reklâm tabelalarınızı, alışveriş merkezlerinizi aydınlatacaksınız diye Hasankeyf’teki, Munzur’daki insan neden deresini satsın?” diye soruyordu.
Doğal kaynaklarına sahip çıkanların kardeşliği, dereleri de kardeş kılarak, 9 Nisan’da sesini yükseltmek için Ankara’ya akıyor. Ne de güzel söylemişiz; “derelerin kardeşliği” diye… Tıpkı hayattakilerin kardeşliğine de, hayatı var eden suyu koynunda taşıyanların kardeşliği yakışırdı. Buna böyle ad verenlerin yüreğine ve parlak bilincine sağlık.
Geleceğimiz için, su hakkının doğada ve sosyal hayatta kalması için evet bir kez daha Ankara’ya akıyoruz. TMMOB’un ev sahipliğinde “Doğanın ve Yaşamın Yağmalanmasına Karşı” mitinginde buluşuyoruz.
Doğu, batı, kuzey ve güneyin kardeşleriyiz. Derelerin Kardeşliği Platformu, Munzur Koruma Kurulu, Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu, Bursa Su Platformu, Sinop Nükleer Karşıtı Platformu, Mersin Nükleer Karşıtı Platformu, Yeşil Gerze Koruma Platformu, Fethiye Saklıkent Koruma Platformu, Perisuyu Koruma Platformu bu mitingle ilgili yaptığı çağrıda şunlara yer veriyor:
“Yerli ve uluslararası şirketler, ülkemizin dört bir yanında büyük bir yağma hareketi yürütüyorlar. Paranın gücüne iman edenler, doğamıza ve yaşam alanlarımıza el koymak istiyor!..
Hidroelektrik Santral (HES) projeleriyle, Termik Santrallerle, Güvenlik Amaçlı Sınır Barajlarıyla, Nükleer Santrallerle, Maden Aramalarıyla; Mera, Kıyı ve Orman Kanunlarıyla insanca yaşam hakkımız elimizden alınıyor.
Şimdi, yüzyıllardır doğal yaşam alanlarımıza, yaşadığımız coğrafyaya, bizlere ve doğaya can veren derelerimiz, ırmaklarımız ve nehirlerimiz gibi çağlayarak akma zamanıdır! Sularımızın satılmasına, tarihimizin ve kültürümüzün yağmalanmasına, bugünümüz ve yarınımızın çalınmasına karşı” 9 Nisan 2011 Cumartesi günü Ankara’da buluşalım…”