Genelbakış Bu serinin birinci bölümünde “Küresel Politik Uyanış”ın sonucu yaşanan ayaklanmanın arap dünyasının doğasını nasıl değiştirdiğini çözümledim. Sonuçta, bunların gelecek küresel bir devrimin doğum sancıları olabileceği yargısına vardım; bununla birlikte; durum göründüğünden çok daha karışık. Arap Dünyası’nda gittikçe yaygınlaşan ayaklanmalar birçok gözlemcileri şaşırtmışsa da; aynısı amerikan dış politikası ve stratejik yerleşimi hakkında söylenemez. Amerika’nın desteklediği […]
Genelbakış
Bu serinin birinci bölümünde “Küresel Politik Uyanış”ın sonucu yaşanan ayaklanmanın arap dünyasının doğasını nasıl değiştirdiğini çözümledim. Sonuçta, bunların gelecek küresel bir devrimin doğum sancıları olabileceği yargısına vardım; bununla birlikte; durum göründüğünden çok daha karışık.
Arap Dünyası’nda gittikçe yaygınlaşan ayaklanmalar birçok gözlemcileri şaşırtmışsa da; aynısı amerikan dış politikası ve stratejik yerleşimi hakkında söylenemez. Amerika’nın desteklediği diktatörlükler ve baskı rejimlerine karşı yaygın halk tepkisi birkaç yıldan beri bekleniyordu. İçinde boyun eğmişliğinin, ezilmişliğin, eşitsizliğinin, sömürüldüğünün bilincine varan dünya kitlelerin yer aldığı (çoğunlukla eğitimli, sömürülen, yoksul Üçüncü Dünya gençleri) “Küresel Politik Uyanış”ın oluşacağını aşırı savaş yanlısı jeopolitik stratejist Brzezinski genel bir görüş olarak açıkça belirtmişti. Bu “Uyanış” çoğunlukla radyo, televizyon ve özellikle internet ve sosyal medyayı kapsayan bilgi, teknoloji ve iletişim devrimi ile yönlendiriliyor. Brzezinski bu “Uyanış”ı doğru olarak bölgesel seçkinlerin ama aynı zamanda küresel hiyerarşinin tepesinde oturan Amerika’nın çıkarlarına en büyük tehlike olarak tanımlamıştı.
Bu durum, son zamanlarda dünyanın değişik bölgelerinde uygulanan stratejilere benzeyen, “sivil toplum” örgütleri, muhalif liderler, medya kaynakları ve öğrenci dernekleriyle yakın ilişkiler kurarak “demokratikleşme” yaymaya dayanan bir yeni Amerikan stratejisi gelişmesine hız verdi. Amaç, “halktan ve halk için” içten bir Arap demokrasisi yaymak değil, ama Amerikan stratejisini destekleyen eski despotları uzaklaştırıp yerine görünüşte var olan demokratik kurumları (çok partili seçim, özel medya, parlamentolar, anayasalar, aktif sivil toplum) ile evrimsel bir neo-liberal demokratik sistemi geliştirmek; yine de, bu politik sistem içinde yerli güç sahipleri Amerikan ekonomik ve stratejik çıkarlarına hizmet edecek, IMF ve Dünya Bankası’nın diktelerine boyun eğecek, bölgede Amerikan askeri hegemonyasını destekleyecek ve Arap ekonomilerini “açarak” dünya ekonomisiyle “kaynaştıracak”. Böylece, “demokratikleşme” hegemonyayı devam ettirmek için gerekli bir strateji oluyor; “Pasta yesinler!” lafının modern söyleyişi. İnsanlara demokrasinin imgesini ver ve yeni seçkinlerle bağımlı bir ilişki kur ve sürdür. Böylece, demokrasi halk için, sonuçta Washington’un emirlerini uygulayan rakip klikler arasına da oy verme anlamına gelen boş işlerle uğraşma oluyor.
Bu stratejinin, aynı zamanda, bölgede Amerikan gücünü sürdürebilme bakımından da yararı var. Jeopolitik stratejide diktatörler işe yarıyorsa da, sık sık emperyal güçten gereğinden fazla bağımsızlaşmaya ve ülkelerinin yolunu Amerikan çıkarlarına aykırı saptamaya başlayabiliyor ve sonuçta onları iktidardan uzaklaştırmak çok daha zorlaşıyor (örneğin Saddam Hüseyin). “Demokratikleşmiş” bir sistemde iktidar partilerini ve liderlerini seçime gidip muhaliflerini destekleyerek değiştirmek çok daha kolay oluyor. Liberal demokratik sistemde bir diktatörü düşürmek, “koruyucuları değiştirmekten” çok daha tehlikeli bir durum.
Yine de, Arap Dünyası’nda durum bu kısa görüşte belirtilenlerden çok daha karışık ve Amerikan stratejik kaygıları başka olası sorunları da göz önünde tutmayı gerektiriyor. Amerikalı stratejistler bölgede düzene karşı var olan tehlike işaretlerinin ve halk çoğunluğunun hoşnutsuzluğunun farkında oldukları halde, bunları “demokratikleşme”ye doğru devrim değil evrim diye yorumladı. Bu anlamda, Arap Dünyası’nda olan bu ayaklanma Amerika stratejisine zorlu bir meydan okuma oluyor. Her ne kadar sivil toplum ve başka örgütlerle bağlar kurulmuşsa da, bunlar kök salmaya, örgütlenmeye ve hareketlenmeye yeterli olmadı. Kısaca, Amerika ayaklanmaların bu kadar erken başlamasına hazırlıksız yakalanmışa benziyor. Ayaklanmaların ve protestoların çapı ve hızla büyümesi durumu çok daha fazla karışıklaştırıyor çünkü sorun bir tek ülkede değil ama bütün bölgede (tartışama götürür ama dünyanın en fazla stratejik önemi olan bölgesi değilse, bölgelerinden biri), ama her durumu her bir ülkede ayrı ayrı değerlendirmek ve uğraşmak zorundalar.
Son on yılda Latin Amerika’da gelişen bir eğilimin burada da tekrarlanma tehlikesi ortaya çıkıyor: halk demokrasisinin gelişmesi. Protestolar toplumun geniş bir kesimini (sivil toplum, öğrenciler, yoksullar, İslamcılar, muhalif önderler, vs) bir araya getirdi ve bütün bu kesimlerle bağları (açık veya gizli) olan Amerika şimdi kimi destekleyeceğini seçmek zorunda.
Göz önünde tutulması gereken başka son derece önemli bir faktör de askerî müdahale. Amerika bölgede askeri güçlerle sağlam bağlar kurmuş ve Amerika’nın Tunus’ta askerî faaliyetleri etkilediği açıkça belli oluyor. Çoğunlukla Emperyal gücün tepkisel tutumu askerleri desteklemek, darbeyi kolaylaştırmak veya baskı kullanmak oluyor. Ama bu da her ülke için ayrı ayrı bir strateji saptamayı gerektiriyor. Halk ayaklanması durumunda askerî eziyetin sonucu, büyük olasılıkla, genel hoşnutsuzluk ve direniş artacaktır ve bu askeri nüfuzun stratejik kullanımını gerektirir.
Bu bizi “Yemen seçeneği”nin ne olabileceği ile bırakıyor: savaş ve istikrarsızlık. Kendi potansiyel olumsuz yan etkileri (yani çok daha büyük ve radikal bir ayaklanmayı kışkırtmak) varsa da, açık veya örtülü savaş, ülkeleri ve bölgeleri karıştırmak Amerikan stratejik çevrelerinde tabu değil. Gerçekte, bu strateji Yemen’de Amerika’nın desteklediği Diktatörlük’ten ayrılmak isteyen özgürlük grubu Southern Movement’in (Güney Hareketi) ortaya çıktığı 2007 yılından beri kullanılıyor. Southern Movement’in ortaya çıkışından kısa bir süre sonra al-Kaide’nin Yemen’de görünmeğe başlaması Amerikan askerî müdahalesine neden oldu. Amerika Birleşik Devletleri tarafından silahlandırılan, eğitilen ve beslenen Yemen Ordusu bütün askerî gücünü Southern Movement’la beraber Kuzey’de isyancı bir hareketi ezmek için kullanıyor.
