Stewart Parker’ın, “The Last Soviet Republic” (“Son Sovyet Cumhuriyeti”) adlı Kitabı’na Özet Bir Bakış Eski ABD dışişleri bakanı Condolezza Rice’ın 2008’de bir demeç vererek Beyaz Rusya’nın demokratik bir seçimle seçilmiş başkanı Alexander Lukashenko’yu “Avrupa’nın son diktatörü” ilân etmesiyle, bu asil ülkenin görüntüsü ve itibarı, aşırı tutucu tutum takınan hakimgörüşçü medya tarafından kirletildi. Buradaki ironi, Beyaz […]
Eski ABD dışişleri bakanı Condolezza Rice’ın 2008’de bir demeç vererek Beyaz Rusya’nın demokratik bir seçimle seçilmiş başkanı Alexander Lukashenko’yu “Avrupa’nın son diktatörü” ilân etmesiyle, bu asil ülkenin görüntüsü ve itibarı, aşırı tutucu tutum takınan hakimgörüşçü medya tarafından kirletildi.
Buradaki ironi, Beyaz Rusya’nın gerçekten de, diktatörlükteki eşitsizliklerle derinden tanışmış olmasıdır. Beyaz Rusya, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi mezalimini diğer ülkelerin hepsinden çok daha fazla yaşamıştır. Buna rağmen, Beyaz Rusya, yüzyıllardan beri Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların yan yana yaşadıkları çok kültürlü bir ülke olmuştur. Beyaz Rusya’nın kültürel ve dinî farklılıklara gösterdiği bu derin tolerans bugün de hâlâ sürmektedir. Buna rağmen Avrupa Birliği, İsrail ve ABD, Beyaz Rusya Cumhuriyeti hakkında çirkin yalanlar söylemekten ve yanlış bilgiler yaymaktan asla vazgeçmiyorlar.
Fidel Castro’nun, Alexander Lukashenko’yu, Küba halkının dostlarına verilen en yüksek şeref ödülü Jose Marti nişanıyla onurlandırmasına rağmen Beyaz Rusya’nın, genelde alternatif ve sol-kanat medyada az yer bulması oldukça şaşırtıcı. Venezüela başkanı Hugo Chavez, son zamanlarda Beyaz Rusya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, bu ülkedeki sosyalist gelişmenin, Venezüella’nın da örnek alması gereken bir model olduğunu belirterek Belarus’u övdü. Ancak bu ülke ve onun “tartışmalı” lideri hakkında yazılan makale ve kitap sayısı çok kıt. Bu boşluğu dolduran bir istisna, Stewart Parker’ın Beyaz Rusya ve özellikle Alexander Lukashenko’nun yürüttüğü politikalar üzerine yazdığı ve yayımladığı açık ve öğretici kitabı. Bu büyüleyici ülkeyi merak eden okuyucular için Parker’ın, “The Last Soviet Republic: Alexander Lukashenko’s Belarus” (2007) (Son Sovyet Cumhuriyeti: Alexander Lukashenko’nun Beyaz Rusya’sı) (2007) kitabı, Avrupa Birliği ve ABD’den dünyaya yayılan ve Beyaz Rusya hakkındaki “insan hakları ihlâlleri” ve “demokrasi yokluğu” yolundaki yalanların, ithamların ve çarpıtmaların, göz alıcı ve zekîce ortaya dökülmesi. Makalenin bundan sonraki kısmı, bu değerli çalışmanın bir özeti ve değerlendirilmesinden ibaret.
Alexander Lukashenko, 1994’te büyük ekseriyetle kazandığı bir seçim zaferi sonucu iktidara geldi. SSCB döneminde kolektif bir çiftliğin eski bir müdürü olarak görev yapmaktayken, Sovyetler Birliği’nin 1990’daki çöküşüne karşı olan birkaç Beyaz Rusyalı politikacıdan biriydi. Belaruslu lider, SSCB’nin çürümesine karşı, sürekli, sözünü sakınmayan bir eleştirmen olmuşsa da, Marksizm-Leninizm’e sadık kaldı ve Boris Yeltsin ve takipçileri tarafından yapılmak istenen ve sınır tanımayan özelleştirmelere karşı durdu. Lukashenko, Sovyet rejiminin son yıllarında, SSCB’nin en yüksek Sovyet’inde üyeyken, ‘Demokrasi için Komünistler’ adıyla bir grup kurdu. Lukashenko, SSCB’deki temel problemin demokratik katılımdaki düşme ve iktidardaki egemen bürokrasinin asalaklığı ve çürümesi olduğunu iddia ediyordu. Lukashenko, aynı zamanda, SSCB’yi oluşturan Cumhuriyetler için de daha fazla otonomiyi savunmaktaydı.
