Türkiye sermaye sınıfının ve ülkede bir iç olgu haline gelen emperyalizmin, İkinci 12 Eylül’ü de “başarı” ile hayata geçirmek için tüm gücünü seferber ettiği bir dönemle karşı karşıyayız. Ayrıntılı sosyo-ekonomik çözümlemeler ihtiyaç duyulmayacak kadar açık bir gerçek var ortada; özetle şu: 1. “Anayasa Referandumu” öz itibariyle bir aldatmacadır. 12 Eylül faşizminin ürünü olan 1982 Anayasası’nın […]
Türkiye sermaye sınıfının ve ülkede bir iç olgu haline gelen emperyalizmin, İkinci 12 Eylül’ü de “başarı” ile hayata geçirmek için tüm gücünü seferber ettiği bir dönemle karşı karşıyayız. Ayrıntılı sosyo-ekonomik çözümlemeler ihtiyaç duyulmayacak kadar açık bir gerçek var ortada; özetle şu:
1. “Anayasa Referandumu” öz itibariyle bir aldatmacadır. 12 Eylül faşizminin ürünü olan 1982 Anayasası’nın ruhunda bir değişiklik olmadan bugüne kadar yarıdan fazla maddesinde kısmi değişiklikler zaten yapılagelmişti. Referanduma sunulan değişikliğin farklılığı ise, burjuva devletinin aygıtlarının sermaye sınıfının ve emperyalizmin dönemsel çıkarlarına daha çok hizmet edecek biçimde yeniden düzenlenmesini, özellikle de burjuva hukukunun geleneksel dokusunu oluşturan “kuvvetler ayrılığı”nın ortadan kaldırılmasını hedeflemesidir. Bunun günceldeki karşılığı Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay’ın yetkilerinin sınırlandırılması ve örgütlenmesinin yürütmenin inisiyatifine bırakılmasıdır.
Referandumun 12 Eylül’e denk getirilmesi başta olmak üzere burjuva partilerinin konumlanışları, özellikle AKP’nin devlet organlarını halkın iradesini etkilemek üzere seferber etmesi, propaganda sürecinde sol güçlere, boykotçulara karşı baskı ve şiddetin yoğunlaşması, burjuva hukukunun ikiyüzlü karakterini bir kez daha tescillemiştir.
Elektronik ortamda sonuçların dökümünün yapılmasıyla ilgili güvenilirliğin birincil sorun olarak algılandığı, sandıklarda yapılan hileler, polisler başta olmak üzere görevlilerin mükerrer oy kullanmaları vd. etkenler, “referandum aldatmacası”nın desenlerini oluşturmuştur.
“Aldatmaca” gerçeğine rağmen siyaset, sınıflar mücadelesinde biçimlenmektedir ve “güç”le ilgilidir. Dolayısıyla Dünyada sınıflar ve sınırlar var oldukça, siyasetin biçimlenme ve uygulanmasını belirleyen bu temel nitelik değişmeyecektir. Sonuçta 12 Eylül Referandumu da siyasetin konusudur ve burada özneler kendi çıkarları, hedefleri bakımından yerlerini almışlardır. Diğer maddelerde bu yer alışların niteliğini, üretilen siyasetlerin içeriğini, sonucun nelere yol açacağını, işçi-emekçi hareketinin siyasal öznelerinin neler yapması gerektiğini ortaya koymak gerekiyor.
2. ABD, AB vd. emperyalist güçler; kapitalizmin yapısından kaynaklanan krizlerini son 20 yılda yönetebilmiştir. Ancak, Latin Amerika ve Ortadoğu başta olmak üzere değişik bölge ve ülkelerde bu “yönetme başarısı”nı tehdit eden sınıf mücadeleleri ve bağımsızlık (yurtseverlik) dalgalanmaları söz konusudur. Emperyalizmin Kuzey Kore’yi hedef tahtasına oturttuğu Güney Asya’da Nepal, Hindistan üzerinden emperyalizmi zorlayan bir direniş geliştirmektedir. Bu noktada uluslararası sermayenin, kimi bölgelerde ABD ve AB’den bağımsız emperyalist yönelimleri olan ülkeleri hizaya çekme politikasını, Çin-Hindistan-Türkiye üzerinde yoğunlaştırdığı ortadadır. Ortadoğu ve Uzakdoğu’da bu ülkelerin konumu üzerinden biçimlendirilen bu politikanın özünü, kendi kaynaklarının daha çok piyasaya açılması yanında bölgelerindeki ekonomik ve ticari hareketleri ABD-AB emperyalizmin hedefleriyle örtüştürme oluşturmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de İkinci 12 Eylül’de dayatılan “Anayasa Referandumu”, ülkenin uluslararası piyasaya açılmasına engel olan anayasal engellerle bu engelleri korumaya yönelik karar veren Danıştay ve Yargıtay’ın etkisizleştirilmesi amacıyla yapılmıştır. Araya sıkıştırılan diğer maddelerin büyük çoğunluğu, yasalarda yapılacak değişikliklerle gerçekleştirilebilecek hükümler içerdiği halde, “özgürleşme” sosuyla bir parmak bal olarak halkın zayıflatılan belleğine çalınmıştır.
