Perşembe günü sabah saat dokuzdan akşam beşe kadar sekiz saat boyunca CHP’li Ankara-Yenimahalle Belediyesi’nin yıkım ekiplerine karşı[1] bol yağışlı bir günde sağanak yağmur altında halkla birlikte sert bir direnişin içinden çıkmıştım. Kırk yedi yaşından sonra sekiz saat yağmuru yiyip, belediye ekipleri ile akşama kadar hır gürün içinde olunca yorgunlukla şifayı kaptığım için evde yattığım sırada […]
Perşembe günü sabah saat dokuzdan akşam beşe kadar sekiz saat boyunca CHP’li Ankara-Yenimahalle Belediyesi’nin yıkım ekiplerine karşı[1] bol yağışlı bir günde sağanak yağmur altında halkla birlikte sert bir direnişin içinden çıkmıştım. Kırk yedi yaşından sonra sekiz saat yağmuru yiyip, belediye ekipleri ile akşama kadar hır gürün içinde olunca yorgunlukla şifayı kaptığım için evde yattığım sırada Durmuş Tiryaki’nin yazısıyla güne başlamak sağlığa hiç iyi gelmiyor.
Kuşkusuz Türkiye solunun siyaset tarzında çok ciddi temel problemler var. Bunları saymakla bitmez. Uzun yazıların ve tartışmaların konusu. Ancak siyaset tarzının temelinde en önemli belirleyenlerden birisi, Türkiye solundaki Marksizm’in dogmatik kavranışıdır. Hayat bin kere kendilerini yanlışlasa da Türkiye solu hayatı kitaba uydurup kendini bir şekilde haklı çıkarır. Bir başka temel eğilim ise karşısındakini asla anlamaya çalışmama, asla karşı fikirleri okumama, bir başkasının yaptığı işlere karşı duyarsız ve mutlaka mesafeli olma konusunda dogmatik ısrar. Solun dogmatik kavrayışı ile rekabetçi gelenekleri birleşince ortaya aşağıdaki sonuç çıkıyor.
Tiryaki, yazıda açıkça ulusalcılık eğilimlerini sergiler, Kürt sorununda milliyetçi tutumunu gösterir, devrimci stratejinin temel argümanlarına karşı eleştirilerini yağdırırken, Halkevleri ve hak mücadeleleri konusunda ise tüm maharetini sergilemiş.
Örgüt, mücadele ve siyaset tarzı konusunda ise seksen yıllık bildik sol pasifizmin söyleyebileceği ne varsa söylemiş.
Ben bir Halkevleri yöneticisi ve barınma hakkı mücadelesi içerisinde aktif yer alan biri olarak eleştirilerimi yazının bu tarafı ile sınırlı tutacağım. Vaktim olursa ve başkalarından fırsat kalırsa Türkiye solunda yaygın olan bu görüşlerin devamına da cevap yazmaktan mutluluk duyarım.
Tiryaki, siyaset tarzı hakkındaki fikirlerini anlattıktan sonra lafı barınma hakkı mücadelelerine getirdiği yerde, “Sözgelimi bir kesim sol, dün halkın barınak talebine gecekondu arsası dağıtarak çözüm mü bulmuştur, yoksa mülkiyet duygusunu mu körüklemiştir?” diye soruyor.
Yazarın asıl derdinin, bugün süren barınma hakkı mücadeleleri olduğunu sanırım herkes anlamıştır. Yazının başında Türkiye solundaki temel eğilimlerden birinin karşısındakini asla anlamaya çalışmama olduğunu söylemiştim.
Şimdi Tiryaki’ye anlaşabilmek adına birkaç soru sormak gerekli;
1- İşçi sınıfının ve halkın barınma hakkı talebi, içerik açısından burjuva bir talep midir?
2- Bir işçinin ailesiyle içinde yaşacağı bir konutu talep etmesi mülkiyet talebi midir?
3- Haklar ihtiyaçlardan doğmaz mı? Bir şey ihtiyaçsa mülkiyet midir?