Beyaz Rusya, eğitimde ve bilimde ulaştığı yüksek konumla hep en ileri Sovyet Cumhuriyeti olagelmiştir. SSCB’nin diğer cumhuriyetlerindeki ekonomik durgunluk ve artan çürümeye rağmen, Beyaz Rusya’nın devlet plânlamacılığı, tüm Brejnev dönemi boyunca Beyaz Rusya ekonomik büyümesinde sürekli etkileyici sonuçlar elde edilmesini sağlamıştır. 1993’te Lukashenko, ‘yolsuzluk-karşıtı komite’ diye adlandırılan bir komitenin başına getirilmiştir. SSCB’nin çökmesinden bu yana tekrarlanıp duran sayısız söylentilerden yalnızca biri, Sovyet halkının çoğunluğunun serbest pazar kapitalizmini istediği yollu söylentidir. Bu, Beyaz Rusya Sovyet Cumhuriyeti için kesinlikle doğru değildi. Alexander Lukashenko’ya Beyaz Rusya halkı nezdinde saygı ve güven kazandıran şey, Sovyet değerlerini savunmasının yanında SSCB Komünist Partisi’ni ve Sovyet rejiminin aygıtlarını sözünü sakınmadan eleştirmesidir de. 1994’te Lukashenko, oyların yüzde 80’den fazlasını alarak Beyaz Rusya başkanı seçildi.
Sovyet sonrası karmaşa döneminde, Beyaz Rusya için bir yer bulmak, genç başkan için güç bir görevdi. İlk problemlerden biri ulusal bayrağı saptamak olacaktı. Milliyetçi bir parti olan BPF, 1918’de Alman İmparatorluğu’nun yönetiminde bir kukla rejim olan Litvanya’daki Grand Dutchy’nin beyaz-kırmızı-beyaz renklerinden oluşan bayrağını yenileyerek kullanmak istiyordu. Bu bayrak aynı zamanda II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Wehrmacht’ı ile işbirliği yapanlar tarafından da kullanılmıştı. Halk sonunda Sovyet bayrağının orak ve çekicinin çıkarılarak kullanılmasında karar kıldı. Daha sonra, Radio Free Europe (Özgür Avrupa Radyosu – ABD, CIA destekli radyo), Nazi işbirliği bayrağının terkedilmesini, ‘demokratik güçlere ağır darbe vuruldu’ feryatlarıyla duyurdu.
SSCB’nin çökmesi ve Lukashenko’nun yükselip iktidara gelmesi arasındaki dış müdahale yıllarında ülkeden dışarıya 15 milyar doların üzerinde para pompalandı. Fiyat-kontrollerinin kaldırılması ve özelleştirmeler, enflasyonun gittikçe yükselmesine ve fiyatlarda 432 kattan fazla artışlara neden oldu. Sovyet ekonomisinin yerini mafya gangsterleri alıyordu. Batı ‘özgürlüğü’ ve ‘demokrasisi’ darbelerini indirmekle meşguldü!
Bir dizi referandum sonucu, Lukashenko, Beyaz Rusya’yı, Doğu Avrupa’nın en refah içindeki ve en az yolsuzluk olan ülkesi yapan bir demokratik toplumsal programı yürürlüğe koymayı başardı. Tıpkı Venezüella’da olduğu gibi, referandumla kararlaştırılıp anayasaya konan bir maddeyle, Beyaz Rusya halkı, isterse, başkanlarını sınırsız tekrar seçme hakkına sahip oluyordu. Beyaz Rusya’da endüstrinin yüzde 80’den fazlası hâlâ kamu mülkiyetinde. 1996’da ülkedeki işsizlik oranı yüzde 4’lerde idi. O zamandan beri Lukashenko hükümeti bu oranı yüzde 1’in biraz üzerine düşürdü. Dünyadaki en düşük işsizlik oranlarından biridir bu. 2004’te endüstriyel çıktı yüzde 9.7 oranında yükseldi. Lukashenko iktidara geldiğinden beri ücretler her yıl belirgin bir biçimde artmakta.