Amacı, içeriği ve biçimi bakımından başlı başına eleştiri konusu olan “Referandum” sonuçları açıklanır açıklanmaz, başbakanı tebrik edenlerin ABD ve AB sözcüleri olduğu dikkate alındığında, bu emperyalist güçlerin Türkiye’nin madenlerini ve ormanlarını daha kuralsız biçimde yağmalama, İstanbul’da Galata-Haydarpaşa tarihi kent dokusunu yok ederek ticari merkezlere dönüştürmeye (“kentsel dönüşüm planları” adı altında) benzer yıkımları her bölgede yaygınlaştırma, enerji yataklarını ve sularını tümüyle denetim altına alma ve burada uzatmak istemediğimiz birçok alana müdahale edebilmek için hemen kolları sıvadıkları görülmektedir. Türkiye burjuvazisinin sözcüsü konumunda olan TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON, TOBB başta olmak üzere medya kalemşorlarının açıklamaları da bu yöndedir. Bunların taleplerini gerçekleştirmek üzere ortaklaştıkları truva atı AKP, kurmayları aracılığıyla hemen “başkanlık sistemi” adı altında diktatoryal bir gücün zeminini yaratan “yeni anayasa” hazırlığını gündeme getirmiştir. Bunun böyle olacağına, “İkinci 12 Eylül’e de Hayır” diyen sol güçler, hep dikkat çekmekteydiler zaten.
Uzatmadan bu noktada “Referandum”un galibinin emperyalizm ve sermaye olduğu açıktır. Önümüzdeki süreci; sermaye sınıfı ve emperyalizmin saldırılarından giderek daha geniş kesimlerin darbe yiyeceği, ülke kaynaklarının yağmalandıkça azalacağı bu dönemdeki paylaşımdan kaynaklanacak yoksulluk, açlık ve işsizliğin “yönetilemeyeceği” koşullarda siyasallaşarak ayağa kalkacak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi belirleyecektir. Bu süreç, bugüne kadar olduğundan çok daha sert geçecektir.
3. Yukarıda özetlediğimiz referandumun amacı, içeriği ve “evet”in çıkmasını isteyen güçlerin niteliğine dair saptamadan sonra “Hayır” diyenlerin amacı ve niteliğine dair değerlendirmeyi de şöyle özetleyebiliriz. “İki madde dışında bu anayasa değişikliğine evet deriz” ile “Dokunulmazlıkları kaldırırsanız evet deriz” diyen CHP’nin, anayasa değişikliğinin yukarıda açıkladığımız özüyle ilgili bir çatışmasının olmadığı açıktır. “Cumhuriyet’in değerleri”nin on yıllar içinde önemli oranda tasfiye edildiği ülkede, kapitalizmin yeni konjonktürde “ulus-devlet”in engelleyici yanlarını budamasında en azından “sessiz” kalarak taraf olan CHP’nin, bir sermaye partisi kimliğiyle egemenler arası mücadele çerçevesinde “Hayır”ını belirlediği ortadaydı. Referandum sonrası AKP’ye uzlaşma çağrısı yapan Kılıçdaroğlu, bu siyasetin sınırlarının ne olduğunu belirtmiş oldu. Bir başka egemenler arası mücadelede rol almaya çalışan Türk-İslam sentezci MHP ise, AKP’nin muhafazakar-liberal ittifakını geleneksel sağ cepheyle genişletme manevralarını engellemek amacıyla “bölünme fobisi” çerçevesinde “Hayır” politikası güttüğü halde, etkilediği tabanı önemli ölçüde kaybetmiş görünüyor. SP, BBP çizgisinde MHP tabanı da önemli oranda AKP’ye yedeklenmiş oldu. Bu tablo, önümüzdeki sürecin renginin belirlenmesi bakımından ayrıca değerlendirilmesi gereken bir gerçekliği yansıtmaktadır.
