12 Eylül’e yaklaşan her gün referandum gündemini çok daha yoğunlaştırıyor. Sürecin başında siyasetçiler arasında bir dalaş olarak algılanan gündem artık her geçen gün toplumun her düzeyinde bir saflaşma nedeni haline geliyor, daha doğrusu var olan saflaşmaya yeni argümanlar eklenmesini sağlıyor. Gerek saflaşmanın kendisi gerekse de bu saflaşmaya eklenen “yeni” argümanların sınıf mücadelesinin ana ekseninden kaynaklandığını […]
12 Eylül’e yaklaşan her gün referandum gündemini çok daha yoğunlaştırıyor. Sürecin başında siyasetçiler arasında bir dalaş olarak algılanan gündem artık her geçen gün toplumun her düzeyinde bir saflaşma nedeni haline geliyor, daha doğrusu var olan saflaşmaya yeni argümanlar eklenmesini sağlıyor. Gerek saflaşmanın kendisi gerekse de bu saflaşmaya eklenen “yeni” argümanların sınıf mücadelesinin ana ekseninden kaynaklandığını söylemek imkansız. Egemenler arası dalaşı “kısmen çözme” amacıyla birlikte, yeni dönem liberal politikaların ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri “kısmen giderme” amacı taşıyan anayasa paketi halkı araç olarak kullanarak yasalaştırılmaya çalışılıyor. Kendi aralarında (TBMM’de) çözemedikleri için halkı aracı hale getirmeye çalışıyorlar.
Halka sormak en son tercihleriydi çünkü hiçbir biçimde istemeyecekleri “farklı bir siyasallaşma” süreci oluşabilirdi. Halkın bu sürece müdahale ederek krizi derinleştirmesi ve sınıf mücadelesi ekseninde “yeni” siyasal-ekonomik-sosyal talepler ileri sürmesi kabusları olurdu. O yüzdendir ki egemenler referandum aracını çok “istisnai” durumlarda ve mutlaka sınırları çok iyi “belirlenmiş” biçimlerde kullanıyorlar. O yüzdendir ki referandum, 87 yılda sadece 5 kez yapılmıştır.
Bu zorlukların ve tehlikelerin farkında olan Erdoğan da tüm bu süreci yalan ve saptırma üzerine inşa etmektedir. İçerikten yoksun, tamamen kaba ajitasyona dayalı ve bulduğu her aleti kendi çizgisi için kullanmaktan çekinmeyen bir çıkarcılıkla. “Hayır”ın çıkma ihtimaline karşı çok daha saldırganlaşarak.
Söylediği yalanlar açığa çıkınca kıvırma ihtiyacı bile duymuyor. Hele önceden hazırlanmış bir metni olmadığında ise tutarsızlığın sınırı kalmıyor. İşte, TÜSİAD’ı yola getirmek için söylediği cümle; “Bu ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz”. Tayyip Erdoğan haklı “terk etmiyor”, sermayenin hegemonyası için bizzat örgütlüyor, tetikçilik yapıyor. Karadeniz’i HES’lerin katletmesi için HES sermayedarlarından daha çok çalışıyor, doğayı korumaya çalışanları hedef gösterip, kendisini doğa aşığı bile ilan edebiliyor. Birkaç sermayedarı bir günde “enerji devi” haline getiriyor. Enerji ihalelerinde ödemeyi taahhüt ettikleri milyarlarca doları kimin üzerinde hegemonya kurup, kimin üzerinden çıkaracaklar? Milyonlarca öğrencinin hayatlarını hiçe sayıp dershane patronlarına milyarlarca parayı bu iktidar aktarmadı mı? Sermaye bu ülke üzerinde, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar sağlam bir hegemonyayı AKP iktidarında kurmuştur.
Sürecin başına dönersek referandum sürecinde Erdoğan için oluşan ilk önemli fırsat, YSK’nın referandum tarihini 12 Eylül olarak belirmesi oldu. Bu fırsatı “ağlayarak” değerlendirdi. İkinci önemli fırsat kuşkusuz oruç zamanının, referandumun hemen önüne denk gelmesiydi. Bu fırsatı da AKP’liler bolca iftar sofrası ziyaret ederek, teravih namazlarını kaçırmayarak değerlendiriyorlar. Hatta iftar çadırlarını bu sene kaldırmayı planlayan AKP, bu planından referandum nedeniyle vazgeçti. Bir diğer fırsat ise yine bu döneme denk gelen HSYK’nın yeni hakim ve savcı atamaları yapacağı toplantı trafiği. Bunu da HSYK’yı halka şikayet ederek değerlendirecektir.
