Unutmamak veya unutturmamak tarihi mirasımıza verdiğimiz değer, geleceğimize olan inanç ve umudumuzu diri tutmak açısından gerekli olandır. Onun için tarihimizi anımsarken geleceğe ait sorumluluk duygusunun bir gereği olarak yaparız bunu. Sosyalist hareketin önemli olaylarından biri olan Mustafa Suphi’lerin katledilmesinden başlayarak, 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinde yaşanan zulmü unutmaz, unutturamayız. 1990’lı yıllarda JİTEM’in, kontrgerillanın köylerde ve […]
Unutmamak veya unutturmamak tarihi mirasımıza verdiğimiz değer, geleceğimize olan inanç ve umudumuzu diri tutmak açısından gerekli olandır. Onun için tarihimizi anımsarken geleceğe ait sorumluluk duygusunun bir gereği olarak yaparız bunu. Sosyalist hareketin önemli olaylarından biri olan Mustafa Suphi’lerin katledilmesinden başlayarak, 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinde yaşanan zulmü unutmaz, unutturamayız. 1990’lı yıllarda JİTEM’in, kontrgerillanın köylerde ve kentlerde yurtseverlere, devrimcilere karşı örtülü bütçe destekli yaptığı, adına da “Bin Operasyon” dedikleri katliamları, Madımak Yangını’nı unutmaz unutturmayız. Sorumlulardan hesap sormak, hak gaspları ve zulme karşı adalet istemek, günlük mücadelemizin olduğu kadar özgür geleceğimizin de önemli bir parçasıdır.
Sorumluların hesap vermediği, adaletin sağlanamadığı hiçbir dava devrimciler, emekçiler için kapanmış sayılamaz. Hiçbir boyama, cilalama, puslandırma operasyonu, hele de kanla yazılmış bir tarihi silemez. Ne Madımak’ı müze yapmak, ne Diyarbakır zindanını okul, müze vb. anıta dönüştürmek, ne Ulucanlar’da sergi açmak buralarda yaşanan kanlı vahşetin üstünü kapatmaya, olanları unutturmaya yetecektir. Hatta söz konusu mekânların müze yapılması istemi devrimcilerin bugünkü görevi olmamalıdır. Devrimci demokrat güçlerin öncelikli görevi yapılanların hesabının verilmesi ve adaletin sağlanması yönünde olmalıdır.
Ülkemiz şu veya bu düzeyde de olsa devrimci mücadelenin dünyanın her yerindeki çöküş ve geriliğe rağmen devam ettiği, devrim umudunun alt edilemediği az sayıdaki ülkelerden biridir. AB emperyalistlerinin burnunun dibinde, ABD emperyalistlerinin koynunda ama kurtuluşun sosyalizmde olduğu inancının ve buna dair bilinç ve eylemlerin yok edilemediği bir ülkede yaşıyoruz. Emperyalistler ve yerli işbirlikçilerini bundan daha çok rahatsız eden ne olabilirdi ki? Bitmeyen işkenceler, ağır mahpusluk koşulları da mücadelenin on yıllardır kesintisiz sürdürülmesinin başka bir ifadesidir.
Bunun için kamuoyu nezdinde hapishanelere tıktıkları devrimcilere yönelik yalan içerikli saldırı kampanyaları yürütmekten de geri kalmadılar. Devrimcilerin içeride koğuş ortamında dayanışmasını, siyasi kimliğini sürdürmesini, ‘devlete karşı silahlı eğitim yapıyorlar’ türünden yalan-iftira derecesine kadar ilerlettiler. Hedef belliydi: Devrimcileri tıpkı Avrupa’daki, Amerika’daki gibi tecride tabi kılarak yalnızlaştırmak, ruhlarını öldürmek gerekti… Hapishanelere doldurduğu siyasi ve adli on binlerce hükümlü ve tutukluya bir ranza ve battaniyeyi çok görerek onları insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkûm eden devlet, emperyalizmin desteğiyle milyonlarca dolar harcayarak birkaç yıl içinde “yüksek güvenlikli” dediği F tipi tecrit-hücre hapishanelerini ortaya çıkardı.
Devlet bir yandan tecrit hapishanelerini inşa ederken, bunun bir tecrit olmadığını, daha rahat, daha güvenlikli yaşanan konforlu cezaevleri olduğu türünden yalanlarla siyasi tutsakları, basın ve kamuoyunu yalıtmaya çalışıyordu. Bir tutsak avukatı “Bizi F tipi hapishane inşaatına gezdirmeye götürdüklerinde gerçeğin korkunç boyutunu çarpıcı bir şekilde gördük” diyerek tutsakların tecrit konusundaki kaygılarında sonuna kadar haklı olduklarını belirtmişti. Tüm bunlara rağmen dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, devletin bu konudaki planlarını teşhir eden, başta siyasi tutsaklar olmak üzere, ilerici demokrat kamuoyunu her fırsatta yanıltmaya çalışmayı elden bırakmadı. Tutuklu ve hükümlülerin uzlaşmadan yana olmadıklarından dem vurdu. Oysaki diğer taraftan 20 hapishaneye saldırmak için binlerce asker-polis eğitiliyordu.