Sosyalist Beyaz Rusya’da ekonomik büyüme çok etkileyici. Dünya Bankası ve IMF bile, bu itiraz edilemez gerçeği kabul etmek zorunda kaldı. Dünya Bankası, Haziran 2005’te, ‘Beyaz Rusya: Fırsatlara Açılan Pencere’ başlıklı bir rapor yayımlayarak Beyaz Rusya ekonomisinin istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü itiraf ederken, IMF de, Beyaz Rusya’da ücretlerin belirgin şekilde artışına devlet borçlarının seviyesinin düşüklüğünün eşlik ettiğini itiraf ediyordu. Beyaz Rusya için bu iyi haber, Lukashenko’nun 1999’da Rus Duma’sında konuşurken, ‘bir sürü dolandırıcı’ dediği IMF ve Dünya Bankası için kötü haber oluyordu doğal olarak.
Zenginin daha zenginleştiği, yoksulun daha yoksullaştığı bir dünyada, Belarus sosyalist ekonomisi, ekonominin kapitalist yönde işlemesinin zorunlu olmadığı yönünde gerçekten örnek oluyor ve umut veriyor. İtalyan istatistikçi Corrado Gini tarafından geliştirilen sistemdeki Gini katsayısına göre yapılan derecelendirmede, Beyaz Rusya, dünyada gelir dağılımı en eşit ülkeler sıralamasında en başta gelmektedir.
Beyaz Rusya için 1995’teki Gini katsayısı 0.217 idi. Bu rakam 113 ülke arasında katsayısı en düşük ülkedir. Beyaz Rusya’da en yüksek ücret, en düşük ücretten yalnızca beş kat fazladır. Bu da deme
k oluyor ki, ABD ve Avrupa’da duyduğumuz ‘şirket açgözlülüğü-hırsı’ kavramı, Beyaz Rusya Cumhuriyeti için gerçekten geçerli değil.
Belarus, eğitimde de en üst sırada. Beyaz Rusya’da yetişkin okur-yazarlığı yüzde 99.7 oranı ile CIS ülkeleri arasında en yüksek rakamda. Bunun nedeni, Beyaz Rusya’nın eğitime, ülkelerin çoğundan daha fazla para harcamasında yatıyor. Beyaz Rusya devlet bütçesinin yüzde 10’undan fazlası eğitime ayrılmaktadır. Bu rakam, tüm diğer CIS ülkelerini, ABD’yi ve Avrupa devletlerinin çoğunu geride bırakmaktadır.
Sosyal güvenlik sisteminin, sistematik olarak finansal oligarşileri ayakta tutmak için sömürüldüğü Batı ‘demokrasileri’nin aksine, Beyaz Rusya’da erkekler 60, kadınlar 55 yaşında, bütün emeklilik kazanımlarıyla beraber emekli olmaktadırlar.
Söylemeye gerek yok, AB ve ABD’deki sınıflandırmalardaki tavır, başka bir deyişle kendi-kendilerini ‘uluslararası toplum’ ilân edenlerin terminolojilerinin yönü, Beyaz Rusya’nın ‘demokrasi’ olmadığı şeklindedir. Avrupalı ve ABD’li elitlerin Beyaz Rusya’ya olan bu düşmanlığını, medya çok sayıda ve etkileyici yalan haberler yayarak desteklemektedir. 2005’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 60. toplantısında, Başkan Lukashenko, ABD’nin ‘insan hakları’ takıntısını şu şekilde ortaya koydu:
“İçişlerimize müdahale etmek için hiçbir bahane bulunamazsa, bu bahaneler hayalî olarak yaratılmaktadır. Bunun için çok uygun bir manşet seçilmiştir: demokrasi ve insan hakları. Bu da orijinal tanımlarında olduğu gibi halkın idaresi ve insan onurunun korunması yönünde değil, yalnızca ve açık açık ABD’nin hakimiyetinin vurgulanması için yapılmaktadır.”
2000’de, Başkan Clinton, ABD’nin ‘insan hakları yorumunu’ kabul ettirmek üzere Michael Kozak’ı Beyaz Rusya’ya göndermiştir. Kozak, 1970’lerde İran/Kontra skandalı sırasında sivrilmişti. Nikaragua’daki kontra teröristleriyle onlara kokain karşılığında silah satışını örgütleyenler arasında aracı rol oynamıştı. CIA bu kokaini Los Angeles sokaklarında dolaşan yoksul Amerikalılara satacak sonra da aynı yoksulları ‘narkotik madde bulundurma’ suçundan hapse atacaktı. Yoksul insanlar uyuşturucu suçu işledikleri iddiasıyla mahkûm oldukları ABD hapisanelerinde askerî üniforma dikmeye zorlanırken, Panama’nın uyuşturucu-kaçakçısı ve diktatörü olan ve ipleri Washington’un elinde olan Noriega’yla teması sürdüren Kozak’tı. Clinton, Kozak’ın demokrasi ehliyetine derinden güven duyuyordu çünkü bizzat Clinton’ın kendisi CIA operasyonlarının yönetildiği Arkansas eyaletinde valilik görevinde bulunmaktaydı. ABD’nin fon sağladığı Nikaragua’daki terörist kontra saldırılarında, çoğu sivil 30 binden fazla insan katledildi. Aynı şekilde, sosyalist Beyaz Rusya’da da, Amerikan tipi ‘demokrasiyi’ yaymak için en mükemmel ehliyete sahip kişi Kozak’tan başkası olamazdı.