Kısaca, “Arap Uyanışı” Amerikan hegemonyasının onlarca yıldır karşılaştığı en önemli stratejik meydan okuma. Olası sonucu eş zamanda kullanılan “demokratikleştirme”, baskı ve eziyet, askeri müdahale ve istikrarsızlık dâhil çeşitli, uygun stratejiler olacak. “Uyanış”ın gelişmesi ve ilerlemesine göre her ülkeyi tek tek değerlendirmek yerine bütün bölge için tek bir stratejinin doğru olacağını var saymak yanlış olur.
Arap Dünyası’nı demokratikleştirmek için Dış İlişkiler Konseyi
Dış İlişkiler Konseyi (CFR-DİK) Amerika Birleşik Devletleri’nin en önde gelen dış işleri düşünce kurumu ve toplumun her sektöründen (medya, bankacılık, üniversiteler, ordu, İstihbarat, diplomasi, şirketler, sivil toplum örgütleri, vb) Amerikan seçkinlerini sosyal faaliyetler için bir araya getiren ana kurumlardan biri. Amerika’nın küresel emperyal çıkarları hakkında ortak kararlar almak için seçkinler burada çalışır. Böylece, DİK sık sık Amerikan politikası
nın stratejisini saptar ve bireylerinin çoğunluğu CFR’dan gelen politika çevrelerini büyük ölçüde etkiler.
2005 yılında DİK Arap dünyası üzerine “In Support of Arab Democracy : Why and How”(Arap Demokrasisine Destek: Niçin ve Nasıl) adlı bir Görev Gücü Raporu hazırladı. Görev Gücü’nün başkanları Madeline Albright ve Win Weber idi. Albright, Bill Clinton hükümeti’nin birici devresinde Birleşmiş Milletler’de Amerikan elçisi, ikinci devresinde Dış İşleri bakanıydı. Böylece, Yugoslavya’nın parçalanmasına yol açan olaylarda ve Rwanda soy kırımı ve sonrasındaki sivil savaşta ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti soy kırımında çok önemli rol oynadı ve daha sonra Birleşmiş Milletler’in Irak’a uyguladığı yaptırımları idare etti. 1996 yılında bir televizyon programında (60 Minutes) kendisine yaptırımlar sonucu Irak’ta ölen 5 yaşından küçük 500,000 çocuk hakkında sorulan soruyu ,”Ödenen bedele değdiğini düşünüyoruz” diye yanıtladı.(1)
Albright’ın başlangıcı, Colombia Üniversitesi’nde doktora tezini denetleyen profesörü Zbigniew Brzezinski ile beraber çalıştığı günlere kadar gidiyor. Dış İşleri Konseyi’nin bir üyesi olan Brzezinski banker David Rockefeller ile beraber Trilateral Komisyonu’nu kurdu. 1977 yılında Jimmy Carter Cumhurbaşkanı olunca, Trilateral Komisyonu’nun kendisi dahil, 12’den fazla üyesini hükümetine aldı. Bunlardan Brezezinski, Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı oldu. Sonra Brzezinski Madeline Albright’a Ulusal Güvenlik Konsey kadrosunda iş önerdi.(2)
Brzezinski aynı zamanda Konsey kadrosuna başarı için gerekli birkaç kişi de aldı. Bunların arasında Samuel Huntington ve sonradan Ulusal Güvenlik Konseyi (UGK) yardımcı danışmanı, CIA müdürü ve bugün Obama hükümetinde savunma bakanı olan Robert Gates vardı. Eski Ulusal Güvenlik kadrosundan David Rothkopf’un UGK tarihi hakkındaki kitabında yazdığı gibi, “Brezezinski’nin UGK memurları bugün bile eski patronlarına çok sadıklar”. (3) Albright bugün Dış İlişkiler Konseyi’nde (DİK) Yönetim Kurulu, Asper Kurumu’nda Vekiller Kurulu üyesi olduğu gibi aynı zamanda Amerika’nın desteklediği “demokrasi”yi dünyada ilerletmeye çalışan, para sağlayan National Democratic Institute for International Affairs’in (Uluslararası İşler için Ulusal Demokratik Kurum) başkanlığını yapıyor. Son zamanlarda NATO’da, NATO’nun gelecek on yıl için “stratejik kavram”ını geliştiren bir komitenin başkanlığını yaptı.
DİK (Dış İlişkiler Konseyi) Görev Gücü’nün, Arap demokrasisi üzerine hazırladığı raporda, DİK Görev Gücü eş-başkanı olarak yer alan bir diğer isim Vin Weber’dir. Kendisi, ABD Kongre’sinin eski üyesi olup, DİK yönetim kurulunda görev yapmıştır; aynı zamanda, kendisini tüm dünyada “demokratik rejim değişikliği” politikalarına adamış olan ve ABD’nin tüm dünyadaki stratejik çıkarlarının ilerlemesini sağlayan başlıca ABD örgütü olan National Endowment for Democracy-NED (Ulusal Demokrasi için Bağış Vakfı- DUBV)’nın, yönetim kurulu üyesidir. Görev Gücü Raporu’nu hazırlayan diğer isimler ise şöyle: İnsan Hakları Örgütü;First National Bank of Chicago (Şikago ilk Ulusal Bankası); Occidental Petroleum şirketi; Carnegie Endowment for International Peace (Carnegie Uluslararası Barış Vakfı); Dünya Bankası; the National Democratic Institute for International Affairs- NDI (Uluslararası Meseleler için Ulusal Demokratik Kurum); the Brookings Institution; the Hoover Institution; the National Endowment for Democracy (Ulusal Demokrasi için Bağış Vakfı); ABD Dışişleri Bakanlığı; ABD Ulusal Güvenlik Konseyi; Ulusal İstihbarat Konseyi; Goldman Sachs Group; the American Enterprise Institute (Amerikan Girişimciler Enstitüsü); AOL Time Warner; ve IMF ile eski ve yeni bağlarla bağlanmış olup bu örgütler için görev yapan kişiler; [4]
Bu grubun, yüksek derecede etkin ve aktif bireylerden ve çıkarlardan oluşan bir grup olduğu çok açık; ve grup, Arap dünyasında, Amerika’nın çıkarı için uygulanacak önerilerin, basitçe ‘tavsiye niteliğinde’ politikalar olmayıp, politika formülasyonunda ve gerçekleştirilmesinde de esas rolü oynayan yeni stratejik öneriler olmasını dayatıyor. Peki, DİK raporu, Arap dünyasındaki demokrasi hakkında ne diyor?