Gerici ideolojiyi ve gerici kadroları kendi çizgisine yedeklemenin en başarılı örneğini oluşturan AKP, referandum konusunda da aynı başarıyı sergiledi. “Benim hiçbir siyasi amacım yok” diyen Fethullah Gülen, “İmkan olsa mezardakilere bile oy kullandırılmalı” fetvasını verdi. Bu fetvaya, Zaman Gazetesi’nin Türkiye’nin sevilen kanaat önderlerinden olduğunu iddia ettiği Abdullah Büyük Hocaefendi’nin “Umre için bile olsa referandumda oy kullanmamak büyük vebaldir”i eklendi. (Bu değişiklik paketinde İslam diniyle ilgili yeni bir düzenleme var mı ki “evet” vermek bir dini görev olarak tanımlanıyor?). Gerici basının tek işi kendi cephelerini sıkı bir şekilde örgütlemek değil elbette, aynı zamanda karşı tarafı da olabildiğince parçalamak, karıştırmak. Eski solcular, eski faşistler, yeni liberaller hiç bu kadar rağbet görmemişti.
Tayyip’in avantajları sadece bunlar değil elbette çünkü “hala” en büyük avantajı CHP. Referandum sürecini tamamen Erdoğan’a kilitleyen “yeni” CHP propagandası bu görevi de sadece Kılıçdaroğlu’a vermiş. Onlar da “diğerleri” gibi asıl hedefi genel seçimler olarak belirlemiş görünüyorlar. Kılıçdaroğlu, hiçbir biçimde halka 12 Eylül’de hangi maddelere neden hayır denmesi gerektiğini anlatmaya tenezzül etmiyor. Kendisini sözde iktidar alternatifi olarak gören CHP, kendi değişiklik maddelerini açıklayabilmiş değil. Ana çizgileri Başbakan Erdoğan ve AKP karşıtı ucuz bir propagandaya yerleşmiş durumda. Baykal’dan miras kalan, “AKP giderse rakipsiz seçenek biziz” kolaycılığı aynen devam ediyor. Referandum süreci de seçimler öncesi bir “ön eleme” maçı. Yasal partiler düzleminde referandum maddelerini önemseyen sadece AKP var. Referandum maddelerini hiçbir biçimde önemsemeyenlerin başında ise BDP.
Tüm bu süreç artık tam olarak kanıtlamıştır ki BDP için Kürtleri doğrudan ilgilendirmeyen hiçbir konu mücadele başlığı haline getirilemez. Özellikle BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, aldıkları boykot kararını değerlendirirken, “Hükümet taleplerimizi karşılamaya yönelik ciddi adımlar atarsa müzakere süreci başlar, biz de yeni anayasayı destekleriz. Önümüzde daha uzun bir süre var. Hükümet bu süreyi iyi değerlendirmelidir” açıklaması, referandumun pazarlık sürecinde bir koz olarak görüldüğünün kanıtıdır. Anlaşıldığı kadarıyla pazarlık sürecinin ilk ciddi adımları atılmış ve 3 Eylül’de Erdoğan’ın Diyarbakır’da yapacağı referandum mitinginde söyleyeceklerine odaklanılmış durumda. Değişiklik maddelerinin Kürt işçileri, Kürt kamu çalışanlarını, Kürt öğrencileri, Kürt yoksul halkını nasıl etkileyeceği BDP’nin çözüm bulması gereken bir sorun değildir. BDP sadece onların Kürt olmalarından kaynaklı sorunların giderilmesi için vardır! Bu da bir siyasal tercihtir. Burada çelişkili olan gerçekte böyle bir noktada durup lafta ülke halklarının sömürüden, ezilmişlikten, dışlanmışlıktan kurulması için ortak adres olma iddiasını sürdürmesidir. Toplumsal muhalefet bileşenleri için elzem olan konular (grev yasağı, kamu yararı, sahte sendika, v.b.) bir günde pazarlık masasına konulabiliyorsa bir “yararlanma ilişkisi” mevcuttur. Kamu çalışanlarının mücadelesini o alanın ihtiyaçları ve politikası üzerinden örgütlemeyecekseniz niye bu alandaki örgütlerin yöneticiliğine soyunuyorsunuz? Böyle bir çizginin ne tür sonuçlar doğuracağını Kürt siyasetçileri iyi hesap etmek zorundadırlar!
Bu arada diğer boykotçulara bir dost nasihatinde bulunmakta yarar var. İşçi sınıfının çıkarını PKK siyaseti ile bir tutanlar, onlar boykottan vazgeçerse durumlarını nasıl açıklayacaklarını şimdiden düşünsünler.