4- Yoksa bütün bunları boş verelim, sosyalizm gelecek dertler bitecek mi?
Devrimci hareket, “dün halkın barınak talebine gecekondu arsası dağıtarak çözüm… bulmuştur”. Aslında bu çözümü devrimciler değil de halk, dünyadaki bütün sınıf kardeşleri gibi hayatın gerçekliği içinde kendisi bulmuştur. O günkü koşullarda işçi sınıfının, halkın barınma hakkı talebinin güncel çözüm biçimi gecekondudur. Devrimciler halkın barınma hakkı mücadelelerine önderlik ettikleri her yerde halkla güçlü bağlar kurmuş ve geliştirmiştir. Eğer on yıllarca beş para etmeyen yolu elektriği suyu olmayan gecekondular, sonradan (kapitalizmin gelişmesi-yayılması neticesinde) mülkiyete konu olduysa ve mülkiyet duygusunu körüklediyse, Türkiye sosyalist hareketinin 1980’deki büyük yenilgisine atıf yapmadan tek başına “… yoksa mülkiyet duygusunu mu körüklemiştir?” kolaycılığıyla cevap verilebilecek bir şey değildir. Ayrıca halkın mülkiyet duygusunun temeli ile kapitalist mülkiyet temelini aynı gören zihniyetle faydalı bir tartışma ne kadar olanaklıdır bilemiyoruz.
Bugün barınma hakkı mücadeleleri, somut konjonktürde kent arazilerinin büyük kapitalist rantlar haline getirildiği, kentsel rantın bugünkü neoliberal kapitalizmin sermaye birikiminin en önemli araçlarından biri olduğu bir dünyada sürüyor. Şimdi sosyalistler ne demeli? Bu mülkiyete konudur, biz bu işlerden uzak mı durmalıyız demeli? Yoksa neoliberal kapitalizmin yeni sermaye birikim alanları olarak gördüğü kent topraklarının yağmalanmasına karşı halkla birlikte barınma hakkı mücadeleleri ekseninde sınıf kavgasının farklı bir alanında yeni bir mücadelenin ateşini mi tutuşturmalı?
Bugün AKP’nin cansiperane sürdürdüğü kentsel dönüşüm projeleri, milyonlarca gecekonducunun (işçinin) elindeki vahşi kapitalizm uygulamalarına karşı kendisini ve ailesini savunabileceği, insanca yaşayabileceği bir olanağı elinden alıyor. Liberal zevatın otuz yıldır pompa ettiği gibi gecekondulu (işçi) bir koyup üç alamıyor. Bir ev bile alamıyor. Çoğu kere oturduğu eve yeniden oturabilmek için üstüne tekrar para vermek zorunda kalıyor. Yani sınıf atlayamıyor. Merak etmeyin sınıf çelişkileri körelmiyor. Anlaşılan siz liberal goygoyculuktan fazlaca etkilenmişsiniz. İşçi sınıfının gecekondusunu verip 3-5 ev alabildiği hikayesine inanmışsınız. Yaşadığımız çağın neoliberal kapitalizminin işçi sınıfına bunu asla tanımadığını görmek istememek, ancak eğitimle olabilecek bir durumdur.
Sayın Tiryaki, halkın barınma hakkı talebine, eğer başkaca halkçı-sosyalizan çözüm önerileriniz varsa, bunları sosyalist hareket içinde zenginleştirici bir tartışma olarak kabul ederiz ve bundan mutlu oluruz. Ama lütfen karşımıza kırk yıllık kaba dogmatik yakınmalarla çıkmayın. Halk neylerse güzel eylemez. Ancak, inan ki halk ile sermayenin karşı karşıya geldiği her durumda, ama her durumda halk her zaman ama her zaman haklıdır.
