Kitabın adı, İşletmecilik İdeolojisinden Hasta Toplum (La société malade de la gestion). Alt başlığı, işletme ideolojisi, yönetici tahakkümü ve sosyal taciz (idéologie gestionnaire, pouvoir managérial et harcèlement social). Yazarı, Vincent de Gaulejac. Fransız, 1946 doğumlu, 7. Paris Üniversitesi’nde klinik sosyoloji yöntemleriyle çalışan bir sosyoloji profesörü. İçlerinde Sınıf Nevrozu, Yer Kapma Savaşı, Mükemmelliğin Faturası, Utancın Kaynakları, […]
Kitabın adı, İşletmecilik İdeolojisinden Hasta Toplum (La société malade de la gestion). Alt başlığı, işletme ideolojisi, yönetici tahakkümü ve sosyal taciz (idéologie gestionnaire, pouvoir managérial et harcèlement social). Yazarı, Vincent de Gaulejac. Fransız, 1946 doğumlu, 7. Paris Üniversitesi’nde klinik sosyoloji yöntemleriyle çalışan bir sosyoloji profesörü. İçlerinde Sınıf Nevrozu, Yer Kapma Savaşı, Mükemmelliğin Faturası, Utancın Kaynakları, Ben Kimdir gibi kitapların da bulunduğu on beş kadar eserin sahibi. Türkçede yayımlanmış kitabı yok. Bu metin biraz da Türkiye’deki yayıncılara yazarın Türkçede basılması için çağrı niteliği taşıyor. İşletmecilik İdeolojisinden Hasta Toplum, bugün işyerlerinde yaşanan huzursuzluğun, sıkıntının kaynaklarına ve bunların işletmecilik ideolojisiyle ilişkisine dikkat çekiyor. Bu ideoloji ve onun yıkıcı sonuçlarını sınırlandıracak bir düşünmeye davet ediyor.
“Toplumun tamamı ekonominin emrine verilmiş durumda. Bugün her şey yönetiliyor, mallar, hayat, duygular, zeka, aile, sağlık, eğitim, şehirler. İşletmecilik modeli, sürekli daha verimli ve kârlı olmanın zorunluluk olduğu bir dünyaya hizmet ediyor. Herkes kendi hayatının girişimcisi artık. Aile, bağımsız, verimli, işkapabilir bireyler yetiştirmekle yükümlü küçük işletmelere dönüştü. Eğitim, pazarın taleplerini karşılamak için kendini ekonominin hizmetine vermek zorunda. İşletme alanı, insan varlığının tüm yönlerine nüfuz ediyor. Çocukluktan emekliliğe kadar, kendini yönetmek topluma entegre olmak için bir gereklilik halini aldı.”(Seuil 2009, s.330)
Sınıf savaşının yerini yer kapma savaşı aldı
İlk baskısı 2005 yılında Seuil Yayınları’ndan yapılan İşletmecilik İdeolojisinden Hasta Toplum iki kavramsallaştırmaya dayanıyor: Birincisi “işletmecilik ideolojisi”, diğeri “yönetici tahakkümü”. De Gaulejac, son otuz yıldır işleyen süreçte, işletmeciliğin, söylemi, araçları, organizasyonu ve vizyonuyla tam bir ideolojiye dönüşüp normalleştiğini, bu ideolojinin yeni bir güç formu olarak beliren “yönetici tahakkümü” olgusuyla birleştiğini vurguluyor. Her iki olguda kendine modernleşmeyi, küreselleşmeyi, finansal kapitalizmi, teknolojik gelişimi, iletişim araçlarının anındalığını; verimlilik, etkinlik, performans, kârlılık gibi terimleri referans alıyor. “Mantıksal ve pragmatik tarafsız görünüşü altında, işletmecilik insan