Gariptir referandum sürecinde en çok adı geçen örgüt KESK oldu. Ancak tutarlılığı ve inisiyatif almadaki başarısıyla değil, tutarsızlığı ve zafiyetiyle. Sonda söyleneceği kestirmeden başta söyleyelim; şu anki yönetim zihniyetiyle KESK artık yönetilemez. KESK başkanına düşen son görev bellidir artık, bu süreç iyi yönetilememiş, yılların mücadele birikimi kişisel zafiyete, yanlış siyasal tercihlere heba edilmiştir. KESK’in hükümetin oyuncağı haline gelmesine neden olan Sami Evren’in (sondan bir önce) açıklaması gereken bir şey var; grev hakkı içermeyen bir toplu sözleşmenin toplu görüşmeden ne farkı vardır? KESK’in başındaki zihniyetin siyasal temsilcis
i EDP başkanı Ziya Halis, Aksiyon Dergisi’ne verdiği röportajda benzer bir siyasal aymazlık içinde. Halis’e göre “26 maddenin 24’ü kimsenin itiraz etmediği şeyler”miş. Yani itiraz edildiğinden, itirazların içeriğinden haberi bile yok. Siyasal temsilcisi karga olanın…
Oysa kamu emekçilerinin mücadele örgütü olan KESK’in ve onun başkanının kamu emekçilerine grevsiz toplu sözleşmeyi ve kamu hakem kurulunu aracılığıyla hükümet dayatmalarını “toplusözleşme” olarak sunan “sahte toplusözleşme” karşısında aktif bir mücadele çizgisini örgütlemesi gerekirdi. Kuruluş ilkeleri gereği, kamu emekçileri sendikalarının kamu yararını yıkıma uğratan saldırılar karşısında ödünsüz mücadele etmeleri gerekirdi. Hatta bu çizgiyi genişleterek diğer emek ve halk örgütleri ile birlikte üstelik öncülük alarak gerçekleştirmesi beklenirdi. Sınıflar mücadelesinin tarihi sadece yapılanların değil aynı zamanda yapılamayanların tarihini de yazar. Neyse ki KESK içinde bu akıl tutulmasından etkilenmeyenler de var.
Toplumsal muhalefette bu dönem içindeki en önemli gelişme ise EMEP, ÖDP, TKP ve Halkevleri’nin “farklı” bir Hayır Cephesi’nin oluşturulması oldu. Kuşkusuz bu girişimin en önemli yanı sözde sol adına Hayır’ın önderliğine soyunan CHP’nin elinden bu kozun alınmış olmasıdır. Ancak sadece bir araya gelerek ve bir iki açıklama yaparak bu durumun tamamen bertaraf edileceği düşünülmemelidir. Hala toplumda sol misyon CHP’ye aitmiş gibi algılanılmakta ve özellikle boykotçu diye tabir edilenler (art niyetli olarak) her Hayır’ı CHP kuyrukçusu gösterme kolaycılığına kaçmaktadırlar. Böyle bir sol düzlemin ilk görevi CHP’den tamamen ayrışmış bir Hayır’ı tüm gerekçeleriyle ortaya koymasıdır. En az bunun kadar önemli olan ise Hayır’ı doğrudan, yaygın ve militan bir tarzda örgütlemektir. Ve bu çalışma solcuların birbirine propaganda ettiği bir biçimde değil, Evetçilerin cephesinde yapılmalıdır. Amaç Evetçileri ikna etmekle birlikte karşı çıkılan maddelerin toplumsal içeriğini yeni baştan oluşturmak ve örgütlemektir.
Tayyip cephesinin saldırgan ve tahammülsüz tavrı sadece referandum konusunda değil sıkıştıkları her durumda açığa çıkmaktadır. Enerji dağıtım alanının yağmalanmasında bile tarz hakimdir. Elektrik dağıtım ihalelerine karşı dava açacağını açıklayan Elektrik Mühendisleri Odası’na yanıt ertesi gün Tayyip cephesinin tetikçileri Sabah ve Takvim’den “ekonomide oda terörü” manşetiyle geldi. Bir taraftan TÜSİAD’a “tavrını açıkla, evet mi, hayır mı diyorsun” diyen zihniyet diğer taraftan Hayır diyenleri engellemekte, gözaltına almakta, yasaklamakta. Bilelim ki bu cephe sıkıştığında her türlü yolu mubah görmektedir ve kullanmaktan çekinmemektedir. Bu iğrenç tarz ancak devrimcilerin kararlılığı ve özgüveniyle bertaraf edilebilir.
Referandum gündemi devrimcilerin özel bir çabasına gerek bırakmadan halkı siyasal gündemin canlı takipçisi yapmakta. Ancak sahip olunan bilgi neredeyse tamamen Tayyip cephesi tarafından oluşturulmakta. Devrimcilerin bu cepheyle bilgi düzeyinde baş etmesi ise çok kolay. Çünkü bu cephenin neredeyse her açıklaması yalan. Yalanlar ise gerçekle karşılaşana kadar işe yarar.
Ve unutulmamalıdır ki Hayır’ı örgütleme mücadelesi referandum gününde sonlanmayacak. Bu süreçte oluşturulacak her güçlü talep, her sıradan ilişki halkın hak mücadelesine çok daha güçlü bir biçimde etki edecektir.