Devrimci hareketin “öncü savaşı” kavramı[2] etrafındaki önermelerinin Tiryaki’nin de temsil ettiği sol çizgi içerisinde bir takıntıyı oluşturduğu çok açık. Ne geçmiş anti-faşist direnme savaşı döneminde, ne de şimdiki neoliberal kapitalizme karşı hak mücadeleleri döneminde devrimcilerde hiçbir zaman halkın avukatı ve jandarması olma düşüncesi olmadı. Bu tür eğilimlere karşı “her zaman devrimcilerden daha iyi avukatlar ve jandarmalar” olabileceği fikriyle, halkın kendi çıkarları için, kendisini savunduğu öz-savunma mekanizmalarının örgütlenmesi fikri, üstelik reel sosyalizmin bir eleştirisi olarak da savunuldu. Şimdi 70’li yıllarda halkın oluşturduğu direniş komitelerini 30 yıl sonra Tiryaki ve onun gibi düşünenlere anlatmaya kalkmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Halka jandarmalık yapmakla, halkın fedaisi (öncüsü) olmak arasındaki farkı da Tiryaki’ye lafla anlatmak artık mümkün değildir. Anlamasının tek yolu, belki Ankara mahallelerinde süren halkın barınma hakkı mücadelelerini, bir gün olup gelip de (desteklemese bile) görmesi ve sürüleştirilmiş halkla mı karşılaşacak, kendini yöneten halkla mı, karar vermesi? En sağlıklı yol bu.
Tiryaki, şecaat arz ederken sirkatin söylemektedir. Kendisinin de zamanında savunucusu olduğu, işçi sınıfından, halktan uzaklaşmış (bürokratlaşmış) reel sosyalizme ait eğilimleri, devrimcilerle özdeşleştirmeye çalışmaktadır. İşçi sınıfı hareketini ve sosyalizmi tarihsel bir yenilgiye uğratan, savunucusu olduğu reel sosyalizmin sağlıklı bir özeleştirisini dahi yap(a)mamış görünmektedir.
Tiryaki’nin Halkevleri konusunda ettiği laflar tek kelimeyle ayıptır. Ama Türkiye solunda güçlü rekabetçi eğilimlerin de katkısıyla, Tiryaki’nin,’fikir’lerinin yaygın olduğunu biliyoruz.
Hani şimdi bu eleştirilere kabaca rahmetlinin dediği gibi “b
u işler tüzük işi değil büzük işidir” deyip geçmek isterdim. Ancak, devrimci halk örgütü olan Halkevleri’nin neden sol’a bu kadar rahatsızlık verdiğini biraz irdelemek sol aklın yerine oturtulması açısından oldukça kıymetli.
1990’lı yılların ortasında devrimciler yollarını ayırıp kendi yollarına giderken bu eleştiriler eski yol arkadaşları tarafından da maalesef bolca getirilmişti. Ana fikir şudur; ekonomik-demokratik, ideolojik ve politik olmak üzere sınıf mücadelesinin üç yönü vardır. Ekonomik-demokratik mücadele sendikalarla, kitle örgütleri; politik mücadele ise partiyle verir. Örgüt ve mücadeleye dair Marksizm’in dogmatik kavrayışı bu genellemeyi alır, hayatın akışı içinde sendikalar, kitle örgütleri politik mücadele veremez olarak ikame eder. Devrimci kitle örgütlerinin varlığını ve mücadelesini yadsır. Bir kitle örgütü olarak tarihimizde şanlı yerini alan DEV-GENÇ ve onun devrimci mücadelesi dahi bu dogmatik bakış açısına bir şey öğretmez. DİSK’in 1976 yılındaki DGM direnişi de bu dogmatik akıma bir şey öğretmemiştir.
Sizin deyiminizle piyasanın, (yani neoliberal kapitalizmin) yıkıcılığına karşı, Halkevleri’nin, işçi sınıfının geçmiş (20.yüzyıl) mücadele dönemine ait kazanımları olan eğitim, sağlık, barınma vb. haklarını savunuyor olması kendisine sosyalistim diyen birini niye rahatsız eder. Ülkemizdeki çok sayıda sol parti düzen içiyken Halkevleri’nin hangi “yapısal özelliklerinin zorlanması” Türkiye sosyalist hareketine zarar getirir. Düzen örgütü olarak kurulmuş bir kurumun bugün AKP’nin gerici faşist neoliberal kapitalist saldırılarına karşı, hem alternatif bir yaşamın kültür öğelerini yeşertmesi hem de onun halkın kitlesel örgütlenmesinin araçlarından birisi olması bir solcu için neden eleştiri konusu olur. Bu zorlama hangi eyyamcılığa, pragmatizme yol açar bilmiyoruz, ama bu zorlama eleştiriler ancak bunu yapanların yollarını daha da kaybetmelerine yol açar.