aktivitelerini performans göstergelerine ve bu performası da kâr zarar hesaplarına dönüştüren bir ideoloji artık… İşletmecilik, nesnelci, faydacı, işlevselci, pozitif düşünceyi meşrulaştırır. İnsanı işletmenin hizmetinde bir kaynak olarak tasarlar ve onun araçsallaşmasına katkıda bulunur.” (Seuil 2009, s.38) Önce uluslararası şirketlerde kullanılan işletmecilik modeli, daha sonra özel şirketlere ve son olarak da kamu şirketleri ve kamu hizmetlerine kadar yayıldı. “‘İşletmecilik hastalığı’ gerçek bir salgına dönüştü. Çarpıcı bir hızla yayılıyor. Bu tespit tüm sektörlerde yürütülen çalışmalarla da onaylanıyor; kamu işletmeleri, sağlık kuruluşları, araştırma ve sosyal hizmetler gibi. Şimdi bütün devlet kurumlarına bulaşmış durumda. Bakanlıkların tümündeki sayısal sonuç takıntısının, polisten orduya, kültürden eğitime kadar var olması, bu yayılmanın bir örneği.” (Seuil 2009, s.9)
Yönetici tahakkümünün hedefi: İnsan Benliği
Bu yeni şekillenen ‘yönetici tahakkümü’nün hedefi insan benliği (psyché), diyor Gaulejac. İşletme size iş yoluyla, kendinizi gerçekleştirmeyi, özlemlerinizi tatmin etmeyi, mükemmelliğe ulaşmayı vaat ediyor. Karşılığında kendinizi bütünüyle işletmenin hedeflerine teslim etmenizi istiyor. İşletme ile çalışan arasında yapılan sözleşme özgür bir seçim gibi görünüyor. İşletmenin primler, paylar, kariyer vb. vaatlerine karşılık, çalışan kendini işletmeye adamayı kabul ediyor. Aksi takdirde, iş talep edenin işi alması zaten mümkün değil. “İşletmecilik sistemi, narsistik, saldırgan, aldırmayan, pragmatik, düşünme yerine yaptığına kilitlenmiş, başarmak için her şeyi yapmaya hazır bir kişiliğe zemin hazırlıyor. Çalışan kendi güçlülük ve mükemmellik idealini işletmeye yansıtıyor, aynı anda işletmenin genişlemeci ve yayılmacı idealiyle birleşerek onu içselleştiriyor. Kendi başarısını işletmenin başarısıyla bir tutan bireyin psişik işleyişiyle işletmenin hedefleri arasında bir iç içelik mevcut. Çalışan kendi fantazilerini, özellikle güçlü olma megalomanisini tatmin edebileceğini düşünüyor. Ama güçlü olmaktan alınan keyfin bir de öteki yüzü var, nesnesini kaybetme kaygısı. Sevgilinin aşkını kaybetme korkusunu açığa çıkaran arkaik kaygı. Bu nokta, işletmenin direktiflerine cevap verebilme telaşının yarattığı sürekli gerilimin kaynağı.” (Seuil 2009, s.229) Bir süre sonra çalışanlarla işletmenin buyrukları arasındaki ilişki bir çeşit sado-mazoşist ilişkiye dönüşüyor. Stresi alt edebilmenin bir yolu olarak hiperaktiviteye yöneliyor çalışanlar. Hıza, yarışa ve hiç durmadan kendini ispata zorlanan insanlar uyuşturucunun etkisindeymiş gibi kısır bir döngünün içine giriyorlar. Bir orta kademe yöneticinin işinden atıldıktan sonra altı ay boyunca işyerine gidip gelmesi ve buna benzer örnekler iş hayatının aynı zamanda bir bağımlılık ilişkisi yarattığını da gösteriyor.
