1970’li yılların sonu ile birlikte dünyanın coğrafi olarak farklı ülkelerinde yeni işçi hareketleri filiz vermeye başladı ve ilerici toplumsal hareketlerin sürükleyicisi haline geldi. Yeni işçi hareketleri ilerleyen dönemde toplumsal hareket sendikacılığı anlayışı çerçevesinde açıklanmaya başlandı. Toplumsal hareket sendikacılığı, zaman zaman farklı isimler verilse de bugün solun birçok kesimince de kabul edilen bir gerçeklik oldu. Bu […]
1970’li yılların sonu ile birlikte dünyanın coğrafi olarak farklı ülkelerinde yeni işçi hareketleri filiz vermeye başladı ve ilerici toplumsal hareketlerin sürükleyicisi haline geldi. Yeni işçi hareketleri ilerleyen dönemde toplumsal hareket sendikacılığı anlayışı çerçevesinde açıklanmaya başlandı. Toplumsal hareket sendikacılığı, zaman zaman farklı isimler verilse de bugün solun birçok kesimince de kabul edilen bir gerçeklik oldu. Bu kabul edişin yanı sıra toplumsal hareket sendikacılığına yönelik olarak birçok eleştiri de var. Bu eleştirilerin bazılarının temelleri işçi sınıfı hareketinin tarihini değerlendirme farklılığından kaynaklanıyor. Bu yüzden toplumsal hareket sendikacılığı ya da yeni işçi hareketleri tartışmasını yaparken geçmiş tartışmasının yapılmasının zaruri olduğunu düşünüyorum.
Bu yazıda sınıf hareketinin ve özelde sendikal hareketin tarihine kısa bir bakış sunacağım. Böylece sınıf hareketinin başlıca uğrak noktalarının, yengilerinin ve zaaflarının genel çerçevesini anlayabilir, tarihten olumlu-olumsuz dersler çıkarabilir ve bugünü ve geleceği kurma çabasını gösterebiliriz.
Sınıf mücadelesini algılarken doğru bir yöntem kullanmalıyız. “Kapitalizmde sınıf mücadelesi, burjuvazi ile işçi sınıfının düzenli ordularının kendi bayrakları altında birbirleriyle savaşa tutuşması değildir. Sınıf mücadelesi, tarihte son derece zengin dolayımlar aracılığıyla yürüyen; iç savaştan ulusal kurtuluş hareketlerine, siyasi reform hareketlerine, eşkıyalık hareketlerine vb. uzanan bir yelpazede farklı biçimlere bürünen ve bazen bunların birkaç tanesi ile örtülü bir mücadeledir”.
Yoksul yığınlardan işçi sınıfına
18’inci yüzyılın sonu ile 19’uncu yüzyılın ilk çeyreğine heterojen, tepkisel, yöresel, yalıtık, ilksel ve yeni düzeni sorgulayan ama eskinin yani geleneksel korunma mekanizmalarının geri gelmesini isteyen korakor mücadeleler damgasını vurdu. Mülksüzleşen ve işleri ellerinden alınan bu yoksul yığınları zanaatkârlar, manüfaktür işçileri, kiracı köylüler ve küçük mülk sahipleri oluşturdu. Örneğin ludistler, baldırıçıplaklar vb. Ancak bu hareketler devlet tarafından çok şiddetli bir biçimde bastırıldı.
19’uncu yüzyılın ikinci çeyreğinden 1848 yılına kadar olan süreç ise işçi sınıfının ulusal, eşgüdümlü, merkezi düzeyde örgütlenmesine ve giderek burjuvaziden bağımsızlaşmasına sahne oldu. Örneğin 1830’ların başında İngiltere ve Fransa’da işçiler yaşam koşullarının iyileştirilmesi gerekçesiyle anayasal reform talebi çerçevesinde siyasal alanda burjuvazinin destekçisi oluyordu. Ancak 1831’de Fransa’da Lyonlu dokumacıların ayaklanması işçi sınıfının kendi adına siyasal taleplerde bulunduğu bir eylem oldu. Dernekler ise -özellikle Blanquist olanlar- işçilerin kapitalizme karşı çıkışının merkezlerini oluşturdu. İngiltere’de ise fabrika sistemi 1830’lu yıllarda üretim sürecinin belirleyicisi haline geldi ve sendikalar yaygınlaştı. Yine bu dönemde proletaryanın geniş kesimlerinin de içinde olduğu Çartist hareket, kapitalizme yönelen bir karşı çıkış haline geldi ve 1842 greviyle somutlandı.