Hapishanelere havadan yağmur-kar değil bomba ve mermi yağdı
Tarihlerden 19 Aralık 2000 idi. Türkiye’nin üzerinde soğuğa durmuş buz gibi bir hava dolaşıyor, kimi yerlere yağmur ve kar yağıyordu. Bir insan için en ağır işkence olan tecrit işkencesine karşı hapishanelerdeki siyasi tutsaklar bedenleriyle ölüm oruçlarında, açlık grevlerindeydiler. F tipi hapishane projesi tecrit işkencesi üzerine geliştirilmişti. Hiçbir insan hele hele siyasi tutsaklar böyle bir işkenceye bedenlerini uzatamazlardı. Bunun için devlet aylar öncesinden başladığı saldırı hazırlık planını 19 Aralık’ta şafağın ilk saatlerinde uygulamaya koyma kararı aldı. Bütün kirli kozlar oynanacak, tüm savaş aletleri kullanılacaktı. Tutsakların merkezi koordinasyonun sağlandığı Bayrampaşa Cezaevine ön kapıdan tutsaklarla görüşmeye gelen milletvekili ve ya aydınlar alınıyor; arka kapıdan ise saldırı için görüş alışverişine ve teftişe gelen; savcı, bakanlık yetkilisi, güvenlik(!) vb. birimlerden kişiler alınıyordu. Sadece bu bile saldırıya ilişkin söylenebilecek ikiyüzlü aşağılık tutumu ifade etmeye yetiyordu. Devlet tutsak ettiği devrimcilere yönelik savaşa gider gibi hazırlık yapmıştı. Silah, bomba, gaz, iş makineleri, ceset torbaları, itfaiye vs. Asker, polis, özel eğitilmiş kuvvetler… Saldıranlar devletin elindeki tutsaklara ironi yaparcasına “telim ol” çağrısı yapıyordu. Sanki hapishane kapılarının anahtarları tutsakların cebindeymişçesine, çatılardan havalandırma boşlukları ve koğuşlara bomba atıyor, ateş ediyorlardı. Boyun eğdirmeye, katletmeye gelmişlerdi. Boyun eğdiremediler ama katlettiler. Hapishanelerde o günkü saldırılar sonucu 28 devrimci tutsak yaşamını yitirdi. 20 hapishaneye 20 bin kişilik orduyla yapılan saldırıda sayının 28’de kalması tutsakların tamamen direnişinin; bulabildikleri her köşeyi kendilerine kalkan yapmalarının, ellerinde kalan son giysi parçasını, son bir yudum suyu hayatta kalmak için kullanmış olmalarının bir sonucuydu.
Bayrampaşa’da kadınları diri diri yaktılar. Koğuşlara çatılardan püskürttükleri kimyasal gazların ne o olduğunun açıklamasını hala yapmadılar. Uykularında basıp bomba ve mermi yağdırdıkları tutsaklardan mahkemede “devlet malına zarar vermekten” hesap istemeye gelecek kadar pişkinlik gösterdiler. Tutsakları ve kendi askerlerini uzun namlulu silahlarla öldürüp, içeride ellerinde silah var yalanını yaydılar.
19 Aralık 2000 tarihe kanlı bir sayfa olarak geçmesinin yanında ülkemizin demokrasi bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesi açısından bir dönemeç değeri taşır. Onun için 19 Aralık’ı sadece 28 devrimcinin öldürüldüğü bir kanlı saldırı olarak görmek tek başına yeterli değildir. 19 Aralık’la uygulamaya konulan tecrit, ülkemizin tüm emekçilerinin mücadelesinin önüne konulmuş ağır bir tehdittir; siyasallaşma ve devrimcileşmenin önünde önemli bir engeldir. Tecrit içerdeki için sessiz ölüm, dışarıdaki için ise sessiz ölümlere karşı duyarsızlaştırma operasyonudur. 19 Aralık 2010 tarihinin bir anlamı da buradadır. Eğer unutmamak veya unutturmamak gibi bir sorumluluğa sahip olacaksak burada söz konusu olan 19 Aralık 2000 tarihi bizim için hep güncel bir tarih olabilmelidir.
Ak Parti’nin iktidarı döneminde F Tipi hücrelerdekiler de dahil 359 kişi yaşamını yitirdi. Tecritle birlikte başlayan sessiz ölüm sürüyor. İçeride kol gezen sessiz ölüm, dışarıdaki çığlıklarının üzerine ağırdan bir kütle gibi çöküyor. 19 Aralık’ın bir katliam tarihinden öte olan anlamı hayatımızdaki canlılığını koruyor.