Türkiye’de uzun süredir yaşananları düşününce ağır bir soru bu. Çünkü çok acılar yaşandı ve yaşanmakta. En genel tanımlamayla sosyalistlerin kendi ortak dilini oluşturamamış olması pratik açısından neredeyse anlaşılmayı gerektirmeyen bir duruma işaret etmektedir artık. Bu durumu en doğru anlayan, aralarındaki gereksiz ama ısrar edildikçe yine gereksiz bir biçimde kalıcı hale gelen ayrılıkları maalesef çoğaltan en […]
Türkiye’de uzun süredir yaşananları düşününce ağır bir soru bu. Çünkü çok acılar yaşandı ve yaşanmakta. En genel tanımlamayla sosyalistlerin kendi ortak dilini oluşturamamış olması pratik açısından neredeyse anlaşılmayı gerektirmeyen bir duruma işaret etmektedir artık. Bu durumu en doğru anlayan, aralarındaki gereksiz ama ısrar edildikçe yine gereksiz bir biçimde kalıcı hale gelen ayrılıkları maalesef çoğaltan en geniş kapsamıyla yine de sosyalistlerdir. Ancak, en geniş anlamıyla sosyalistler, görüldüğü kadarıyla uzun zamandır bu topraklarda sadece sosyalist olarak var olmak için davranıyorlarmış gibi bir duruşa sahipler.
Biraz hafızamızı yokladığımızda 12 Eylül darbesini izleyen bu kadar sürede yine en geniş tanımıyla sosyalistler halka hangi sorun karşısındaki tavır alışlarıyla ulaşabildiler? İlk akla gelen “bir dakika karanlık” eylemleri ve ilk başta Hrant Dink’in katledilmesini izleyen birkaç ay ve Tekel işçilerinin sürdürdüğü, sosyalistlerin yardım ettiği akamete uğramış direniştir ki bunlardan herhangi bir sonuç alınamadığı en azından şimdilik ortada. Bu örneklerde bir ara kurulabilen dili sosyalistler ellerinden kaçırdı. Bu durumun nedenleri epey fazladır muhtemelen, ancak nedenler ne olursa olsun bu durumu, yani bu örneklerde kurulan ilişkinin neden sürdürülemediğini ve sonrasında yeniden kurulamadığını sosyalistler, bildiğim kadarıyla bu haliyle tartışmadılar.
Bugün yaşanan süreç bugüne kadar yaşananların en kritik olanı. Kritik olması, seksenli yılların sonlarından itibaren başlayan ikinci cumhuriyet tartışmalarının son on yılda AKP iktidarıyla güce ve güvene kavuşmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum aslında liberalizm ile muhafazakarlığın ne kadar birbirlerini tamamladıklarının bir ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Seksenli yılların sonlarından itibaren bir tür “aydın” hareketi olarak “zuhur” eden yeni anayasa tartışmalarının sosyalist cenahın bir kısmına yansıması, zaman içinde dışarıdan yapılan bir tanımlamayla kendilerini hala sosyalist olarak tanımlayan bir cenaha “liberal sol” tanımlamasını beraberinde getirdi. “Sol liberallerin” daha sonraki var oluşlarını kurdukları “dil” iktidarın diline yanaştığı ölçüde yapılan tanımlamayı doğruladı. Bir başka ifadeyle sosyalistlerin bu cenahı kendi problematiklerini devlet merkezli kurdukları için “sınıf perspektifi”nden uzaklaşıp mevcut durum ve/veya sorunu sistem içi bir yerden anlamaya ve dillendirmeye başlamaları anlamına geldi. Bu elbette analizin merkezine kerameti kendinden menkul bir devleti koymaktan kaynaklanıyordu ve böyle bir noktadan başka bir yere ulaşılması da zaten mümkün değildi. Bugüne geldiğimizde söz konusu cenahın farklı düşünmesi ve davranmasını beklemek için herhangi bir neden de yok. Bir neden olmadığı gibi “entelektüel kaygılar” ın iktidar gücüyle çakışmasının sağladığı olanaklar bu cenahın sosyalistler açısından iflah olmaz bir duruma gelmesi anlamına geldi uzun zamandır. Dolayısı ile devleti sınıf karakterinden arındırıp analiz yapanlar sosyalistlikten uzaklaştıkları ölçüde sermayenin taleplerine yakın düştüler, hatta bu talepleri vatandaşlık, kimlik, katılım, demokrasi gibi kendi tarihselliklerinden kopardıkları kavramlarla desteklemeye çalıştıkları ölçüde içine girdikleri ortamın rengini almaya başladılar. Görünen bu renk çoğuna pek yakıştı. Eskilerin deyimiyle “oynadılar güldüler, yerlerini buldular”. Çünkü anayasaya dair tartışmalara kapitalizmi tanımlayan asli özellik olan “mülkiyet” ilişkisi üzerinden bakmadılar. Özel mülkiyetin tesisi, korunması ve sürdürülmesi üzerinden yapılacak bir tespit bu cenahın epeydir unuttuğu bir ilişki ve yere işaret ediyordu. Dolayısı ile bu ilişki ve yere dair hafızasızlık, bugün yaşanan koşullarda anayasa referandumuna “evet” demekle mantıki sonuçlarına ulaştı.