1848’e kadar Babeuf, Blanqui, Saint-Simon, Fourier, Owen, Proudhon, Blanc ve Weitling gibi düşünürler kapitalist sistemi açıklamaya ve yarattığı adaletsizlikleri düzeltmeye veya yıkmaya çalıştı. Ancak kapitalist üretim koşullarının henüz yeni olması ve buna bağlı olarak sınıfların -özellikle proletaryanın- oluşum sürecinde bulunması, teorilerinin eksik olmasına yol açtı. Ancak Babeuf’un ortaya koyduğu fikirlerin burjuva siyasal düzenini aşan ilk siyasal düşünce olması, örnek alınacak toplumsal deneyler oluşturarak toplumu kurtarmak isteyen Saint-Simon, Fourier ve Owen’da cisimleşen kooperatif deneyimlerinin proletaryanın kaba bir “yoksullar yığınından” devrimci bir sınıfa dönüşmesindeki katkıları, Proudhon’un “mülkiyet hırsızlıktır” diyerek yaptığı sistem eleştirisi, Weitling’in ilk Alman işçi örgütlenmesini kuruşu ve Blanqui’nin Fransız komünist hareketiyle özdeşleşen pratiği onların tarihsel önemlerini açıklar. Bu örnekler sosyalizmin ilk düşünsel ve pratik örneklerini oluşturur.
Marksizmin doğuşu
İşte bu koşullar altında kapitalist toplumsal yapıyı bütünlüklü olarak eleştiren ve işçi sınıfını devrimci bir toplumsal güç olarak değerlendiren bilimsel sosyalizm şekillenmeye başladı. Marx ve Engels 1840’lı yıllarda verdikleri eserlerde diyalektik ve tarihsel materyalizm, üretim ilişkileri ve sınıflar mücadelesi üzerine olan görüşlerinin köşetaşlarını ortaya koydular. Sınıfın oluşumunu “bireyler ancak, bir başka sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler” diyerek açıkladılar ve “sosyalist sınıf bilinci olmadan proletarya, ‘kendinde sınıf’ durumundan ‘kendisi için sınıf’ durumuna dönüşemez”, diyerek işçi mücadeleleri ve sosyalizm arasındaki temel bağı kurdular.
1848 yılının başında Marx ve Engels içinde bulundukları Komünistler Birliği tarafından “Komünist Parti Manifestosu”nu kaleme almak için görevlendirildiler. Manifestoda burjuvazi ve proletarya, proletaryanın en ileri ve kararlı kesimi olarak komünistler, sosyalizm-komünizm düşüncesi ve komünistlerin radikal demokrat hareketler karşısında alması gereken tutum açıklandı. Bilimsel sosyalizmin tarihsel materyalizm anlayışı, proletaryanın bağımsız bir parti halinde örgütlenmesi, iktidarın fethi gibi görüşleri ilan edildi. “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – komünizmin hayaleti” sözleriyle başlayan Manifesto, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” çağrısıyla son buldu. Manifesto 1848 Devrimleri sonrası ideolojik yön gösterici oldu.
Proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak ayaklanması
1848 Şubatı’nda Fransa’da “cumhuriyet” ve “çalışma hakkı” talepleri ile başlayan devrim Kıta Avrupası’na yayıldı. Ancak Fransa’da cumhuriyete geçilmesine rağmen bu sefer iktidarı alan burjuvazi, proletaryaya karşı uygulamalara girişti. 1848 Haziranı’nda proletarya – Paris proletaryası bu sefer sermayenin ve devletin her kesiminden ayrı olarak politik talepleri için ayaklandı. İşçi sınıfının doğrudan doğruya kapitalist sisteme ve burjuvaziye karşı 19’uncu yüzyıldaki ilk bağımsız ayaklanması, 1848 Paris işçi ayaklanması oldu. Böylece kapitalist toplumu burjuvazi ve proletarya olarak bölen en büyük iç savaş yaşandı. Proletarya, toplum içinde bir azınlık oluşturmasına rağmen, sanayi kapitalizminin ve fabrika sisteminin ve ona karşı verilen mücadelenin şekillendirmesiyle, Paris’in en etkili, en disiplinli gücü oldu. Tarih onu itti. 1848’de Fransa’da yaşanan devrimci süreç burjuvazinin siyasal gericiliğini, proletaryanın bağımsız devrimci enerjisini ve proletaryanın köylülerin desteğini alması gerekliliği derslerini öğretti.