Türkiye burjuvazisiyle emperyalizmin “evet” üzerinden amaçladıkları kuralsız yağma, sömürü ve “başkanlık sistemi” altında baskı kurma amacını deşifre edip “12 Eylül Anayasasına da AKP Anayasasına da Hayır” şiarı etrafında mücadele yürüten sosyalist güçlerin yarattığı enerji önemlidir. EMEP, Halkevleri, ÖDP ve TKP’nin oluşturduğu bu cepheye başka sol özneler de destek vermişlerdir. Nasıl bir anayasa amaçladıklarını toplumcu-demokratik içeriğiyle ortaya koyup ülkede acilen gerçekleştirilmesi gereken 10 temel talebi kitlelerin gündemine taşımaya çalışan bu cephe, en azından sosyalistlerin birlikte iş yapabildiklerini göstermiştir. İşçi-emekçilerle ilerici-aydın çevrelerde birleşik mücadele umudunun güçlenmesine zemin hazırlanmıştır. Etkisi zayıf olmakla
birlikte “Hayır” diyen % 42 üzerinde önümüzdeki sürecin gerektirdiği sınıfsal ve siyasal mücadelenin moral değerlerini yaratacak bir dinamizm söz konusudur. Bunun gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği ise ayrı bir konudur. Ancak, dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta referandum sonuçlarının sayısal analizinde ortalama 52 milyon seçmenden 21 milyonu evet demiş, 31 milyon ise “hayır” ile “boykot” ve referandumu “oyun” olarak görenlerden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu toplam, egemen güçleri tedirgin edecektir, sol bloğun ise siyaset alanını açacak bir olgudur.
4. Türkiye’de BDP’nin öncülüğünde yürütülen “Boykot Cephesi” ile sandığa başka nedenlerle gitmeyenlerin toplamı % 23 civarındadır. Türkiye’de genel seçimlerde ortalama % 15 civarında sandığa gidilmediği dikkate alındığında bu cephenin etki gücü ortadadır. Yalnız, Kürt özgürlük siyasetinin BDP’de cisimleşen tavrı, “Kürt sorunu”nun çözümüne dair Türkiye burjuvazisinin adım atmasını daha çok zorlayacak bir politik atmosfer yaratmıştır. Burada, dikkat çeken bir diğer önemli nokta ise, Diyarbakır merkezli Kürt burjuvazisinin “evet”ten yana tavrını koyarak, AKP’de cisimleşen Türkiye burjuvazisinin temel eğilimleriyle ortaklaştığıdır. Önümüzdeki süreçte AKP’nin “Kürt açılımı”, Kürt işçi ve yoksul köylülerin, kentli ilericilerin desteğiyle boykotta başarılı olan BDP çizgisinin etkisizleştirilerek, “evet”te birleşen Kürt burjuvazisi, feodal beylerle cemaat çevrelerinin ortaklaştığı bir çizgide geliştirilmeye çalışılacaktır. PKK ve BDP çizgisinin, Kürt illerinde inisiyatifi yitirmemek için geliştirmeye çalıştığı politikanın işaretleri, referandum öncesinde verilmiştir. AKP’nin ihtiyaç duyduğu “evet” desteğini MHP tabanı ve geleneksel sağı birleştirerek elde etmesine kadar, taleplerini AKP’yle pazarlık konusu yapmayı strateji olarak belirleyen BDP çizgisinin, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin talepleriyle örtüşmeden daha fazla sürdürülmesinin zorlaşacağı bir süreç gündemdedir.
Referandumda “Hayır Cephesi”nin, “Demokratik-Toplumcu Anayasa” çerçevesinde netleştiği bir siyasal kutuplaşma olsaydı, Kürt özgürlük siyasetinin “boykot” tavrı baştan yanlış olurdu. Bu hareketin kendi varlığını ortaya koyması bakımından böyle bir strateji belirlemesinin anlaşılır yanı olmakla birlikte, sonuç itibariyle “evet”in kazanması, Türkiye’nin geleceği, ülkede yaşayan tüm emekçilerin eşitlik ve özgürlüğü bakımından sermayenin, emperyalizmin işine yaramıştır. Öcalan’ın Akşam gazetesinde yayımlanan “AKP’ye yeni bir fırsat tanıdık” mealindeki açıklaması da bu saptamamızı teyit etmektedir.
