Aktüel gündem aynı; referandum. Ve 12 Eylül’e kadar, hatta 12 Eylül’den sonra da gündemde kalmaya devam edecek. Ancak bu süreçte kısa molaların da verilmesi kaçınılmaz oluyor. Erdoğan, YAŞ’ta yarattığı “kriz” nedeniyle; Kılıçdaroğlu da Gürsel Tekin-Önder Sav krizi nedeniyle referandum kampanyalarına ara vermek zorunda kaldılar. Erdoğan’da cisimleşen AKP, bir taraftan referandum sürecinde birden çok rakiple “kavga” […]
Aktüel gündem aynı; referandum. Ve 12 Eylül’e kadar, hatta 12 Eylül’den sonra da gündemde kalmaya devam edecek. Ancak bu süreçte kısa molaların da verilmesi kaçınılmaz oluyor. Erdoğan, YAŞ’ta yarattığı “kriz” nedeniyle; Kılıçdaroğlu da Gürsel Tekin-Önder Sav krizi nedeniyle referandum kampanyalarına ara vermek zorunda kaldılar.
Erdoğan’da cisimleşen AKP, bir taraftan referandum sürecinde birden çok rakiple “kavga” ederken; diğer yandan da ordu ile “kavga” çıkarmakla meşgul. Bu kez ilginç olan, ordudaki yeni kademelerin belirlenmesinde yargının doğrudan bir araç olarak kullanılması. Kısaca özetleyelim: 7 Temmuz’da Balyoz davasından tutuklu tüm sanıklar tahliye edilmişti; ancak ne olduysa 23 Temmuz’da yine aynı dava gerekçesiyle 70’i aktif görevde 102 subay hakkında tutuklama kararı çıktı. Aktif görevdeki 70 subayın 13’ü general ve içlerindeki en yüksek rütbeli olan ise Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Hasan Iğsız. Iğsız hakkındaki iddia Balyoz davasında sözü edilen “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın hazırlanması emrini veren komutan olması. İddiaya göre de AKP, Iğsız’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olmasını engellemeye çalışıyor. Erdoğan, bunun için de Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i kullanıyor. Generallerin, mahkemeye yaptığı itirazı karara bağlattırmayıp “haklarında soruşturma yürütülüyor” yaftasını taşımaları sağlanıyor. Böylece “haklarında soruşturma yürütülenler terfi ettirilemez” kuralı uygulanırsa Erdoğan da istediğini alacak. Kriz nasıl aşılırsa aşılsın Erdoğan her durumda kârlı çıkacak. Çünkü mesaj açık; benimle ve benim çizgimle uğraşan kim olursa olsun zararlı çıkar. Bu mesaj aynı zamanda üç yıl görev yapacak olan yeni Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’e. (Bu yazı kaleme alındığında YAŞ toplantısında kara kuvvetleri komutanlığı ve genelkurmay başkanlığına ilişkin emeklilik, terfi ve atama krizi henüz çözülmemişti.) Çünkü Iğsız ve diğerlerinin terfilerinin engellenmesi Koşaner’in kendi ekibini kurmasına karşı yapılan bir operasyon. Başbuğ, Genelkurmay Başkanı olduğunda “Yahudilerin ağlama duvarında” çekilen fotoğrafları servis edilmişti, bu seferki taktik farklı; yeni ekibin gücünü toptan zayıflatmak. Erdoğan’ın referandum kampanyasına ara vermesine değecek nitelikte. (Ayrıca tüm bunların ABD’den bağımsız geliştiğini de düşünmek, safdillik olurdu. Benzer bir terfi sürecine müdahale 1977’de yaşanmış ve müdahale ile birlikte Kenan Evren’e Genelkurmay Başkanı olma yolu açılmıştı.)
Kılıçdaroğlu’nun molasına neden olan “bulunmaz Hint kumaşı” Gürsel Tekin ise CHP’nin yeni Önder Sav’ı olmaya aday. Bunun için tek engel eski Önder Sav. Ve bu itiş kakış diğer CHP klasikleri gibi hiç bitmeyecek, taa ki…
***
Tekrar aktüel gündeme dönersek, içeriği belli, sınırları da çizildiği için referandum konusunda şimdiye dek söylenmedik, yeni bir argümanın ileri sürülmesi neredeyse imkansız. Ancak varolanları belirginleştirmek, kategorize etmek her geçen gün daha da önem kazanıyor. Karşımızda Evetçiler, Hayırcılar ve Boykotçular var.
Evetçilerin başını Recep Tayip Erdoğan çekiyor. Ve şürekâsı AKP kadroları. 12 Eylül’de referanduma sunulacak olan anayasa değişiklik paketinin “ana amacının” yürütmenin (yani hükümetin ve cumhurbaşkanının, yani AKP’nin) gücünü arttırmak ve pekiştirmek olduğu tartışma götürmez. HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ne yürütmenin daha çok adam atamasıyla, yerindelik denetimini kaldırarak hükümetin kamu yararı gözetmeden “icraat” yapmasını sağlayarak, kamu denetçiliğiyle taraflı hakemliği kurumsallaştırarak AKP gücünü arttırmaya çalışıyor. Sözde 12 Eylül’ü yargılayacağım diyerek kendisine yönelebileceklere korku salarak; “toplu sözleşmede son kararı uzlaştırma kurulu verecek” diyerek hükümeti masumlaştırmaya çalışarak; kendi sendikalarını güçlendirerek, sınıf hareketini denetim altına alarak; emek örgütlerini kendi “suçuna” ortak ettiği Ekonomik Sosyal Konsey’i anayasal güvenceye kavuşturarak; kişisel verilerin sözde korunması adına kendilerinin dokunulmazlığını sağlayarak AKP gücünü pekiştirmeye çalışıyor.
Tartışılamayacak bir başka gerçek ise bu değişikliklerle, halkın yürütme üzerindeki gücünün artmayacağı. Bu değişiklikler, seramayenin ve onun iktidarı olan AKP’nin ihtiyaçları için yapılıyor; halkın gerçek sorunlarını çözmek ve çıkarını geliştirmek için yapılmıyor. Tam da bu nedenle Erdoğan, bu durumu gizleyebilmek için tüm referandum kampanyasını YALAN üzerine kurmak zorunda. O da rolünü iyi oynuyor zaten. Binlerce insanın karşısına çıkıp, gözlerinin içine baka baka YALAN söylüyor. EVET’in YALAN’ının karşısına HALKIN HAYIR’ını çıkarmak bir zorunluluk. Ve referandumdan HAYIR sonucunun çıkması için asıl yapılması gereken Erdoğan’ın yalanına kananların HAYIR’a ikna edilmesi.
Erdoğan’ın en büyük destekçisi ise kendi medyası ve solcu geçinen liberaller. Ancak durum o kadar vahim ki libe-raller bile bu durumu nasıl açıklayacaklarını şaşırmış durumdalar, kendilerinden beklenen atağı sergileyemediler. Ve “bari evet’e yazsın” diyerek boykotçu oluverdiler. Oral Çalışlar gibiler ise silme yalandan medet ummakta. Erdoğan’ın kendi medyası da “kendini överken ayıbını söylüyor”. İşte bir örnek Aksiyon Dergisi’nden: “İdarenin işlem ve eylemlerinin denetim sınırları mevcut anayasada var olmakla birlikte yüksek yargı tarafından ihlal ediliyordu. Kanunlara uygunluk dışında yerindelik denetimine girişiliyordu. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin amblemine karar vermek, şehir içi taşıma ücretlerini belirlemek ve YÖK’ün meslek lisesi ve imam hatiplerle ilgili katsayı tercihine müdahale etmek akla ilk gelenler. ‘Hiçbir surette yerindelik denetimi yapılamaz’ düzenlemesiyle yüksek yargıya sınırları hatırlatılıyor.” Erdoğan’ın medyasında bu kadar saftirik olmayanlar da var elbette; Star gazetesi gibi. Hayır korkusunun paniğini yaşayan Star, tazminat ödemeyi göze alıp, “Hayır dediği” için Halkevleri’ni bile terör örgütü sınıfına sokma aptallığını göstermiş.
Karşımızda bir de CHP’nin HAYIR’ı var. CHP yöneticileri hala “o iki maddeyi (HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ni düzenleyen) çıkarsınlar, biz diğerlerini destekliyoruz” türünden açıklamalar yapıyorlar. Bu durumu cahillikle, maddeleri okumamış olmakla, okuduklarını anlayamayacak düzeyde olmakla açıklamak mümkün değil. CHP’nin üst(ün) yöneticileri kamu çalışanlarına grev hakkı vermeme konusunda, Ekonomik Sosyal Konsey konusunda mahkemelerin kamusal yarar gözetmemeleri konusunda AKP’den farklı düşünmüyorlar. Kadınlara pozitif ayrımcılık, çocuk istismarı, özel hayatın gizliliği konularında AKP’den daha ileri projeleri mevcut değil. Tam da bu yüzden Kılıçdaroğlu tüm referandum kampanyasını bir genel seçim kampanyası şekline sokup basitçe bir AKP kara propagandası haline getirdi. HES belasının bulaşmadığı yer kalmadığı Karadeniz’e gidip “yerindelik denetimi” maddesini halk yararına değiştireceği sözünü ver(e)memek nasıl açıklanabilir? Devrimciler açısından referandumda HAYIR’ı örgütlemek aynı zamanda HAYIR’ın içeriğini de örgütlemeyi zorunlu kılar. CHP’nin HAYIR’ından ayrışmak hem hayırlı hem de kaçınılmaz bir yoldur.
Kılıçdaroğlu’lu CHP, iktidar olmanın kolay yollarını bulmaya çalışıyor. Ancak her konuda AKP’den daha ileri adımlar önermediği, geliştirmediği durumda ne iktidar olunabilir ne de “ilerici” sıfatını taşıyabilir. Son örnek CHP Diyarbakır İl Başkanlığı’ndan. CHP Diyarbakır Örgütü’nün hazırladığı ve Genel Merkez’
e gönderdiği “Kürt Sorunu ve Çözüme Dönük Yol Haritası” başlıklı rapor, Genel Merkez tarafından hızla yanıtlandı: “Bizi bağlamaz, il örgütünün şahsi çalışması.”
En büyük grubunu BDP’nin oluşturduğu bir de Boykotçular cephesi var. Batı’da ona en uzak duran solcu bile BDP’nin izlediği siyaseti anlamaya çalışıyor, empati kurmak için kendini zorluyor. (Aslında siyasetin öznesi olmaya çalışan devrimciler için bu garip bir durum.) BDP’nin referandumdaki tutumu da ilk başlarda bu algıyla değerlendirilmeye çalışıldı ve bölgeye özgü bir tutum olacağı ve saflaşmayı yaratarak bir sonuç göstereceği için de olumlu değerlendirmelere mazhar oldu. Ancak BDP, boykot tutumunun hem içeriğini hem de alanını genişletti. “Demokratik Anayasa için” üst başlığının içini her türlü şeyle doldurup, faaliyet alanını da neredeyse ülkenin tamamına yaydı ve kampanyanın başlangıcını da İstanbul’daki mitingle verdi. Bununla da yetinmeyip etkileyebildiği emek ve kitle örgütlerini de (hatta aydınları da), onların alan, örgüt ve siyaset gerçeklerini ve taleplerini hiçe sayıp BOYKOT’a taraf etmeye çalıştı. Bu tutumu haklı ve maruz görmek mümkün değildir.
BDP’nin bu tutumu “Türkiye Partisi olma” iddiasıyla doğrudan çelişmektedir. Türkiye halklarını EVET’in yalanına ve olası acımasız sonuçlarına karşı “edilgen” bırakmak sorumsuzluktur. “Türkiye Partisi olma” iddiası hem diğer öznelerle ortak programı hem de ortak mücadeleyi gerektirir. Ayrıca “Demokratik Anayasa için boykot” tutumu zorunlu bir taktik de değildir. Benzer bir biçimde “Demokratik Anayasa için hayır” tutumu çok daha etkili bir taktiktir çünkü sistemi açmaza sokup işletmemek, sonrası açısından daha güçlü mücadeleleri doğurabilecektir. Bu tutumun tanımı siyasi indirgemeciliktir… Benzer bir tutum PKK’nin son dönemde Batı’daki eylem tercihlerinde de görülebiliyor. Olası sonuçları değerlendirilmeden ve tamamen kontrol dışı gelişmelere neden olabilecek eylem tercihleri, halklar arasındaki mesafenin daralması değil açılmasına neden olmaktadır. İyi planlanmamış bir “demokratik özerklik” çizgisi, telafisi mümkün olmayan etkilerde bulunabilir.
Boykotu savunan diğer kişi ve kurumlar için de geçerli olan bazı şartlar var. Sandığa gittiğinde “hayır oyu” vermesi beklenen bu kişiler, sandıktan “evet” çıktığında uygulamaya geçeçek icraatları neyle engelleyecekler? Boykotun siyasal sorumluluğu genel geçer doğruları sıralamak değildir. Ekonomik Sosyal Konsey işlemeye başladığında orayı basıp işlevsiz hale getirecekler mi? Kamu yararının gözetilmediği kararlar karşısında HES’te çalışan dozerin önüne yatacaklar mı? Uzlaştırma kurulunun verdiği son kararı kabul etmeyip kamu çalışanlarını greve çıkartabilecekler mi? vs. vs. vs.
***
Sadece HAYIR’ı örgütlemek yeter mi? Elbette yetmez. Çünkü halkın doğrudan çıkarını içeren düzenlemelerin gerçekleştirilmesi zorunludur. Bu düzenlemelerin üst başlığı “insanca yaşam” için gerekli olan her şeydir. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere barınma, ulaşım, beslenme, su, çevre haklarının anayasal güvenceye kavuşturulmasıdır. Başta örgütlenme olmak üzere tüm demokratik mekanizmaların eksiksiz olarak anayasal güvenceye kavuşturulmasıdır. Başta seçim barajının kaldırılması olmak üzere siyasal temsiliyetin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıdır. Başta taşeron sistemi olmak üzere güvencesiz çalıştırmanın tamamen yasaklanmasıdır. Kürt sorununun çözümünde başlangıç olması için Kürt kimliğinin anayasal güvenceye alınmasıdır… Devrimciler işte bunları gerçekleştirme mücadelesinin bir gereği olarak HAYIR’ı örgütleme göreviyle karşı karşıyadır.