İşyeri: Savaş meydanı
Kitaptan aktaralım (Seuil 2009, s.145). “Bir yer değişimine tanıklık ediyoruz. Soğuk savaşın yerini ekonomik savaş aldı. Büyük kapitalist şirketler güç arzusu ve kâr arayışlarında engel tanımıyorlar… Ekonomi dünyası bir savaş alanı. Rakip, düşman. Eğer tüm gücümüzü ve araçlarımızı yeni bir pazar kapmak için harekete geçirmezsek, ölürüz… Yenilmemek için savaşmak gerekiyor… Savaş zamanlarında ahlak askıya alınır. Öldürebiliriz, yalanın stratejik, ihanetin gerekli, iki anlamlı bir dille konuşmanın zaferin şartı olduğunu bile düşünebiliriz. Bu bağlamda, kârlılığı artırmak için yapılan baskılar sürekli bir hal alır. Yaygın olarak gerçekleştirilen işten atmalar, hiç durmaksızın yürürlüğe konan sosyal planlar (yapılan sosyal planlar genellikle toplu işten atmalara ya da çalışan sayısını azaltmaya tekabül ediyor-tanıtımı yapanın notu), iş kanunlarının ihlali, hatta çalışanlara uygulanan bezdirme, hırpalama politikaları işletmenin varlığını sürdürmesi için gerekli şeyler haline dönüşür.”
“up or out”: “ya yükselirsin ya da gidersin!”
Bu deli savaşta herkes kendisinden sorumlu, herkes yalnız, diyor Gaulejac. İnsanın ben’i kârlı hale getirilmesi gereken bir sermayeye dönüştü. Mükemmellik kültüyle, eski bildik Marksist sınıf savaşın yok edildiğini, yerini yer kapma savaşının aldığını belirtiyor. Yer kapanlar, bu sefer başka bir yarışla karşı karşıya geliyorlar, yerini koruma, sağlamlaştırma savaşı. “Yer kapma savaşı alışıldık bir şey haline geldi. Hatta gerekli ve faydalı olduğu düşünülüyor: İyi olan kazansın!… Up or out (ya yükselirsin ya gidersin) mantığı normal kabul ediliyor. Kendi yerinin sürekliliğini garantiye almak için bu mantık tarafından herkes kendi kendini geçme yarışına itiliyor…” (Seuil 2009, s. 228) Tüm bu “savaş meydanındaki” çarpışmaların, yorgunluk, depresyon, stres gibi psikolojik rahatsızlıklara hatta son dönemde işyeri seri intiharlarına varan noktalara kadar gittiğini biliyor, yaşıyoruz. “700 yönetici ve üst düzey yöneticiyle, Jean Benjamin Stora tarafından yapılan çalışma, insanların %46’sının aşırı stre
sten, %32’sinin kalp-damar rahatsızlıklarından, %63’ünün yorgunluk ve güçsüzlükten, %24’ünün uyku bozukluğundan ve %12’sinin gastritten şikayetçi olduklarını gösteriyor. Çok farklı nedenlere bağlı bu rahatsızlıklar: Gerçekleşmesi mümkün olmayan hedeflerin uygulamaya konulması, yöneticiler arasındaki anlaşmazlıklar, organizasyonun farklı yapılarıyla ilişkileri, çalışma ritmi, hızlı büyüme esnasında yaşanan adaptasyon sorunları, çalışanlar arasındaki rekabet gibi…” (Seuil 2009, s. 235)
Psikolojik rahatsızlıklarda ve yapılan işin anlamının yitirilmesinde, işletmecilerin sayılara aşık olmasının, her şeyi ölçmek istemesinin de çok önemli bir payı var. Yaptıklarını sürekli kaydetmek, sayılara dönüştürmek zorunda kalan çalışanlar bunları yapmaktan kendi işlerine zaman kalmadığını belirtiyorlar. Bu modelin adı “en azla en iyiyi” yapmayı buyuran “hedef koyan işletmecilik” modeli. Vincent de Gaulejac’ın bir röportajından alıntılayalım: “‘Size gerçekleştirmeniz için 100’e kadar bir hedef veriyoruz ama sizden 110 ya da 120 yapmanızı istiyoruz, bir yıl sonra, yaptıklarınız 100’e denk düşecektir.’ Bu cehennemi döngü aynı zamanda kamu hizmet ve kurumlarına da bulaşmış durumda. Bugüne kadar kamu hizmet kültür içinde yetişmiş, gişe memurları, posta memurları, demir yolu işçileri tuhaf bir izlemine kapılıyorlar: Neye hizmet ettiklerini artık anlamıyorlar.”