Halkevleri, işçi sınıfı partisinin olmadığı koşullarda bağımsız devrimci bir halk örgütü olarak elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. İşçi sınıfının partisi kurulduğunda ise bugüne kadar yaptıklarından çok daha fazlasını yapabilecek bir duruma yani önderliğe kavuşmuş olacaktır. Ama ülkemizde işçi sınıfı partisi diye kurulanların bir dernek, bir halk örgütü kadar gücü ve etkisi yoksa bizi ‘bir kitle örgütünü zorluyorsunuz’ diye eleştireceğine, solun geri kalanını sorgulaması gerekmez mi?[3]
Durmuş Tiryaki’nin yazısını üzülerek okudum. Üzüldüm, çünkü aradan geçen otuz yıldan sonra sol içindeki sağırlar diyaloğunun hiç değişmeden devam ettiğini gördüm. Üzüldüm, bunca yaşanandan sonra bile gerçeği (hayatı) hala dogmatik takıntılarla izah etmeye çalışmakta olan bir sol ile karşıya karşıya olduğumuzu gördüm. Üzüldüm, Tiryaki’nin Bahçelievler’de katledilen silahsız savunmasız 7 TİP’li gencin anısına yazdığı bu yazı ile herhalde bu gençler mezarlarında yerinden zıplamıştır. Çünkü onlar mensubu oldukları siyasi partinin onları iç savaş koşullarında savunmasız bırakmasının bedelini ödememişler miydi? Onlara goşizm saçmalıklarıyla meşru müdafaa fikri bile çok görülmemiş miydi?
Sayın Tiryaki, yanlış biliyorsunuz. Emin olun harekette bereket vardır. Lütfen takıntılarınızı bir kenara bırakın ve hem düşünsel hem eylemsel planda harekete geçin. Eninde sonunda doğru yolu bulursunuz.
dipnotlar
1. http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=33139
2. Durmuş Tiryaki’nin de ideolojik olarak yakın olduğu çevrelerde 1 Mayıs 2009 sonrasında tuhaf bir “öncü savaşı” tartışması başladı. Taksim’in kazanılması etrafında süren tartışma ve mücadelelerde kitle şiddet biçimlerinin ortaya çıkmış olması bu çevreler tarafından “öncü savaşı” teorisinin hortlaması olarak değerlendirildi. Basitçe meşru müdafaa eylemleri olarak değerlendirilip geçilecek ve içindeki kimi aşırılıkların eleştirileceği işler, bu çevrelerde derin arkaik korkuları uyandırdı. Bizlerin Taksim’in kazanılması çerçevesinde meşru müdafaa sayılacak kimi mücadele metodlarını savunuyor olmamız, ilginç bir şekilde “öncü savaşı” teorisine geri dönüş olarak eleştirildi. Şimdi anlaşılıyor ki bu “öncü savaşı” takıntısı yaygın bir iç tartışmaymış. Öncü savaşı diye eleştirilen-kastedilen şeyde militan kitle eylemleriymiş.
3. Aslında bu tartışma Türkiye solunda kırk yıl önce bolca yapılmıştır. Kırk yıl sonra dönüp tekrar yapıyor olmak sıkıcı gelebilir. Ama başa gelen çekilir. Bu tartışmayı fazla uzatacağımızı da kimse beklemesin. Devrimci hareketin geçmiş geleneğinde bulunan teorik-politik birçok metin bu konuda zengin bir materyal teşkil ediyor. Üzücü olan geleneğin içinden gelenlerinde benzer eleştirileri yapmış olmasıdır.