“Washington, Ortadoğu’nun daha demokratik bir şekle dönüştürülmesine katkıda bulunabilir. ABD’nin Ortadoğu Politikasında başlıca hedefi istikrar oluşturduğuna göre, demokrasi ve özgürlükler birincil önemdedirler.” Rapor, incelemesinde başlıca iki sorunu gözler önüne sermektedir:
İlk olarak, Ortadoğu’da demokrasiyi teşvik etme politikası, ABD çıkarlarına ve ABD’nin o bölgedeki dış hedeflerini gerçekleştirme amacına hizmet eder mi? Ve ikincisi, eğer ederse, ABD, bütün politikalarını göz önünde bulundurarak, bölgedeki demokrasi politikasını nasıl yürürlüğe koymalıdır?[5]
Birinci soruya yanıt kaçınılmaz olarak “evet”tir. Yâni, Ortadoğu’da demokrasiyi teşvik etmek, bölgedeki ABD çıkarlarına ve dış politika hedeflerine hizmet eder. Rapor, incelemesinin ayrıntısında şöyle devam ediyor: “Demokrasi bazı belli riskler barındırsa da; özgürlüklerin tanınmaması, uzun-vadeli dönemde daha belirgin tehlikeler getirir. Eğer Arap vatandaşlar şikâyetlerini, kederlerini daha özgürce ve daha barış içinde ifade etme olanağını bulurlarsa, daha aşırı önlemlere başvurmaları olasılığı daha azalır.”[6] Ancak CFR raporu, demokratik değişim süreci konusunda oldukça ihtiyatlı ve demokrasi geldiği takdirde oluşabilecek potansiyel istikrarsızlığa ve bunun ABD çıkarları için oluşturabileceği problemlere dikkat çekiyor:
ABD uzun-vadede demokratik kurumların ve demokratik pratiklerin gelişmesini teşvik etmelidir, ancak şu da unutulmamalı ki, demokrasi, dışarıdan ve ani bir hamleyle dayatılmamalı. Travmatik bir değişim ne istenilir, ne de böyle bir değişime gereksinim vardır. Amerika’nın Ortadoğu’daki hedefi, demokratik evrimi desteklemek olmalıdır, devrimi değil.[7]
Rapor, Ortadoğu’da demokrasinin teşvik edilmesinin “her ülkeye göre değişik bir strateji politikası izlenmesini gerektirdiği”ne dair fikri onaylamıştır.[8] Bunun anlamı, bu stratejinin, tüm süreci, nihayetinde daha karmaşık ve potansiyel olarak daha istikrarsız yapacak olan, ‘her-ülkeye-uyan-tek-tip’ bir strateji olamayacağıdır. Bu, “ince ayar”ı gerektiren bir dengeleme sürecidir. Rapora göre, eğer ABD’nin demokrasi teşvik süreci çok “yüzeysel” olursa, “ABD ve Arap halkları arasındaki ilişkileri daha da fazla zedeleyebilir” veya ABD, demokrasi reformlarını, çok zorla ve çok hızlı dayatırsa, bu da “istikrarsızlık yaratır ve ABD’nin çıkarlarını baltalayabilir.” Böylece, rapor, kendilerinin, “devrimci değil evrimci bir değişime taraf” olduklarını beyan etmektedir. Hızlı değişime eşlik eden tehlikeler hâlâ mevcut olacaktır, fakat aynı zamanda, Arap istikrarının ve Amerikalılarla Araplar arasında daha derin ve daha güçlü bir dostluk temelinin sağlanması için yeni ve daha dengeli kurumları yaratma olanağı da buna eşlik edecektir.”[9] Amerika diplomatik dilinde “dostluk” kelimesi “bağımlılık” anlamına kullanılmaktadır. Böylece dostluk stratejisini, Amerikalılar ve Araplar arasında daha güvenilir bir bağımlılığı teşvik etmeyi hedefleyen bir strateji olarak anlamamız gerekir.
Ancak, rapor, ABD politika çevreleri arasında, Ortadoğu’da demokrasinin teşviki konusunda derin bölünmelerin ortaya çıktığının doğruluğunu itiraf ederken, bazıları da, bu politikayı; “ABD’nin bölgedeki çıkarlarını tehlikeye düşüren” veya “etnik çatışmaya veya ABD’nin veya genelde Batı’nın çıkarlarına aykırı İslâmcı
hükümetlerin ortaya çıkışına yol açacak” olan potansiyel olarak çok riskli bir politika olarak niteleyip, ondan korktuklarını açıkça beyan etmektedirler. Dahası, “Washington, Arap liderlerini reformlar konusunda çok zorlayacak olursa, bu, Arap hükümetlerinin dostluklarının yok olmasına yol açacak bu da büyük olasılıkla, bölgesel istikrar, barış ve terör-karşıtı operasyonların yürütülmesini sekteye uğratıcı bir etki yaratacaktır.” ABD’nin, aktif olarak, Arap sivil toplum kuruluşları ve muhalefet grupları arasında bulunup, burada demokratik değişimi teşvik etmesinin, “demokratik reformları getirmek isteyen yerli grupların itibarını” zedeleme potansiyeli olduğu gibi, “Arap liderler, tüm bölgede ayak diretip, bölgedeki ABD politikalarına aktif olarak karşı durabilirler.”[10] İkinci senaryo, “Amerika tarafından silahlandırılıp desteklenen; bir zamanlar Amerika’nın en yakın müttefiki, şimdi ise birdenbire düşmanı kesilen Saddam Hüseyin’e göndermede bulunularak, ‘Saddam seçeneği’ olarak adlandırılan senaryodur. Irak, ABD tarafından desteklenirken aniden Amerikan gücünü terk edip Amerika’dan bağımsız bir hale gelme yoluna sapınca, ABD, Saddam’ın aleyhine döndü ve onu “yeni Hitler” olarak lânse etti. Saddam Hüseyin olayı, aynı zamanda, bir diktatör “ayak direttiğinde” ondan kurtulmanın uzun bir zaman alabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Açıkça; ABD’nin, Arap dünyası’nda demokrasiyi teşvik etmesinin, kendisi için zararlı bir dizi potansiyel sonucu olacaksa da, DİK, aldığı kesin pozisyonunu bir kez daha ortaya koydu:
Ortadoğu’da demokrasiye geçiş, kısa vadede istikrarsızlığa yol açabilirse de, Görev Gücü; Ortadoğu’da otoriter bir statükonun elde edilmesi için gündeme getirilecek bir politikanın, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına ve dış politika hedeflerine ulaşmasında daha büyük riskler barındırabileceği sonucuna varmıştır… Eğer Arap vatandaşların, politik sürece özgürce ve barış içinde katılımı sağlanırsa, bu vatandaşların, yönlerini radikal politikalara çevirmeleri daha az olasıdır. Eğer ABD’nin, onların özgürleşme pratiklerini desteklediğini anlarlarsa, ABD’ye karşı düşmanca bir tavrı sürdürmeleri daha az olasıdır… Aşırı sayıda emperyal deneyim, sonuçta, “en iyi istikrar şeklinin, demokratik istikrar” olduğunu kanıtlamıştır.[11]
DİK Rapor’unun Arap dünyasında “demokratizasyonu” yürürlüğe koymasında araçsal rol oynayan odak kuruluşlardan birisi, 2002’de Bush idaresi tarafından “ABD hükümetinin ekonomi, politik, eğitim ve kadın konularındaki kesin reform gündemini koordine etme ve yönetme amacıyla” kurulan Middle East Partnership Initiative-MEPI (Ortadoğu Ortaklık Girişimi)’dir. Bu kuruluşun üstlendiği görevlerden birçoğu, daha önce de, United States Agency for International Development- USAID (ABD Uluslararası Geliştirme Bürosu) tarafından yürütülmüştü; ancak “USAID’in çalışmasının amacı, Arap hükümetleri içinde, demokratik değişime taraftar destek grupları yaratmak olmuşken, MEPI’nin amacı, hükümetlerin yanı sıra yerli ve bağımsız STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları) ve sivil-toplum gruplarıyla çalışmak şeklinde ifade edilebilir.”[12]
Demokratik değişimi yürürlüğe koymak için araçsal rol oynayan diğer bir kuruluş, Broader Middle East Initiative (Daha geniş Ortadoğu Girişimi) (aynı zamanda “Partnership for Progress”- “İlerleme için Ortaklık” olarak da bilinir). Bu kuruluş, G8’in 2004’de yaptığı bir Zirve’de filizlendi. Önceliği, “Forum for the Future”(“İstikbal Forum’u) olup amacı “reformlarla-ilişkili konularda iletişimi teşvik etmek” olarak özetlenebilir. Sivil toplum eylemcilerini ve iş patronlarını bir araya getirerek, ekonomik geliştirme ve istihdamı arttırıcı önlemler üzerine vurgu yapan toplantılar düzenler. Partnership for Progress; aynı zamanda “Democracy Assistance Dialogue” (“Demokrasiye Yardımcı Oluşumlar”) adlı kurumu kurdu. Bu, “politik ve ekonomik değişimi desteklemek üzere, kaynakları koordineli bir şekilde kullanma amacıyla” Ortadoğu Geliştirme Enstitülerini, kurumları, uluslararası finans kuruluşlarını (Dünya Bankası ve IMF) biraraya getirir.[13]Diğer bir ifadeyle, Amerika; Arap dünyasındaki demokratik “değişimin” Amerika’nın ve Batı’nın politik ve ekonomik hegemonyasını sürdürmeyi garanti edecek bir süreç olmasını sağlama peşindedir. Gerçekte, “yapı” değişmekte fakat “madde”nin kendisi aynı kalmaktadır. Yâni, devletin imajı değişmekte fakat gücü ve amacı değişmeden sabit kalmaktadır.