Burada, “boykot”un ne zaman ve nasıl hayata geçirileceği konusunda Bolşevikler başta olmak üzere Dünya Devrimci Hareketinin değişik öznelerince edinilmiş deneyimler söz konusudur. Temel ölçütlerden biri, devrimci durumun olgunlaşmasıyla ilgilidir ve o koşullarda geniş kitlelerin düzenden kopuşunu, iktidara yürüyüşünü hedefleyen bir strateji niteliği taşımasıdır. Bu çerçevede, Türkiye’deki kimi sol, sosyalist örgütlerin BDP güdümünde “boykot” demelerinin, Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktür nedeniyle devrimci siyaset açısından anlamlı bir gerekçesi yoktur. “UKTH doğrultusunda enternasyonalist bir dayanışma” olarak değerlendirilmesi ise, “boykot” kararının içeriği ve pratikte üretilen siyasetin niteliği bakımından yanlışlık taşıdığı gibi (BDP’nin üç madde ileri sürüp AKP’nin bunu kabul etmesi karşısında evet diyeceğini belirtmesi vd. nedenler) sosyalizm mücadelesinin zemini olan ülkenin bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin artmasıyla işçi-emekçilerin eşitlik ve özgürlük mücadelesine vuracağı büyük darbeyi öngörmemesi bakımından da savunulur bir yanı yoktur.
5. Birinci 12 Eylül’le daha bir bulanık hale getirilen ideolojiler alanı, İkinci 12 Eylül’le dinsel ideolojilerin egemen kılındığı bir toplumsal kuşatmayı dayatacaktır. Bu süreçte “yetmez ama evet”çilerin özgürlük alanlarını nasıl belirleyecekleri “merak” konusudur tabii. (Bu noktada, gerek kavram olarak gerekse siyaset olarak solda görülen DSİP, EDP gibi partilerin, aslında solla hiçbir ilişkisinin olmadığının altı çizilmelidir. Bunlar burjuva kampının yeni liberalleridir.) Sanayi ve ticaretin odaklandığı büyük kentler başta olmak üzere ülkenin birçok bölgesinde yeni işçi ve emekçi yataklarını, tarikat-cemaat-sadaka üçgeninde sermayenin kölesi haline getirme politikasıyla, ülkenin kaynaklarının daralması, sömürünün daha da azgınlaşması karşısında ayağa kalkma yoluna gireceklerin çatışması önemlidir. Türkiye’de sosyalist solun etkisinden uzakta duran bu alanlara hızla yönelmesi, örgütlü mücadeleyi siyasal güce dönüştürmesi şarttır. Emperyalizm ve sermayenin AKP üzerinden yoksullara, işsizlere, emekçilere yönelik kurmaya çalıştığı hegemonyayı kıracak önemli bir başka alan ise tarımı, üretimi çökertilmiş kırsaldaki HES’ler, orman talanları, toprakların satımı başta olmak üzere yeni gerilim yaratan politikalara karşı kır emekçileri hareketinin örgütlenmesidir. Son on yıldır kimi bölgelerde etkili olan “çiftçi sendikaları”nın güçlendirilmesi başta olmak üzere yoksul köylü önderliklerinin oluşmasına zemin hazırlanmalıdır.
Türkiye işçi-emekçi hareketinin siyasal ve demokratik kitle örgütlerinin ilişkileri daha sağlam zeminde yeniden örülerek, on yıllardır toplumun dokusuna işleyen “bölünme korkusu”, “etnik çatışma” tehlikesini bertaraf edecek biçimde Kürt özgürlük hareketinin ayrık konumundan çıkartılarak “ortak ülke”nin eşit ve özgür yurttaşları olarak yaşama talebini geniş kitlelerin benimseyeceği yöntemlerle hayata geçirmek gerekiyor. Bu çerçevede, özellikle kıyı kentlerinde gelişen “Kürt düşmanlığı”nın önüne geçecek birleştirici siyasetin güçlenmesi için BDP çizgisinin de “Türkiyelilik” paydasını öne çıkartması elzemdir.