Anayasa değişikliği referandumu süreci ile birlikte gerçekleştirilen tartışmalarda sıkça duyar olduğumuz bir kavram var: sivilleşme. Genel olarak ordunun siyaset kurumu üzerindeki vesayetine karşı çıkışın simgesi yapılan bu kavramın da kendi içinde alabileceği formların görülebilmesi gerekmektedir. Askeri vesayetin ve “sivil” siyasetin kullandığı enstrümanlar elbette ki farklar içermektedir. Kaldı ki askeri vesayetin otoriteryan siyasal yapısının en önemli […]
Anayasa değişikliği referandumu süreci ile birlikte gerçekleştirilen tartışmalarda sıkça duyar olduğumuz bir kavram var: sivilleşme. Genel olarak ordunun siyaset kurumu üzerindeki vesayetine karşı çıkışın simgesi yapılan bu kavramın da kendi içinde alabileceği formların görülebilmesi gerekmektedir. Askeri vesayetin ve “sivil” siyasetin kullandığı enstrümanlar elbette ki farklar içermektedir. Kaldı ki askeri vesayetin otoriteryan siyasal yapısının en önemli özelliği ötekileştirdiği her düşünceyi, ideolojiyi, kurumu, kişiyi, inançları, değerleri sahip olduğu şiddet tekeli üzerinden tehdit etmeyi veya yok etmeyi amaçlaması ve bu kudreti kendinde görmesidir. Bu kudreti meşrulaştırmaya hizmet eden temeller de elbette ortadan kaldırılmalıdır. Ancak demokrasi, insan hakları, özgürlük, eşitlik gibi kavramların “sivil siyaset” ile birlikte anılması da sivil siyasetin kendi kavramları ile yeniden yüzleşmesini sağlamak açısından önemlidir. Bu yüzleşme kapsamında günümüzde “zihniyet” olarak ifadesi alışılagelmiş ideolojik perspektif ve konumlanışın, sivillik vurgusu ile üzerinin nasıl örtülebileceğini göstermek adına üniversitelerdeki öğrenci disiplin yönetmeliği uygulamaları önemli bir alan açmaktadır.
Sivillik ya da sivilleşme bu kadar kutsanırken gözlerden kaçırılan önemli bir kuruma, üniversitelere dikkatleri çekerek, tek başına sivilleşme vurgusunun üzerini örttüğünü düşündüğüm politik perspektiflere, konumlanışlara ve nihayet resmi ideolojiye temas edecek bir söz söyleme imkanı doğacaktır. YÖK’ün kuruluş felsefesindeki militarist öğelerin yapısal olarak üniversiter sistemin her yanında ve bu sistem içersinde merkezileştirilmiş iktidarın otoriter ve despotik uygulamalarında görülebilmesi bu açıdan önemlidir.
Türkiye’de üniversiter sistemin kurgulanışı ve örgütlenişi açısından 13.01.1985 tarihli “Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği”nin ayrı bir önemi bulunmaktadır. 12 Eylül ideolojisi ve felsefesinin üniversite üzerindeki disiplin, düzen, ehlileştirme politikalarını en açık şekilde içermesi bu yönetmeliği daha da çekici hale getirmektedir. Bir yönüyle de bu yönetmeliği yıllardır uygulayan “sivil” akademisyenlerin üniversiter sistemi korumak adına ortaya koydukları pratiklerin ve düşünüş biçimlerinin nasıl devlet aklı gibi çalıştığının göstergesi olmaktadır.
Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’nin birinci maddesinde “…öğrencilik sıfat, şeref ve haysiyeti ile bağdaşmayan hal ve harekette bulunan öğrencilere verilecek disiplin cezalarını, usul ve teşkilatla ilgili hükümleri belirtmek amacıyla düzenlenmiştir” ifadesiyle bu yönetmeliğin amacı ortaya konulmaktadır. Yönetmeliğin üslubu, 12 Eylül öncesinde devlete çok çektirmiş öğrencilere eril bir küfürün girişi, amacı ve hedefini işaret etmektedir. “…öğrencilik sıfat, şeref ve haysiyeti…”. Çünkü öğrenci toplumun değer yapılarına karşı potansiyel bir tehdittir. Dolayısıyla onu hizaya getirmenin ilk yolu ona edilecek ilk küfürden geçmektedir.
Bir yönüyle genç beyinlere serpilen, “cumhuriyeti muhafaza ve müdafaa” tohumlarının yeşertme mekanları olarak kurgulanan ve bu ülküye ters düşenlerin her türlü dışlama ve ötekileştirme sürecine maruz bırakıldığı üniversiter bir sistem durmaktadır karşımızda. Öyle ki üniversitelerden uzaklaştırılma cezası alan öğrenciler sadece mekandan kovulmakla kalmazlar, aynı zamanda her türlü öğrencilik hakkı ellerinden alınır. Bu yaptırım öteki ilan edileni değersizleştirme sürecinden başka bir şey değildir. Değersizleştirme sürecinin ise birçok boyutu bulunmaktadır. Çünkü ötekileştirilen birey, “devletine, topluma, ailesine ve güzel günler göreceği geleceğine” sırtını dönüp “faydasız” işlerle uğraşmıştır.
Topluma, devlete ve özellikle de kendi geleceğine dair sorumluluklarını göremeyen, “beyni yıkanmış” ya da “rasyonel düşünemeyen”, kendi çıkarını gözetemeyen bir birey ilan edilme üzerinden ilerleyen değersizleştirme pratiklerinin en önemli aktörlerinden birisi olarak, karşımıza akademisyenler çıkmaktadır. Çünkü disiplin soruşturmalarında hakim ve savcı cüppesini giyenler onlardır. Hüküm vermek için somut bir delil, tanık vs. olmasına çoğu zaman gerek bile yoktur. Çünkü onlar “yüce üniversiter sistemin” temsilcisi ve koruyucularıdır.
Soruşturmaların açılmasıyla birlikte “sivil” akademisyenler başlarlar ideolojilerini çalıştırmaya. Bazen ataerkil düzenin, bazen de devlet aklının ya da egemen din algısının savcılığını yapmaya başlarlar. İdeolojileri faşizmi, liberalizmi, cinsiyet ayrımcılığını ya da egemen dinsel inançları referans gösterse de sadece “sivil” olmaları yeterli midir? Bu “sivil” referansların her biri Türkiye’de siyasi iktidarların ve devlet aklının koruması altında durarak kendisini üretmektedir. Bu nedenle militarizmin ya da otoriterliğin buradan çıkması bir tesadüf değildir.
Üniversitelerde hatta görece muhalif duruşa sahip olanlarda bile disiplin mekanizması 25 yıldır bu şekilde işlemektedir. Gelişen teknoloji denetleme ve kontrol üzerinden disiplin sağlama amacına hizmet etmek üzere kullanılmaktadır. Üniversitelerin güvenliği her şeyden daha önemli görülmektedir, özgürlüklerden bile. Bu “güvenlik” yaklaşımı, beraberinde “özel güvenlik” önlemlerini getirmiştir. Güvenlik öğrenciden önce gelmekte ve güvenlik güçlerine fazlasıyla itibar edilmektedir. Örneğin polis ya da özel güvenlik birimlerinin hakkında tutanak tuttuğu öğrenciye zaman kaybetmeden soruşturma açılmaktadır. Tutanağın gerçeklerle ilişkisine bakılmaksızın imzanın yasal olması yeterli görülür. Soruşturmayı yürütecek akademisyenler de disiplin mekanizmasını iyi işletebilecekler arasından çoğu zaman özel olarak seçilirler. Öğrencinin kendini nasıl savunduğu da önemsenmez. Kürt, solcu, Alevi, kadın olması ya da cinsel yöneliminin farklılığı; alkol alması, küpe takması, saçının uzunluğu, başörtüsü takması, toplumsal veya politik etkinliklere katılması yeterli görülür. Dolayısıyla ceza verilerek öğrencinin üzerinde, hakkında soruşturma açılmış öğrenci yaftasının bulunması dahi yeterli görülmektedir. Öğrenci isterse hukuki mücadele verip bu kararı iptal de ettirebilir. Ancak disiplin sisteminin kendisini yeniden üretmesinin amacı olarak ötekilerin tespiti ve fişlenmesi, gelecek açısından öngörülemeyecek olası “tehdit” unsurlarının saptanması adına yeterli olmaktadır. Şimdi sormak gerekir; bu öğrencileri kimler, neye göre ötekileştirmektedir? Her yıl açılan yüzlerce soruşturmanın anlamı nedir? Soruşturma açılması için hazırlanan tutanakların altındaki imzaların ideolojisi nedir ya da nelerdir? En önemlisi de muhalif akademisyenlerin seslerinin cılız çıkmasının başka bir disiplin mekanizmasıyla ilişkisi var mıdır?
Bu sorular yanıtlandığında görülecektir ki, görünüşte “sivil” olan mutlak olarak demokratik ya da özgürleştirici değildir. Bünyesinde faşizmi, despotizmi, ayrımcılığı ve otoriterliği barındırabilmektedir. 12 Eylül ideolojisinin üniversitelerdeki etkilerinin silinebilmesi için öncelikle “sivil” akademisyenlerin zihinlerindeki militarist, otoriter, cinsiyetçi düşünüş biçimlerinin pratikte nasıl tezahür ettiği de tartışılmalıdır. Üniversitelerin muhalif sesi öncelikle üniversiter sistemin kendi içinde güçlü bir şekilde yankılanmalıdır.