1850’li yıllar ve 1860’lı yılların başında ABD’den, Rusya’ya, Almanya’dan İngiltere’ye kadar çeşitli işçi eylemleri yapıldı ve işçi örgütlenmeleri pratikleri verildi. Proletaryanın hem ulusal hem uluslararası örgütlenme sorununun bir sonucu olarak 1864’te Birinci Enternasyonal kuruldu. Enternasyonal; Marksizm, ulusalcılık, anarşizm, sendikalizm, Blanquizm gibi farklı hareketlerin oluşturduğu, Batı Avrupa ile sınırlı, gevşek ve federatif bir yapıya sahipti. Enternasyonal tüzüğünde “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi ellerinde olduğu” ifade ediliyordu. Yine sürekli ordunun kaldırılması, laiklik, işçilerin yönetimi, 8 saatlik çalışma ve kamulaştırma gibi Komün’ün uygulayacağı birçok ilke En
ternasyonal’in kararlarıydı. 1866 Cenevre Kongresi’nde ise sendikaların işçilerin gündelik mücadelelerinin merkezi olmasının yanısıra, sosyal ve politik eylemlere de yardımcı olma zorunluluğu vurgulandı ve kitlesel sendikalar kurulması kararı benimsendi. Üç yıl sonra Marx, sendikaların sosyalizmin okulları olduğunu ifade etti.
Gökyüzünü fethe çıktılar
1870 yılında Fransa’da yine cumhuriyet ilan edildi. Yeni kurulan burjuva hükümet Prusya kuşatması altındaki Paris halkını Ulusal Muhafız adıyla silahlandırdığında, – henüz iktidarını sağlamlaştıramayan burjuvazi yanında – proletarya (ulusal muhafız) ikinci bir iktidar olarak şekillendi. “Çünkü işçi sınıfı artık ne zaman burjuva siyasi haklarını elde etmek için bir mücadele yürütüyorsa, bu mücadele her defasında bir iktidar biçimini alıyordu”.
18 Mart 1871’de Paris Komünü ilan edildi. Paris Komünü, hedefini “emeği, sınıf karşıtlığını ortadan kaldıracak ve toplumsal eşitliği sağlayacak yeni temeller üzerinde yeniden örgütlemek” olarak tanımladı ve uygulamaya koyuldu. Engels’in tanımlamasına göre “enternasyonal’in çocuğu”, Marx’ın tanımlamasına göre “imparatorluğun doğrudan antitezi” olan Paris Komünü, mülksüzleştiricilerin mülksüzleşmesini amaçladı. İşçi sınıfı iktidarı 72 gün elinde tuttu. Komün deneyimi, Fransız ve Prusya burjuvazisinin şiddetli saldırısı sonucu dağıtıldı. Komün, merkez bankasının kamulaştırılmasının zorunluluğu, köylülerin desteğinin alınması, proletaryanın bağımsız bir çoğunluk partisi şeklinde örgütlenmesi ve burjuva devlet mekanizmasının kırılması gibi dersler öğretti. Komün ve Enternasyonal yenildi ama gerisinde önemli bir deneyim bıraktı. Marksizm de proleter – sosyalist hareket içinde genelleşen – hakim bir ideoloji haline geldi.
İkinci Enternasyonal’in yumuşak karnı
19’uncu yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’nın tamamında kitlesel sendikalar ve kitlesel işçi partileri kuruldu. Yine Kıta Avrupası’nda savunulan 8 saatlik çalışma talebi, ABD’de yankılandı. “Sekiz saatlik çalışma talebi işçi hareketinin temel eksenini oluşturdu. 8 saat çalışma, 8 saat dinlenme ve 8 saat uyku temel prensibine dayanan bu talep; işçi sınıfının toplumsal ilişkiler ve zihinsel gelişimini içeren, daha iyi bir yaşam isteğinin cisimleştiği bir talep oldu”. “8 saatlik çalışma ve işçi sınıfının parlamentoda genel oy hakkı (yasallaşma) talebi, 19’uncu yüzyıl proletaryasının özgün politik gelişiminin ürünüdür. Ancak işçi partileri ve sendikalar güçlendikçe, gerek toplumsal yaşamdaki etkileri gerekse parlamenter temsilcilerinin etkileri geliştikçe, hareketin sorumluları parlamenter etkinliği mutlaklaştırmak, onu iktidar savaşımının temel aracı durumuna getirmek yönünde bir eğilim gösterdiler”.