Clinton’ın, uyuşturucu-karşılığında-silah satan ve teröristleri kullanan eski adamı, şimdinin ‘demokrasi-yanlısı’ maske takmış ABD diplomatı Michael Kozak, ABD büyükelçisi olarak Beyaz Rusya başkenti Minsk’e geldiğinde, Avrupalı meslektaşlarıyla temasa geçmekte vakit kaybetmedi. Hemen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nü (OSCE) temsil eden meslektaşı Hans Georg Wieck’le temasa geçti. Wieck, Washington ve Brüksel çıkarı için görev yapmak üzere Beyaz Rusya içinde uygun görülen ‘muhalifleri’ eğitmek amacıyla, Kozak’la çok yakın ilişki içine girdi.
2001 başkanlık seçimlerinde Lukashenko büyük ekseriyetle yeniden zafer kazanırken, OSCE (Avrupa Güvenliği ve İşbirliği Örgütü), iddialarını doğrulayacak en ufak bir delil gösteremeden seçimlerin adil yapılmadığı iddiasıyla ortaya çıktı.
New York’ta 11 Eylül saldırılarının ardından ABD, ‘teröre karşı küresel savaş’ söyleminin arkasında yatan itici güdüsünü açığa vurdu. Senatör John McCain şöyle diyordu:
“ABD ve Rusya’nın stratejik bir ortaklık içinde yanyana olduğu ve ABD’nin, sürmekte olan ve kendisini tehdit eden kanunsuz rejimleri bitirme konusunda bu kadar ciddî ve kararlı olduğu bir dünyada, Alexander Lukashenko’nun Beyaz Rusya’sı çok yaşayamaz… 11 Eylül, Belarus’un bizim ulusal güvenliğimizi tehdit eden durumuna gözlerimizi açtı.”
McCain, Beyaz Rusya’nın ABD’nin itaatsiz kuklası diktatör Saddam Hüseyin’e silah sattığını iddia ediyordu. Ama bu iddia Başkan Lukashenko tarafından yalanlanmıştır. Burada, ABD’nin, yıllarca kendisinin işlediği suçlarla (Irak diktatörüne bizzat kendisinin silah satması gibi) diğer ülkeleri itham etmesini görüyoruz. Fakat Lukashenko’nun işlediği esas suç, uyguladığı ilerici toplumsal politikalarla, ABD küresel oligarşisinin finansal çıkarlarının saldırısıyla boğulan diğer ülkeler için kötü örnek oluşturmasıdır. Burada, ABD ‘ulusal güvenliği’ demek, finansal elitin güvenliği demektir ve ‘teröre karşı küresel savaş’ da özgürlüğe karşı küresel savaş anlamına gelmektedir.
Fakat ABD, kumarhane kapitalizmine direnecek cesareti gösterebilecek her ülkeye karşı küresel terör kampanyası başlatmakta kararlıydı. Belarus ve Lukashenko’nun kendisi, IMF ve Dünya Bankası’na karşı geldikleri için ağır bedel ödeyeceklerdi. 2004’te ABD, faaliyetlerini ilerleterek, Beyaz Rusya’ya yaptırımlar getiren ve Belarus’ta ‘demokrasi-yanlısı gruplara’ fon sağlayan Belarus Demokrasi Kanunu’nu geçirdi. Bugün Belarus’ta muhalif grupların çoğu, ABD hükümeti tarafından ve ABD’li vergi ödeyenleri sıkıntıya sokma pahasına toplanan vergilerle, fonlandırılmaktadır. 2006’daki ‘blucin devrimi’ de, Lukashenko hükümetini devirerek yerine ABD-yanlısı bir rejim getirmek amacıyla muhalefeti ayağa kaldırmak isteyen CIA tarafından fonlanan bir girişimdir ve bu ‘blucin devrimi’ sırasında, CIA’nın sağladığı fon miktarı zirvesine ulaşmıştır. Ancak Belarus, diğer komşu Doğu Avrupa ülkeleri gibi ABD’nin oltasına takılmadı ve Lukashenko yönetimde kaldı.