Ancak Ortadoğu’yu demokratikleştirme stratejileri kapsamında, Avrupalı ulusların bu stratejileri desteklemekte veya ciddiye almakta isteksiz davranmaları yönünde problemler ortaya çıkmıştır. Görev Gücü Rapor’unda da yer aldığı gibi, “Avrupa’nın isteksizliği, getirilecek olan reformlardan elde edilecek potansiyel faydayı baltalamaktadır.” Rapor, aynı zamanda, Avrupa’yı da projeye ortak etmenin öneminden söz etmektedir:
Avrupa’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya hâkim olduğu geçmişteki sömürge dönemine rağmen, Arap dünyasının Avrupa algısı, ABD’yi algılama şeklinden değişiktir. Sonuçta, insan haklarının Arap dünyasına dayatılmasında Avrupa Birliği’nin lider rolü oynaması, süreçte yardımcı olabilir.[14]
Görev Gücü, Arap sivil toplum örgütlerine fon sağlama işleminin doğrudan ABD hükümet kurumlarından değil de, National Endowment for Democracy-NED (Ulusal Demokrasi için Bağış Vakfı) gibi ABD’nin demokrasiyi-teşvik eden kuruluşları yoluyla yapılmasının daha iyi olacağı önerisinde bulunmuştur. Çünkü “birçok Ortadoğulu STK’lar, kendilerini, aynı fikirde oldukları insan topluluklarının gözünde küçük düşüreceği gerekçesiyle, ABD hükümetine ait bir kurumundan yapılan doğrudan para transferlerini kabul etme konusunda isteksizdirler.”[15] Sonuç olarak Rapor, şunlara yer vermektedir:
Arap dünyasında uygulanacak olan politik, ekonomik ve toplumsal değişimlere dayanan bir politika, kısa vadede Washington’un çıkarları için bir risk oluştursa da, bu riskleri almaya değer. Daha demokratik ve ekonomik olarak daha gelişmiş bir Ortadoğu’nun uzun vadede sağlayacağı yararlar, Washington’un, görülebilen bir gelecekte karşı karşıya gelebileceği potansiyel meydan okumalara ağır basar.[16]
İtiraf etmeliyiz ki bu stratejinin amacı, demokrasiyi, demokrasi ve özgürlükler yararına teşvik etmek olmayıp, daha ziyade, ‘Küresel Politik Uyanış’ gerçeğini itiraf etmektir. Ve bu ‘Uyanış’ı, ABD çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlayacak ve manipüle edecek girişimlerde bulunmaktır. Bu, Arap halkları ekmek için haykırırken, onlara “Pasta yesinler!” diyen senaryo ile benzerlik gösterir. Arap dünyası demokrasi ve özgürlükler için feryat ediyorsa, onlara Amerika’nın sponsorluğunu yaptığı bir tip demokrasi ve özgürlükler verin, böylece Amerika, bölgede her geçen gün artan değişim arzuları ve güçleri üzerinde belirleyici olabilsin ve bunların altını oyabilsin! Sonuçta, başarılı olduğu takdirde, bu politika, bölgedeki Amerikan hegemonyasına karşı direnişi pasifize edecek, yeni kukla hükümetleri “demokratik” ve halkın “temsilcisi” olarak meşrulaştıracak, ve böylece Amerikan çıkarları için daha istikrarlı ve güvenli bir ortam yaratacaktır. Kısacası bu, Arap dünyasındaki Küresel Politik Uyanış’ın doğuşuna karşı durmak, onu manipüle etmek ve pasifize etmek üzere düzenlenmiş bir stratejidir; “Arap Uyanışı”na karşı bir saldırıdır!
Konu üzerine yaptığım son çalışmada, bu protestoları, basitçe bir tarafa atılması gereken ve Amerika’nın yeni rejimleri yerleştirmek için yürüttüğü gizli bir
plânın bir parçası olarak değil, Arap dünyasından özgürlükler adına kopan organik bir büyüme, bir canlanma çığlığı olarak tanımladım. Ancak durum, daha ince farklılıklarıyla daha ince ayrıntılarıyla incelenmeyi gerektirir. Konuyu siyah veya beyaz renkli bir çerçeve içine yerleştirmeden, ‘Uyanışın’ ve ‘ayaklanmaların’ gerçekliklerini, karşı karşıya kaldıkları sorunları ve olanaklarını izah etmek amacıyla daha fazla incelemeye gereksinim olduğu görüşündeyim.
‘Arap Uyanışı’nı Kavramsallaştırmak
Yıllardan beri Amerikan egemenliğinin jeostratejisti, savaş çığırtkanı, ‘küreselleşme’nin entellektüel mimarı Zbigniew Brzezinski, tüm batı dünyasının, özellikle Amerika’nın, seçkin sınıflarını ‘Küresel Politik Uyanış’ ın aciliyeti ve bastıran gerçekliği hakkında uyarmaktadır. Temelde ‘Uyanış’ı, tarihsel olarak sadece Amerika’ya değil, tüm küresel güç yapılarına ve çıkarlarına da, en büyük sorun olarak tanımlamaktadır. Brzezinski “İnsanlık tarihinde ilk defa, hemen hemen tüm insanlığın politik olarak aktif, politik bilinçli ve politik etkileşimli” olduğunu açıklar. Daha da öte, “insanlık haysiyetine özlem, küresel politik uyanışın doğasında olan ana sorundur… o uyanış, sosyal olarak muazzam, politik olarak radikalleştiren bir durumdur ” der. Brzezinski’nin vurguladığı gibi “Bu enerjiler, egemen sınırları aşmakta ve en üstte Amerikanın tünemiş olduğu mevcut küresel hiyerarşiye olduğu kadar mevcut uluslara da engeller ortaya çıkarmaktadır.” Brzezinski ve diğerleri (Dış İşleri Konseyi tarafından belirlendiği gibi) Amerikan egemen çıkarları ve küresel güç yapılarını korumak amacı ile, ‘idare etmek’ ve ‘pasifize etmek’ için strateji geliştirmekle meşguller. Onun için Uyanışı ‘kontrol’ etmek Amerikan politikasında en öngörülü problemdir. Ancak Brzezinski’nin açıkladığı gibi bu kolayca altından kalkılacak bir sorun değildir:
Dünya’nın başta gelen, eski ve yeni güçleri de, bir gerçeklikle karşı karşıyalar: Askeri güçleri her zamankinden daha büyük düzeye ulaşmışken dünyanın politik olarak uyanmış kitleleri üzerinde kontrol kurmaları tarihsel olarak en düşük düzeydedir: Açık söylemek gerekirse daha önceleri bir milyon kişiyi kontrol etmek, bir milyon kişiyi fiziksel olarak öldürmekten daha kolaydı. Bugün, bir milyon kişiyi öldürmek, bir milyon kişiyi kontrol etmekten son derece daha kolaydır. [17]
2008 de New York Times’ta çıkan bir yazıda Brzezinski, elit tabakaya ve onların çıkarlarına gelen bu tehditlerle başa çıkmanın çok yönlü stratejisini vurguladı ve “yeni başkanı bekleyen en büyük görev, daha kapsamlı bir küresel idare sistemi için ortak çabaya önderlik ederek Amerika’nın küresel meşruluğunu yeniden kazanmakdır ” diyerek açıkladı. Böylece Brzezinski’nin stratejisi, ‘küreselleşme’ sürecini daha güvenceye alma ve kurumsal olarak, ‘küresel yönetim’ evrimine yada kendi deyimiyle “küresel idare”ye genişletmeye dayanmaktadır. Brzezinski dört-maddelik yanıt stratejisini açıkladı: “birleştir, genişlet, angaje et, yatıştır”[18]
‘Birleştir’me yanıtı, DİK raporunun kabul ettiği “Amerika ve Avrupa arasındaki ortak amaç duygusunu yeniden yerleştirme çabası”nı kastetmektedir. ‘Genişlet’me “karşılıklı dayanışma prensibine bağlı ve daha etkili küresel idareyi desteklemekte önemli rol oynamaya hazır, daha geniş bir koalisyon yetiştirme için planlı gayret”i kasteder.[19]
Brzezinski G8’in “foksiyonunu tamamladığını” anlattı ve onu, sonunda 2009’da G20 olarak ortaya çıkaracak genişletmeyi önerdi. G20 daha sonra “bakanlar, yöneticiler, devlet yada hükümet başkanları düzeyinde küresel ekonomik yönetim için birincil grup” oldu.[20] Avrupa Birliği Başkanı Herman von Rompuy 2009’dan “küresel yönetimin ilk yılı” olarak bahsetti.[21] Yani bu elit tabaka, tam anlamıyla Brzezinski’nin ‘Küresel Politik Uyanış’ ı idare etmenin “çözümü” olarak belirlediği strateji uyarınca “Küresel idare”yi ilerletmeye niyetlidir.