Çocuk, verimli olması gereken bir sermaye
Aile cephesinden baktığımızda da kurumun bütünüyle işletme ideolojisinin etkisi altında olduğunu görüyoruz. Kitaptan aktaralım (Seuil 2009, s. 193/194). “Anlaşmazlıkları, hatta erkekliğini ve kadınlığını yönetmek, çocuk-ana baba-çift arasında iyi bir iletişim sağlamak, herkesin bağımsızlığını uyumlu bir iç bağımlılık içinde desteklemek, kazanmaya angaje bir ekip oluşturmak gibi özellikleriyle işletmecilik modeli tümüyle aile cephesinde de işliyor… Çocuk da, verimli olması gereken bir sermaye artık… Çocuğun okul başarısı yatırımın ana amacı. Okul bir zorunluluk olarak değil, geleceğe dönük bir yatırım olarak yaşanıyor. Tıpkı işletmelerin üst düzey yöneticilerinde olduğu gibi başarılı çocuklar da “kariyer planı”nın nesnesi haline geliyorlar.”
Politikacı işletmeci, vatandaş müşteri
Gaulejac’ın üzerinde durduğu bir diğer önemli şey ise bugün ekonominin taleplerine boyun eğmiş politikacıların insanlara hükümet etmediği, ama işletmecilik anlamında ülkeyi yönettikleri konusunda. “İnsanların yaşadıklarıyla, politikacıların yaptıkları arasında kapatılamaz gibi duran bir uçurum var. Bir yandan insanlar sıkıntı ve umutsuzluk içindeyken (işsizlik, dışlanma, yoksulluk, stres, depresyon…) diğer yandan, birçok bakımdan saygın politikacılar dünyanın sorunlarını ele almak için yapabildiklerinin en iyisini yapıyorlar. Birileri kendi somut ve tekil hayatından bahsederken, diğerleri onları soyut ve global sayılarla yanıtlıyorlar.”(Seuil 2009, s. 276) İşletmeci gibi davranan politikacı aynı zamanda ekonomi karşısında kendi güçsüzlüğünü de ilan etmiş oluyor, kendini değersizleştiriyor. “İşletme ideolojisi politikayı öldürüyor. Etkinlik ve sonuç odaklılığın gerekliliğini överek politikayı performans ve kârlılık alanına taşıyor. Bu bağlamda değerler kayboluyor… Her vatandaş belli bir markanın seçimini yapar gibi politik seçimlerini yapmaya davet ediliyor… Bir işletmenin kendini müşterisinin hizmetine sunduğu gibi politikacı da kendini vatandaşın hizmetine sunuyor.” (Seuil 2009, 290-291) Politikanın ve politikacıların gözden düşmesine karşı bir önerisi var Gaulejac’ın: ” Toplumu kurmaya, sıcaklığın ve dostluğun inşasına, birlikte yaşamanın sevincine katkıda bulunan ve gerçek bir yurttaş aktivitesini karakterize eden şeyler bugün gözden düştü. Özel çıkarlar genel çıkarlardan üstün. Politikanın soyluluğuna yeniden kavuşabilmesi için sadece işletmecilik ideolojisinden uzaklaşması yetmez, ona karşı açıkça savaşması da gerekir. Politikanın ereği toplumu işletmek değil, daha iyi bir dünya kurmak için insanları yönetmektir.” (Seuil 2009, s.298)
20 Kasım 2010