‘Blucin devrimi’ başarısızlığa uğrayınca, AB, Lukashenko ve 30 bakanına seyahat yasağı getirdi ve AB’nin herhangi bir yerine gitmelerini engelledi. Bu, Avrupa Birliği elitlerinin, Belarus halk demokrasisi karşısında duydukları kaygının derecesini göstermektedir.
Stewart Parker, kitabında, ABD ve Avrupa’daki ABD uzantısı devletlerin, Belarus’un içişlerine, ne ölçüde sistematik anti-demokratik müdahale dayattıklarını açık bir şekilde gözler önüne seren birkaç keskin örnek vermektedir. Sosyalist Belarus’da ‘totaliter’ olan şey, gerçekte Belarus devleti olmayıp, AB ve ABD’nin sözde demokratik otoriteleri tarafından çizilen sahte Belarus portresidir.
Hakimgörüşçü medya tarafından yürütülen maskaralıklarla yapılan saldırılar tüm cephelerden gelmektedir. Ülkede gittikçe zenginleşen Yahudi topluluğu bunun farkında olmasa da, Lukashenko anti-semitizm’le de suçlanmaktadır. Gerçekte, Belarus Hahambaşı’sı, Belarus Başkanı’nı, Yahudi toplumuna verdiği destekten dolayı övgüyle karşılasa da, AB, ABD ve İsrail, Lukashenko’nun anti-semitik ve ‘özgür medya’ya karşı olduğunda ısrar etmektedir.
Belarus hükümeti, interneti sansürlemekle ve medyayı kontrol etmekle de suçlanmaktadır. Arkası kesilmeyen yalanlar! 2006’nın ‘şüpheli’ seçiminden sonra Open Net Initiative, Internet’in sansür edildiği iddialarının doğru olup olmadığını araştırmak üzere bir çalışma yaptı. “İnternet’e sistemli ve etraflı olarak bir müdahalenin yapıldığına dair hiçbir delil bulunamadı. Haklı olarak her rejim tarafından gizli yürütülebilecek oynamalar olabilir, bunlar girişi bozabilir, fakat alternatif bilgi bağları tümden kesinli
kle kapatılmamıştır.”
Belarus başkanına diğer bir iftira da Rusya’nın ‘özgür medya’sından gelmiştir. Dr. Marcus Zeiner, 1995’te, Alman Handelsblatt gazetesi için Lukashenko ile bir röportaj yapmıştır. Dr. Martin Zeiner ile görüşme, diğer dillere, zekîce çarpıtmalarla, yanlış ve Hitler’e olumlu referanslar içerecek şekilde çevrilmiştir. Sonradan, görüşen kişinin bizzat kendisi tarafından da, çarpıtma ve yanlışların kasten yapıldığı doğrulanmıştır. Görüşmeci aynen şöyle demiştir: “görüşmenin kayda alınan bir bölümü olduğu gibi çıkarıldı ve bir dizi cümle de tamamen değiştirildi.” BBC, şirket yanlısı medyanın, yalan imparatorluklarını tehdit eden ve halk liderlerinin politikaları karşısındaki çaresizliğini kanıtlamaya hizmet eden Lukashenko hakkındaki bu yalanı, yaymayı sürdürmektedir.
Stewart Parker’ın kitabı ‘Son Sovyet Cumhuriyeti’, burjuvazi medyasının bizim bilmemizi istemediği bir ülke ve lideri hakkında, okunması zorunlu bir kılavuz kitap. Bildiğim kadarıyla, yalnızca anti-sosyalist propaganda için kötü amaçlı fırsatlar doğduğunda dikkat çeken bir ülke olan Belarus hakkında yapılmış tek kapsamlı çalışma. Avrupa’nın geçmişindeki faşist güçleri, ve bugün ‘insan hakları’, ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ adına yeniden ortaya çıkan aynı faşist güçleri, yenilgiye uğratmak için haddinden fazla fedakârlık yapmış bu cesur, küçük ülkeden öğreneceğimiz çok şey var. Finansal elit ideolojisinin egemenliği altındaki bir dünyada, sıradan erkek ve kadınların haklarını savunmak için ortaya çıkanlar, acımasızca mağlup ediliyorlar. Alexander Lukashenko, demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri, dimdik ayakta savunduğu için, şirketler yanlısı medya tarafından ‘diktatör’ ilân edilmektedir.
[Global Research’teki İngilizce orijinalinden Hatice Aksoy tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]