Brzezinski’nin tanımladığı maddelerden diğeri ‘angaje et’, “Özellikle Amerika, Avrupa Üçlüsü, Çin, Japon, Rusya ve belki de Hindistan gibi ana güçler arasındaki resmi olmayan görüşmelerden baş görevliler çıkarmak” ve özellikle de, Amerika ve Çin arasında “Çin olmadan topluca karşı karşıya olduğumuz problemlerin çoğu halledilemez.” anlamındadır. Son madde – ‘yatıştır’ – da Brzezinski, “Amerika’nın, Süveyş’ten Hindistan’a kadar ulaşan geniş alanda tıkanıp kalmaktan planlı bir şekilde kaçınma gayreti” gereksinimine değiniyor. Brzazinski, özellikle İsrail-Filistin sorunu, İran, Afganistan ve Pakistan’da bu konuda yol alınmasını öngörüyor. Brzezinski, “bu dinamik olarak değişen dünyada, Amerikan liderliğinin krizi, küresel dengenin krizi haline gelebilir” diyor. Yani Brzezinski’nin görüşüne göre “Amerika’nın oynadığı yapıcı role tek alternatif küresel kaostur”.[22]
Yani “küresel idare”nin tek çözüm olduğu bu stratejinin anahtarı “kontrol”dür. Oysa ki, Brzezinski’nin kendisinin de tanımladığı gibi, ki bu ‘Uyanış’ ın doğası, yayılışı ve harekete geçmesini değerlendirirken önem kazanır, “Açık söylemek gerekirse: Önceleri bir milyok kişiyi kontrol etmek, bir milyon kişiyi fiziksel olarak öldürmekten daha kolaydı. Bugün, bir milyon kişiyi öldürmek, bir milyon kişiyi kontrol etmekten son derece daha kolaydır.[23] Yani ‘Uyanış’ı inşa etmek, kullanmak ve ‘kontrol’ etme girişiminde bulunurken, şunu da kabul etmek gerekir ki, Amerika ateşle oynamaktadır ve istediği gibi idare etmek için kontrollü ateş yakmaya çalışırken, ateş, kontrolden çıkıp yangın haline gelebilir. Böyle bir durumda, Amerika’nın “askeri gücü”nün “öldürücülüğü” muhtemelen devreye sokulur. Kendisinin de söylediği gibi “Amerika’nın oynadığı yapıcı role tek alternatif küresel kaostur”.[24] Egemen ülkelerin eskiden beri yapa geldiği böl ve yönet taktiği her zaman bir seçenek olarak masanın üzerindedir. Eğer “kontrol altında bir geçiş” olamazsa genellikle “kontrol altında bir kaos” olur ki ‘diplomasi’ engelleri aşmayı başaramaz, savaş engelleri (ve bu arada başka her şeyi de) imha eder.
Şu anda dikkatimizi ‘Arap Uyanışına’ ve ayaklanmasına çevirerek devreye girmiş ve girebilecek tüm stratejileri incelemeliyiz. Amerikan gücü için tercih edilen yol “demokratikleştirme”dir fakat Arap dünyasındaki son gelişmelerin kapsamı, hızı ve çabukluğu, Amerika stratejisi için son derece dengesiz bir durum ortaya çıkarır. Sivil toplumla ve karşıt gruplarla olan bağlar iyice sağlamlaştırılmış ya da sağlamlaştırılma yolundayken (ülkeden ülkeye değişen oranlarda) bu başkaldırmaların hızı ve bir araya gelmeleri Amerikan gücünün çok fazla yayılarak zayıflamasına neden olmaktadır.
Devrimci hareketleri ya da “demokratik rejim değişikliklerini” inşa etmek, kullanmak ve kontrol etmek Amerikan stratejisini belirleyen çevrelerde yeni bir taktik değil; fakat bu taktik, geçmişte belirli bölgelere ve uluslara, daha hassas, düzenli ve kontrollü üstlenebilmek için, aralarında büyük zaman bırakarak uygulandı. Sırbistan’da 2000’de başlayarak, Gürcistan’da 2003’de, Ukrayna’da 2004’de, ve Kırgızistan’da 2005’de devam eden ve Amerika’nın temel demokrasi reklam örgütlerinin (Demokrasi için Ulusal Bağış, International Republican Institute, USAID, Freedom House, the Albert Einstein Institute ve öteki Amerikan hayırsever vakıflar) kendilerini ve stratejilerini “demokratik rejim değişimi” için daha güvenle kabul ettirdikleri Doğu Avrupa’daki ABD’nin sponsorluğunu yaptığı ‘renk devrimleri’ böyle olmuştu. D
aha da öte, yukarıda bahsedilen bütün demokratik “rejim değişiklikleri” ülkede geçerliliği sorunsal seçimler bağlamında oluştu. Bu da ilgili örgütlere ve vakıflara örgütlemek ve harekete geçirmek için kesin bir zaman çizelgesi veriyordu. Bu ise Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki son olaylar bağlamında görülmeyen şekilde odaklanmış ve detayları planlanmış bir hareket gerektirir. [Bknz: Andrew Gavin Marshall, Renk Devrimleri ve III. Dünya Savaşı. Global Research, 3 Kasım, 2009: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=15767]
Bunlara ek olarak,’Yeşil Hareket’in sorunlu seçimlere bir tepki olarak çıktığı, 2009’un yazında İran’da buna benzer bir strateji uygulanmıştı. Aslında bu, İran’da, gizli Amerikan stratejisi olan “demokratlaştırma” yoluyla ABD yanlısı (yani bağımlı) bir rejim kurmak için büyük bir koordinasyon ve örgütlenmeye kalkışmaydı. Bu strateji 2006’da, yaklaşık 400 milyon dolar maliyetle, Twitter, Facebook ve YouTube gibi toplumsal medyanın da Devlet Bakanlığı’nın koordinasyonu sonucu katılımıyla, büyük ölçüde CIA tarafından geliştirilmiştir. Olanların gösterdiği gibi, strateji sonunda bir “rejim değişimi”ne yol açmadı. O zamanlar, Zbignew Brzezinski, strateji için, “sabır, akıllı uyarlama ve manevi destek” gerektiğini ama “hiç siyasi bir engelleme olmaması” gerektiğini izah etti. [Bknz: Andrew Gavin Marshall, Yeni Dünya Düzeni için bir Yeni Dünya Savaşı, Global Research, 17 Aralık, 2009: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=16535 ]
Demek ki, 400 milyon dolarla ve çok koordineli “akıllı manipülasyonla” çabasıyla bile strateji başarıya ulaşmadı. Fakat gene de, ABD’nin Doğu Avrupa’da yapabileceği gibi İran’daki sivil toplum örgütlerine açıkça para gönderemeyeceği de kabul edilmesi gerekir. Arap dünyasında, her ne kadar Amerika muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilişki içinde olmuş ve halen bulunuyorsa da, bu teşebbüsleri, bunun kendi iktidarlarına getirebileceği tehditlerin farkında olan Arap rejimleri tarafından sürekli engellenmiş ve önüne geçilmiştir. Muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarına karşı çok şüpheli davranan otoriter rejimler tarafından yönetilen ülkelerde bu stratejiyi idare edebilmek zorlu engeller çıkarmaktadır. Daha da öte, otoriter ülkeler genellikle, toptan yapmacık değilse ve muhalefet güçlerinin harekete geçirilmesini zorlaştıracak bir şekilde lider %97 oy alarak kazanmazsa, seçimler yapmaz. Bunlardan da öte, çabaları daha uyumlu ve bütünlüklü göstermek için Doğu Avrupa’daki ‘renk devrimleri’ bütün muhalefet gruplarını tek bir liderin arkasına toplayan bir stratejiyle örgütlendi. Bunun gibi bir strateji Arap dünyasında bulunmuyor. Olanlarsa, daha çok, belli muhalifleri desteklemek için bir araya getirilmiş, yamalı bir çabaya benzemekte, ama belirli şekilde iyi-örgütlü, önceden plânlanmış bir görüntü vermemektedir. Pek çok muhalefet grubu birbiriyle yakından çalışıyorsa da, açık ve kesin bir liderin etrafında toplanmıyorlar, bu ise, durumu Amerikan çıkarlarını daha da tehlikeye atacak bir açıklık, bir güç boşluğu yaratmaktadır.
Arap dünyasındaki bu stratejideki başka temel bir sorun da, yerli orduların oynadığı roldür. Otoriter Arap rejimlerinde ordular çoğunlukla Amerika tarafından desteklenip, paraları ödenip, eğitilip, silahlandırıldığı gibi, (Mısır’da Tunus’tan daha fazla olarak) kendi başlarına güçlü bir siyasî, toplumsal ve iktisadî rol oynarlar. Bu yüzden, Amerika, bir yanda sivil toplum ve muhalefet gruplarını destekleme süreciyle diğer yanda askerî yapılanmayı desteklemek ve güvende tutmak süreçlerini dengelemek zorundadır. Eğer askeriyeler konumlarının güvenli olmadığını ya da tehdit edildiklerini hissederlerse, basitçe idareyi ele alıp bir darbe yapabilirler. Bu ise, bu askerî yapıların temel sponsorluğunu Amerika’nın yaptığı yaygın olarak bilindiğinden, sonunda, bölgedeki Amerikan çıkarlarına karşıdır. Bunun anlamı da, Amerika’nın, askeriye, sivil toplum ve muhalefet grupları arasında, köklü despotları atmayı koordine edebilmek için çok hassas bir dengeleme rolü oynamasıdır. Bu strateji kendini, hem Tunus’un hem de Mısır’daki askeriyenin desteklediği, “geçici hükümetler” kurmak şeklinde göstermektedir.
Durum çok karmaşık ve çelişkili olup Amerika’yı yakın tarihin en büyük sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Her ne kadar Arap dünyasında “demokratik rejim değişikliği” için açık amaç ve hatta araçlar da hâlihazırda bulunsa da, protesto hareketinin ve ayaklanmanın yüksek çıkış hızı Amerika’yı bir şekilde hazırlıksız yakalamış olabilir. Şüphesiz ki, 2010’un Aralık ayındaki Tunus protestolarının başından beri Amerika durumun detaylarına kadar ilgi göstererek durumun sonucunu etkilemeye uğraşıyordu. Fakat, protestoların ilk dört haftasında Batı medyasının bunları haber yapması, eğer hiç yok değilse bile en az seviyedeydi. Bu noktayı açıklamak gerekir.
“Demokratik rejim değişimi” ve “renk devrimlerinde” bütün örgütlü çabaların yanında Batı medyası çok önemli bir rol oynamıştır. Bu ülkelerde protestolar başlar başlamaz, Batı medyası olayları kapsamlı bir şekilde aktarıyor, göstericileri tam olarak ve aktif bir şekilde destekleyerek, “demokratikleşme” ve “özgürlük” amaçlarının erdemliliğini ilan ediyordu. Böyle bir şey Tunus’ta olmadı, tabii, Başkanın Suudi Arabistan’a kaçmasına kadar. O noktadan sonra Batı medyası birdenbire, nerdeyse alay eder gibi, demokrasi için muazzam bir başarı kazanıldığını ilan ederek, bunun onların ülkesine de yayılma potansiyeli hakkında uyarılarda bulunuyordu (ve böylece, “devrim değil evrim” stratejisi çizgisinde “reformlar” için kamu baskısı uyguluyorlardı). Bu ise Amerika’nın Tunus’ta sessizce, daha önceden koordine edilmemiş ve önceden zamanlanmamış bir şekilde ve ancak bir genç adamın hükümeti kişisel bir protesto amacıyla intiharı sonucu gelişen tasarlanmamış protestoları idare etmeye çabaladığını ima edebilir. Kıvılcım yakılmıştı ve Amerika Tunus’a derhal uzanarak bunun gelişmesini ve yönünü kontrol etmeye teşebbüs etti. Halbuki bu arada kıvılcımlar Cezayir, Mısır, Fas, Ürdün ve Yemen de dâhil olmak üzere pek çok Arap ülkesinde de ateşlenmişti.
Bunların ardından, Amerika bu kıvılcımlardan yararlanarak süreci kontrol etmeyi amaçladığı yöne doğru ateşlemeye çabaladı. Öteki uluslarda Tunus’taki ve kendi ülkelerindeki duruma organik bir reaksiyon olarak görünen olayların ilk günleri hatta ilk haftalarında oluşan olayların tersine, kitlesel örgütlü gösterilerin birdenbire ortaya çıkmasıyla daha eşgüdümlü bir tepki yaratıldı. Fakat, Amerika muhtemelen üstesinden gelemeyeceği işlerin altına girmekte ve kazanacağından daha fazlasını tehlikeye atmaktadır. Köşeye sıkışmış bir hayvan gibi, Amerika aynı zamanda hem müthiş zayıf ve müthiş tehlikelidir. ‘Kontrol’ün hesaba katılmasının önemi probleminde Brzezinski’nin söylediklerini anımsarsak: “önceleri, bir milyon kişiyi kontrol etmek, bir milyon kişiyi fiziksel olarak öldürmekten daha kolaydı. Bugün, bir milyon kişiyi öldürmek, bir milyon kişiyi kontrol etmekten sonsuz kere daha kolaydır.”[25] Buna, destabilizasyon, askerî müdahaleler, gizli ve açık savaşı da içeren stratejisiyle ‘Yemen Seçeneği’ de denilebilir. Böyle bir senaryoda, Amerika için yerli ordu yapılanmasıyla bağlarını ve ilişkilerini devam ettirmek ve hatta daha da güçlendirmek temeldir.