Buraya kadar dert edindiğim cenah, elbette beni şaşırtmadı, sistemle halvet oldukları ölçüde zaten bu noktadan başka bir yere gidemezlerdi. Buradaki sorun sosyal demokratlıklarını hala kabul edememiş olmaktan kaynaklanıyor. Aslında bunu telaffuz etseler, kendileri dahil herkes rahatlayacak. Ama, kendileri sanırım kısa bir süre bu rahatlığı yaşayacaklar. Süreç böyle devam ettiğinde, ki büyük bir olasılıkla böyle devam edecek, o zaman neye, nasıl karşı çıkacakları şu an en azından benim gibi düşünenler için merak konusu. Siyaseten dürüst olanlar muhtemelen bu tür kaygıları taşıyorlardır. Ancak, yaşanan sürecin onlara dair “vebali”ni de yüklenmek durumunda kalacaklarının farkında olduklarını umuyorum.
Sosyalistler açısından diğer cenaha geçtiğimizde durum en az yukarıda bahsettiğimiz kadar sorunlu görünüyor. Genel olarak olup bitenlere bakışımda ikilikler üzerinden sunulan bir seçim “dayatması” ilk etapta sorunlu görünmüştür. Ancak, her durum kendi tarihselliği içinde ele alındığında sorunun niteliğine bağlı olarak seçenekler farklılaşabilir, ki hep böyle olmuştur. Ancak seçeneklere yaklaşırken önemli olan “sorunun” tarihselliğini göz önüne almak, kavramaktır. Şu an sosyalistlerin karşı karşıya bulunduruldukları sorun referandum. Tabii soru malum: “Ne yapmalı?”
Bugün karşı karşıya kalınan manzara, tanıdığım bildiğim bir dizi sosyalist hareket ya da partinin referandumu boykot etmek üzere bir cephe oluşumuna gitmeleri. Bu girişimin nasıl anlaşılmasına dair pek çok soru sorulabilir. Bir taraftan sosyalistlerin epeydir unuttukları birlikte davranma kültürünü yeniden edinmelerine hizmet edebilir ki bu hayırlı bir gelişmeye işaret eder. Ancak “yanlış” bir zeminde ne kadar “doğru” davranılabilir bence bir kez daha düşünmek lazım.
Zemin yanlış çünkü, en geniş anlamıyla sosyalistler, yaşanan marjinalleşme sonunda memleket siyasetinde geçerli olan denklemin dışına düşmüş durumdalar. Bu boykot tavrı ile adeta denkleme girmemekte ısrar eder bir tavır takınılmaktadır. Geniş kitlelere ulaşma fırsatını bu haliyle harcamak genel olarak solun kendi içine dönük siyaset yapma yeteneğini beslemekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu koşullarda boykot kararı uzun dönemde bir tavır alış değil tavırsızlık olarak karşımıza çıkacaktır. Bu politikanın dayandığı akıl yürütmelerin ifade edildiği dil, bugüne kadar olduğu gibi geniş kitlelere ulaşmamak üzerine kurulmuştur adeta. Referandum sonunda evetlere dolaylı destek anlamına da gelecektir bu politika, zira boykot edenler oy kullansalar doğal olarak hayır cephesinde yer alacaklardır ya da en azından almaları gerekir.
Hayırcıları 12 Eylül’ü onaylamak ile tanımlamak kelimenin saf manasıyla haksızlıktır. Yaşanan son 30 yıla bakıldığında sosyalistler ne talep etseler olmayacak birileri ile yan yana düşer oldular. Bu durum elbette sosyalistlerle ilgili değildi. Ancak, kimlik, demokrasi, katılım gibi referansların hegemonyası böyle bir ortam yarattı. Böyle bir ortamda sosyalistlere düşen, kendi doğru kavrayışlarını hayırcılar içinde yaymak ve genişletmek olmalıdır.
Hayır denmelidir çünkü bugün bir başka 12 Eylül darbesi ile karşı karşıya bulunulmaktadır. Yaşanan süreç apoletsiz bir darbe sürecidir. Yaşanacak süreçte, ki uzun bir süreç olacaktır ve nihai olarak büyük ölçüde sosyalistler daha zor koşullarla karşı karşıya kalacaklardır. Devletin hızla polis devleti haline geleceği bu sürece karşı duracak olan güçlerin ağırlıklı olarak sosyalist olması kendi başına önemlidir ancak, bu tür kritik dönemeçlerde kendini siyaset denkleminin dışına atmakla gittikçe marjinalleşen bir sosyalist cenah bu süreçte kendi üstüne düşenleri de yapamayacak durumda olacaktır.
Bu konuda özellikle boykot önermesini benimseyen sosyalist parti ya da hareketlerin gerekçelerinde görünen dilin asgari müştereki kendilerine olmayan bir güç atfetmeleridir. Kürt hareketiyle beraber davranıldığında kendini dev aynasında görmesi objeli yanlış idrak, yani illüzyondur. Boykot, Kürt hareketi açısından bir kırgınlık, küsme gibi durmaktadır. Sosyalistler açısından ise tarihsel karşılığı yoktur. Bu şartlarda yanlış idrak anlaşılabilir ama bunun sosyalistlere bir katkısı olmayacaktır. Hayır demek Kürt hareketi ve sosyalistler açısından daha anlamlı ve gerçek sonuçlar doğuracaktır.
*Prof. Dr. Mehmet Türkay
Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi