Linç. Çağdaş hukuk anlayışının olmadığı ve işlemediği yerde ortaya sürülen ya da çıkan bir tepki biçimidir. Linç eden, linçe yöneldiği kişi/grup arasında hiçbir köprü kurma, empati yapma gereği duymaz. Çünkü koşullanmışlığı, edindiği eğitim bunu gerektirir. Gerici, ırkçı, faşist sömürü düzeni kendi hukuksuzluğunu, işkencelerini az bulduğu yerde sokağı manipüle etmiş, koşullandırmıştır. Linç edileni ruhsal çöküntüye sürüklemek […]
Linç. Çağdaş hukuk anlayışının olmadığı ve işlemediği yerde ortaya sürülen ya da çıkan bir tepki biçimidir. Linç eden, linçe yöneldiği kişi/grup arasında hiçbir köprü kurma, empati yapma gereği duymaz. Çünkü koşullanmışlığı, edindiği eğitim bunu gerektirir. Gerici, ırkçı, faşist sömürü düzeni kendi hukuksuzluğunu, işkencelerini az bulduğu yerde sokağı manipüle etmiş, koşullandırmıştır. Linç edileni ruhsal çöküntüye sürüklemek için de “bak sana halk da tepki gösteriyor” demeye başlar olmuştur.
Koşullanmışlık bir bakıma düşünen beyne, gören göze perde indirilmesi gibi bir şeydir. İleriye yönelik düşünme kaybolup, buna bağlı olarak mantık sistemi çökmüştür. Ortak toplumsal çıkarlara sarılmak yerine egemen gerici; gerici olduğu kadar da sömürücülerin çıkarlarına hizmet eden bir anlayış sokakta işlemeye başlamıştır. Hukuk ve adalet anlayışının insana yabancılaştığı yozlaştığı yerde linç kültürü boy vermeye başlamıştır.
“Linç”in kavram olarak ABD’li zengin köle sahibi Albay Charles Lynch’in soyadından geldiği bilinmektedir. Lynch, dilimizde söyleniş tarzıyla linç. Albay Charles sahibi olduğu kölelere karşı aleni olarak vahşi işkenceler uyguluyordu. Köleliğin kaldırılmasından sonra da siyahların haklarına sahip çıkmalarını baskı altında tutmak için siyahlara yönelik linç saldırıları devam etti. Gazetelerde her gün linç edilen siyahlara ilişkin haberler yer almaktaydı. Amerikan basını linçleri yerinde bir eylem olarak gösteren bir yayın politikası izlemiş, devletin yargı ve güvenlik mensupları da linçleri meşru gören bir tavır takınmışlardır. Sonraki süreçte tekelci sermaye birikiminin azgınlaştığı 19. yüzyıl sonundan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar linçler ezilen sınıftan siyah beyaz herkese yönelmeye başlamıştır. 1924 yılında bir Fransız dergisinde Amerika’daki linçlere ilişkin şu bilgiler yer alıyordu:” 1889-1919 arasında, aralarında 51 kadın ve kızla on Büyük Savaş askerlerinin de bulunduğu 2600 siyah linç edildi. Linç edilenlere yöneltilen suçlamaların bazısı ise şöyledir.’ Biri için devrimci yayın dağıtmak; biri için linçe karşı görüşlerini sıkça dillendirmek; biri için de siyahların davasının önderi olmak vardı. Ayrıca 30 yılda 11’i kadın olmak üzere 708 beyaz linç edildi. Bazıları grev düzenledikleri için, bazıları da siyahların davasını savunduklarından.”
Linçlere karşı mücadele eden Ida B. Wells Barnett adlı yazar 1901 yılında Independent Dergisi’nde yayınlanan makalesinde bazı linç nedenlerini şöyle sıralıyor: “beyaz bir kadına hakaret etmek”, “trene zarar vermek”, “hayvan çalmak”, “yangın çıkarma şüphesi”, “şahitlik yapmak”, “kimlik yanlışlığı”, “hakaret”, “tutuklanmaya direnmek”, “kışkırtıcı üslüp kullanmak”, “hırsızlık”, “çevrede sevilmemek”…
Linç uygulamaları böylelikle devletin ve basının manipülasyonuyla uzun yıllar devam etmiş; saldırı köle sahibinin kölesine uyguladığı şiddetten öteye ilerleyerek ezenlerin ezilenlere karşı şiddet yöntemlerinden biri haline gelmiştir.
İslam Cumhuriyeti İran’da ise bilebildiğimiz kadarıyla kadına karşı uygulanan recm aslında bir tür linç olayıdır. Daha başka ülkelerde egemen sınıflar burjuva anlamda çağdaş ve demokratik hukuk kuralları dışında kişi/kişilere yönelik linç denilebilecek cezalandırma biçimini meşru göstererek uygulamaktadır.
Ülkemizin baskıcı faşist yönetim tarzı linç kültürünü son yıllarda iyice açığa çıkarmıştır. Yakın tarihimizde 6-7 Eylül olayları diye bilinen yağma ve terör unutulmayacak linçlerden biridir. Daha yakın tarihimizde ise 1993 Madımak yangını da unutulmayacak önemli bir linç olayıdır. Bugün ise linç yaygın diyebileceğimiz bir saldırı tarzıdır. Neden denilirse arkasında devlet ve devlete borazanlık yapan basın kuruluşları vardır. Linçlerin Madımak’tan bugüne devam etmesi ise bu tarz olayların olmasının hep “münferit”, “spontane” olaylar şekilde gösterilip üstünün kapatılmasından dolayıdır. Madımak’a yapılan saldırı ve öncesi hepimizin beyninde tüm canlılığıyla durmaktadır. Olay ne müferit ne spontanedir. Basını, imamı, camisi, karakolu ve valisiyle olacak her şeyi biliyordu. Yani bir örgüt aranıyorsa işin içinde devletten organize bir başka örgüt yoktu. Sonraki süreçte Trabzon’dan başlayarak ülkemizin dört bir yanında devrimcilere, Kürtlere yönelik linç saldırılarından sanat adamları da nasibini almaya başladı.
Tophane’deki sanat galerilerine yapılan saldırılarının konuşulduğu şu günlerde Topkapı Sarayı bahçesinde İdil Biret konserine yönelik saldırı neredeyse hiç akıllara getirilmiyor ve getirilmek istenmiyor. Ya da sanat galerilerine yapılan saldırı “içki içiliyor”, “kaldırım kapatılıyor”, “mahallelinin hassasiyeti” gibi nedenlerle lokalize edilmeye çalışılıyor. Zaten sorunun görülmeyen tarafı da bu noktadır. Lokalize etmek süreç içinde unutulmaya bırakmaktır.
Aslında öz olarak bakıldığında sanat galerilerine, içkili ortamlara yapılan linç saldırıları ile Kürtlere, devrimcilere yönelik linç saldırıları özünde aynı mantık ve bakış açısının ürünüdür. Bir linç olayını “halkın hassasiyeti”, “…nedenlerle yapılmış” , “bir kaşık suda fırtına koparmamak” gibi geçiştirici nedenlerle soğutmak, faşizmin kendine kitle tabanı oluşturma anlayışını savsaklamaktan başka bir işe yaramaz.
Trabzon’da TAYAD’lılara polis destekli linç saldırısında hatırlanacağı gibi linç edenler değil, linçe uğrayanlar gözaltına alınıp tutuklandı. Bozüyük’te, Balıkesir’de, Eskişehir’de, Edirne’de, Sakarya’da, İstanbul’da da linçe uğrayan yurtsever Kürtler ve devrimciler gözaltına alındı, yargılandı. Linçi gerçekleştirenler ise ellerindeki sopaları sallayarak bir dahaki sefer gerçekleşecek linç için aramıza karıştılar. Devlet her linç olayında olduğu son linç olayının da üstünü bir şekilde kapatma derdinde. Sanat galerisi sahiplerinin bu konudaki açıklamalarının, uzlaşma eğilimli tavırları linç kültürü ile hesaplaşmayı, devletin bu konudaki tutumuna karşı mücadeleyi geliştirmeyi savunmayı ortadan kaldırmaz. Kaldı ki, saldırıya uğrayanlar bunun örgütlü, hazırlıklı bir saldırı olduğunu bağıra bağıra söylüyorlar. Adı sosyolojik anlamda ister mahalle, ister kasaba baskısı olsun gerek devlet, gerekse medya olayın kendisini bir kenara bırakıp, mahalleden insanları konuşturarak meseleyi çarpıtmakla uğraşmaktadır. Galeri Apel’den Nuran Terzioğlu 23 Eylül’deki Cumhuriyet gazetesinde “… Bu yargısız infaz, çığ gibi büyüyebilecek bir olay. Bir an önce suçluların ortaya çıkarılması gerek” demekte. Olaya tekil boyutta objektif bakabilenler bile bunun hazırlıklı bir saldırı olduğunu bağıra bağıra dillendirmekte. Bunun ötesinde yerel yönetim-polis-devlet-medya işbirliğinin son olayı diğerlerinden kopararak kamuoyunu bir kez daha yanıltma çabaları yeni linçlerin ortaya çıkmasını kolaylaştıracaktır. Yani Tophane’deki galeri baskınları münferit değildir. İkincisi örgütsüz değildir. Üçüncüsü ülkemizde devletin sosyal-siyasal politikalarının bir ürünüdür. Dördüncüsü Tophane’deki olay ile 6-7 Eylül Olayları, Madımak’ta aydınların yakılması, Trabzon’da TAYAD’lılara, Bozhüyük’te Kürtlere, Topkapı Sarayı bahçesinde konsere katılanlara yapılan linç birbirinden bağımsız değildir.