Bu yüzden, durum, keskin çizgilerle, bir siyah-beyaz analizleriyle anlaşılmamalıdır. Sorun çok karmaşık olup, çok taraflı ve potansiyel olarak da feci sonuçlar doğurabilir. Hiçbir sonuç önceden kestirilebilen ya da m
utlak değildir: Bu yüzden de, bir taraftan Amerika’nın protestoların ve muhalefetin gelişimi ve yönüne derinden bulaştığının delillerini inceleyip itiraf ederken, aynı zamanda, bu analizi “Küresel Siyasî Uyanış’ bağlamında ele almalıyız. Bu yazının 1. Bölümünde, küresel bir devrimin oluşumuna şahit oluyormuşuz görünümünden bahsettim. Ama bu, muhtemelen, kesinlikle, eğer bir değilse de, birkaç on yıla yayılacak bir süreç. Bunları basitçe Amerika’nın düzenlediği protestolar olarak kulak ardı edemeyiz. Tam tersine, Amerika’nın ‘Uyanışı’ kontrol etmeye yeltenmesi olarak almamız gerekir. Dış İlişkiler Konseyi Görev Gücü Raporu’nun üzerinde durduğu gibi, “Amerika’nın Ortadoğu’daki amacı demokratik evrimi cesaretlendirmektir, devrimi değil.”[26] Arada geçen yıllarda bu stratejinin değiştiği, veya Amerika’nın gittikçe artarak benimsediği “evrim” stratejisini terkedip, doğrudan “devrim” gereksinimine cevap veren ve “devrim” arayışı içinde olan bir strateji yürütmeye zorlandığı gibi bir görüntü var. Bu yeni görüntü, durumu, Amerikan çıkarları için daha da tehlikeli bir hale getiriyor. Bundan dolayı, ayaklanmaları tamamen dış güçler tarafından “yönetilen” kalkışmalar olarak addedip göz ardı etmemeli ve ‘Küresel Uyanış’ın yapısı içine dahil olduklarını anlamalıyız.
Bütün isyanların, yüksek gücün merkezindeki koridorlarda organize edildiği yönünde bir tavır almak hatalıdır. Bunun tam karşıtı, Amerika’nın duruma tamamen habersiz, hazırlıksız yakalandığı şeklindeki bir tavır da safça bir yaklaşımdır ve eldeki kanıtlar bu değerlendirmenin aksini ispat etmekte. Bu isyanların belli bir gelişmenin, bir organizasyonun sonucu olup olmadığını tartışmak yerine, isyanın; olayların gelişme aşamalarının süreç içinde uyumlu bir şekilde birbiri üzerine oturmasından ve her gelişme parçasının diğeriyle uyum içinde birleşmesinden oluşan bir gelişmeler bütünü olduğunu görmemiz gerekiyor. Toplum yukarıdan yönetilse de, aşağıdan gelen tepkilere ve gelişmelere yanıt vermek zorundadır; toplumun kendisi, ve toplumun girdiği eğilim; birbirinden farklı, birbirine zıt ve birbiriyle çatışan toplumsal süreçlerin, karmaşık bir şekilde ve yüksek bir seviyede birbirleriyle etkileşimleriyle oluşur. İsyanlara, tek başına Amerikan stratejisinin neden olduğu iddiasını ortaya atmak, ilkin, bu stratejinin gelişiminin arkasında yatan nedenlere kayıtsız kalmak demek olur. “Demokratikleştirme” stratejisi, ABD elitinin, otoriter rejimler altında bulunan halklara karşı duyduğu herhangi bir insancıl vicdan azabından veya pişmanlığından kaynaklanmaz; “demokratikleştirme” stratejisi, bizzat ‘Arap Uyanışı’nın ortaya çıkışı ve büyümesine yanıt olarak gelişmiştir. Bu bakımdan, isyanlar, gerçekten de, (uzun süredir gelmesi beklenen) küresel bir devrimin başlangıç aşamalarına denk geliyor; aynı zamanda da, Amerika’nın, ‘devrim’ sürecini ve ‘devrim’ gelişimini aktif olarak kontrol etme stratejisini harekete geçirdiğinin işareti.
Tarih boyunca, devrimler, asla tek-taraflı bir gelişmenin ürünü olmadı. Devrimler, çoğunlukla, toplumun yalnızca bir kesiminin eylemi olarak ortaya çıkmazlar, genellikle elitler tarafından-yönetilen ve halk tarafından-yönetilen devrimler olmak üzere kutuplara ayrılırlar. Aynı şekilde devrimler, daha çok, çeşitli toplumsal grupların birbirleriyle karmaşık etkileşimleri ve birbirlerini dengelemeleri sonucu oluşurlar. Devrimin yapısı ve devrimi oluşturan koşullar, genellikle, üst sınıf bunlardan haberdar olmadan ortaya çıkamaz; bu yüzden üst toplumsal tabaka, sürekli olarak ve genellikle, devrim sürecini yatıştırma, kontrol etme, bastırma, etkileme veya belirleme arayışı içindedir. Bu bakımdan, devrimleri basitçe, yukarıdan-aşağıya doğru gelişen veya aşağıdan-yukarıya doğru gelişen süreçler olarak tanımlamayıp, bu iki yaklaşım arasında oluşan yatıştırma ve etkileşim süreçleri olarak kavramalıyız.
Amerika’nın stratejik hedefleri, nihayetinde, Arap dünyasındaki organik devrimci isyanları bastırmaya ve şekillendirmeye yöneliktir. Amerika, yaklaşık altı yıldan beri, “devrim değil, evrim” politikası kapsamında bir “demokratikleştirme” süreci teşvik ederek ‘Arap Uyanışını’ yönetme stratejisi geliştirmektedir ve bu stratejiyi uygulamaya başlamıştır. Ancak, Arap rejimleri altında yaşayan halklar için evrim kavramının yeterince hızlı olmadığı âşikârdır ve bu bölgede etrafa bir devrim havası çoktan yayılmıştır. Amerika, doğal olarak ve çaresizce, durumu kontrol altına alma girişimlerinde bulunuyor, gerçek bir devrimin bölgeye yayılmasını önlemek için isyanları baskı altına almaya çalışıyor ve Hillary Clinton ve Başkan Obama’nın da vurguladıkları gibi, “dönüşümün itaatli ve uslu bir şekilde olması için” çağrıda bulunuyor. Bundan dolayı, Amerika bir süreden beri, aşırı bir gayretle “geçiş hükümetleri” veya “birlik hükümetleri” örgütleme ve kurma işlemleriyle meşgul. Eğer devrim kendi yolunda ilerlerse ve hedefi, gerçek değişim, halk demokrasisi ve bunun nihayetindeki özgürlükler ise; sonunda, Amerika’nın ve Batı’nın bölgedeki etkisine ve rolüne karşı meydan okumak zorunda kalacaktır. Bu da: askerî dış “yardım”ın kesilmesini (yerli askerî güçlerin kabul etmek istemedikleri bir olasılık); sivil toplum ve muhalif gruplar üzerindeki ve bunlarla bağlantı halindeki Amerikan etkisine açıkça meydan okunmasını ve bu etkinin tartışılmasını; IMF ve Dünya Bankası’nın ülkeden kovulmasını; dış borçların “kabul edilemezliğinin” ilân edilmesini ve bu borçların yok sayılmasını; halkın kendi ülkesini kendisinin idare etmesini; ve herkesin aktif, ilgili ve bilgili vatandaşlar olması gereğini getirecektir. Gerçek bir devrim, yalnızca politik bir devrim olmamalı, aynı zamanda ekonomik, toplumsal, kültürel, psikolojik, entelektüel ve nihayet küresel bir devrim de olmalıdır.
Protestocular yalnızca kendi despot hükümetlerine meydan okumakla kalmamalı, sonunda, ülkelerine hükmeden Amerikan ve Batı hegemonyalarını ve kontrollerini de etkisiz hale getirip ülkelerinden atmalıdırlar. Aynı zamanda, itilerek ön saflara ve hükümet içine yerleştirilmiş muhalefet grupları, ve öneriyle gelen liderler konusunda çok dikkatli olmalıdırlar, çünkü bunlar, büyük olasılıkla, dış güçlerce tayin edilmiş kişi ve gruplardır. Gerçek yeni liderler, halk arasından çıkmalıdır ve liderliğini kendi emeğiyle kazanmış olmalıdır, basitçe ‘lider’ olarak taçlandırılanlardan olmamalıdır. Olabilecek en iyi kısa ve orta vadeli senaryo, Lâtin Amerika çapında tanık olunan eğilimin (aynı ideolojileri getirmesi gerekmez) Arap halk demokrasileri şeklinde filizlenmesine olanak tanınmasıdır. Bu senaryonun kusurlu tarafı, gerçekleştirilmesi en az olası olan senaryo olmasıdır. Amerikan gücünün nefret ettiği bir şey varsa o da halk demokrasisidir. Soğuk Savaş’ın başlamasından bugüne kadar, Amerika, halk demokrasilerini aktif olarak devirmiş, bu demokrasilere karşı darbeler yönetmiş, bunlara diktatörlük rejimleri dayatmış, bu demokrasileri tahrip etmiş, bu demokrasileri barındıran ülkelere girmiş, işgal etmiş, bombalamış, bunlara istikrarsızlık getirmiş ve bu halk demokrasilerinde “demokratik rejim değişikliklerini” gerçekleştirmiştir. Halka hesap veren, yoksula ve ezilenlere yardım etme arayışı içinde olan hükümetler, kendilerini anında Amerikan Gücü’nün düşmanı konumunda bulurlar. Son 60 yıldır, Amerika, tüm dünyadaki demokrasileri, özgürlük mücadelelerini ve otonomi girişimlerini ya bastırdı ya da bastırılmalarına destek verdi: 1953’de İran, 1954’de Guatemala, 1959’da Haiti, 1960’da Kongo, 1961’de Ekvador, Cezayir,
Peru, Dominik Cumhuriyeti, Küba, Laos, Kamboçya, Vietnam, Şili, Arjantin, Afganistan, Endonezya, Güney Afrika, Filistin, Irak, Venezüella, Lübnan, Yemen ve dahası, ve dahası, ve dahası…
Özgürlük ve demokrasi mücadelesinin her zaman zor olduğu gibi, ve her zaman zor olacağı gibi; protestocuların içinde bulunduğu mücadele için de durum aynı şekilde tehlikeli ve zordur. Dünyada, halk demokrasilerinin filizlenmesini önlemekte çıkarı olan büyük bir topluluk var. Buna, demokrasi-yanlısı örgütlerin çoğu ve muhalefet liderlerinin bizzat kendileri de dahil. Halk demokrasilerini önlemekte çıkarları olan diğer oluşumlar arasında: hem Doğu’da hem de Batı’da olmak üzere dünyanın en büyük devletleri; Dünya Bankası ve IMF; uluslararası şirketler ve bankalar; bu Arap rejimlerine komşu diğer Arap rejimleri; İsrail ve kuşkusuz Amerika da var. Bütün bunlara karşı meydan okuma, destansı bir meydan okumadır. Protestoları, dışarıdan kontrol edilen ve tümden dış güçler tarafından belirlenen isyanlar olarak nitelendirip bir tarafa atmak, ancak, isyanların hedeflerine ulaşmasına zarar verir. Eğer isyanlar bu nitelikte olsalardı, “geçiş” ve “birlik” hükümetlerinin kurulmasıyla yatışırlardı, eylemler sona ererdi. Böyle olmadığı, bu hükümetlere rağmen eylemlerin sürdüğü ise apaçık ortada. Eylemlerin sonucu henüz belirsizliğini korusa da, belirgin olan bir şey var. O da, Arap dünyasında ‘Küresel Politik Uyanış’ adlı bir kıvılcımın çaktığı. Bu kıvılcım alev haline dönüşerek parlamayı, yanmayı sürdürüyor ve de kontrol edilmesinin çok zor olacağı büyüklükte bir ateş kitlesi haline gelmesi çok yakın.
Bu yazı dizisinin bundan sonraki bölümünde, daha ayrıntılarıyla özel devrimleri; ve bu bölümde ele alınan stratejik yapıların kapsamı ışığında Tunus ve Mısır’daki halk kalkışmalarını inceleyeceğim.
Andrew Gavin Marshall, Centre for Research on Globalization (CRG) (Küreselleşme üzerine Araştırma Merkezi)’nde Araştırma Elemanı. Yeni basılmış olan “The Global Economic Crises:The Great Depression of the XXI Century adlı kitabın, Michel Chossudovsky ile beraber ortak-editörüdür. Kitap, Globalresearch.ca. internet adresinden siparişle edinilebilir. Şu anda, yakında basılacak olan ‘Global Government'(Küresel Hükümet) adlı kitap üzerinde çalışmaktadır.
Notlar
[1] Rahul Mahakan, “We Think the Price is Worth It,” Fairness and Accuracy in Reporting, Kasım/Aralık 2001:
http://www.fair.org/index.php?page=1084
[2] David Rothkopf, Running the World: The Inside Story of the National Security Council and the Architects of American Power (PublicAffairs, 2006), sayfa 17
[3] Aynı eser, sayfalar 174-175
[4] Madeleine Albright and Vin Weber, In Support of Arab Democracy: Why and How. (Council on Foreign Relations Task Force Report, 2005), sayfalar 49-54
[5] Aynı eser, sayfa 3.
[6] Aynı eser, sayfalar 3-4.
[7] Aynı eser, sayfa 4.
[8] Aynı eser.
[9] Aynı eser, sayfalar 11-12.
[10] Aynı eser, sayfa 12.
[11] Aynı eser, sayfa 13.
[12] Aynı eser, sayfalar 36-37.
[13] Aynı eser, sayfalar 38-39.
[14] Aynı eser, sayfa 39/
[15] Aynı eser, sayfa 40.
[16] Aynı eser, sayfa 43.
[17] Zbigniew Brzezinski, The Global Political Awakening. The New York Times: 16 Aralık, 2008:
http://www.nytimes.com/2008/12/16/opinion/16iht-YEbrzezinski.1.18730411.html; “Major Foreign Policy Challenges for the Next US President,” International Affairs, 85:1, (2009); The Dilemma of the Last Sovereign. The American Interest Magazine, Güz, 2005:
http://www.the-american-interest.com/article.cfm?piece=56;
The Choice: Global Domination or Global Leadership. Carnegie Council’da yapılan konuşma: 25 Mart, 2004:
http://www.cceia.org/resources/transcripts//4424.html; America’s Geopolitical Dilemmas. Canadian International Council ve Montreal Council on Foreign Relations’da yapılan konuşma: 23 Nisan, 2010.
http://www.onlinecic.org/resourcece/multimedia/americasgeopoliticaldilemmas
[18] Zbigniew Brzezinski, The Global Political Awakening. The New York Times: 16 Aralık, 2008:
http://www.nytimes.com/2008/12/16/opinion/16iht-YEbrzezinski.1.18730411.html
[19] Aynı eser.
[20] Jean-Claude Trichet , Global Governance Today, Keynote address by Mr.Jean-Claude Trichet, President of the European Central Bank, at the Council on Foreign Relations,New York, 26 Nisan 2010:
http://www.bis.org/review/r100428b.pdf
[21] Herman Von Rompuy, Accepting the EU Presidency başlıklı konuşmasından, BBC News, 22Kasım, 2009:
http://www.youtube.com/watch?v=pzm_R3YBgPg
[22] Zbigniew Brzezinski, The Global Political Awakening. The New York Times: 16 Aralık, 2008:
http://www.nytimes.com/2008/12/16/opinion/16iht-YEbrzezinski.1.18730411.html
[23] Zbigniew Brzezinski, “Major Foreign Policy Challenges for the Next US President,” International Affairs, 85: 1, (2009), sayfa 54
[24] Zbigniew Brzezinski, The Global Political Awakening. The New York Times: 16 Aralık, 2008:
http://www.nytimes.com/2008/12/16/opinion/16iht-YEbrzezinski.1.18730411.html
[25] Zbigniew Brzezinski, “Major Foreign Policy Challenges for the Next US President,” International Affairs, 85: 1, (2009), sayfa 54
[26] Madeleine Albright and Vin Weber, In Support of Arab Democracy: Why and How. (Council on Foreign Relations Task Force Report, 2005), sayfa 4
Andrew Gavin Marshall, sık sık yazılarıyla Global Research’te yer alıyor. Global Research Articles by Andrew Gavin Marshall
[Global Research’teki İngilizcesinden 5deniz.net (Sendika.Org) için Emine Kunter, Hatice Aksoy ve Nadir Demirer tarafından çevrilmiştir]