İkinci Enternasyonal, serbest rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme – emperyalizme geçilen bir dönemde ortaya çıktı. 8 saatlik çalışma talebinin harekete kazandırdığı ivme, Birinci Enternasyonal’in maddi – manevi gücünün mirası, savaş karşıtlığı, genel – eşit oy hakkı ile parlamentoda temsil talepleri ve kitlesel işçi sınıfı partileri dalgası İkinci Enternasyonal’in ortaya çıkış koşullarını oluşturdu.
Ancak İkinci Enternasyonal önderlerinin büyük bir çoğunluğu, – farklı isimlerin önderliğinde ve farklı biçimlerde de olsa – siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından fethi ve üretim araçlarının kamulaştırılmasına karşılık, işçilerin devlet yönetimine katılması fikrini savundu ve tek tek reformlar uğruna mücadele ederek, kapitalizmle sosyalizmin barışçıl bir biçimde bütünleşmesini hedefledi. Bu partilerin örnek modeli ise Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) oldu.
Rusya’da gerçekleşen 1905 Devrimi ise önemli bir dönüm noktasıydı. Ancak iki yıllık bir mücadele sonrasında Çarlık inisiyatifi tamamen ele geçirdi. İşçi sınıfı mücadelesinde ilk kez ortaya çıkan “siyasal grev” olgusu, “Sovyetler” ve “Moskova Ayaklanması” pratiği 1871 sonrası “parlamenter mücadele alanına sıkışan” harekete “şiddete dayalı devrim” anlayışıyla yeni bir ivme kazandırdı.
Bu dönemde Leninizm, İkinci Enternasyonal’e hakim olan Marksizm yorumları içinde kendisine yer buldu.
Sendikal hareket tarih sahnesinde
Birinci Dünya Savaşı’na kadar gelen bu dönemde ise artık sendikal hareket, özerk bir başlık olarak değinilebilme özelliği kazandı. 1891 Brüksel Kongresi’nde sendikal faaliyet ve sendikalar arasındaki iletişim konuları ele alındı. Her ülkede bir sendikal sekretarya kurulması benimsendi. Bu sayede bir ülkede emekle sermaye arasında bir çatışma çıktığında, diğer ülkelerdeki işçiler bu çatışmadan haberdar olacak ve uluslararası dayanışma sağlanacaktı. Ayrıca tekellerin her sektöre hızla hakim olması, sendikaları meslek ve işkolu düzeyinde güçlendirme zorunluluğunu ortaya çıkardı. Bütün bu ihtiyaçların sonucu olarak Uluslararası Meslek Sekretaryaları kuruldu. 1903 yılında bu uluslararası sendika kuruluşları inşaat, madencilik, grafik sanatlar, taşımacılık, metalürji ve dokumacılık işkolları dahil olmak üzere 17 işkolunu kapsadı. Aynı yıl bütün ülkelerdeki sekretaryaları kapsayacak eşgüdüm merkezi olan Uluslararası Sendika Sekretaryası kuruldu. 1913 yılında Uluslararası Sendikalar Federasyonu’na dönüşen fakat Birinci Dünya Savaşı süreci içinde dağılan bu oluşum, dünyada bir sendikal merkez oluşturmak için yapılan ilk girişim sayılabilir.
Yine “Emek Birlikleri” adını verdikleri sendikalarda örgütlenen anarko-sendikalist anlayış 19’uncu yüzyılın sonunda doğdu. İşçilerin meslek ayrımı gözetmeksizin önce mahalli planda, sonra bölgesel ve ulusal planda biraraya gelmesini savunan anarko-sendikalizm, işçi sınıfının siyasal mücadele yoluyla değil, siyaset dışı alandan yapılan doğrudan eylem -genel grev- yoluyla devrim yapılacağını savunuyordu. Bu akım ifadesini Fransa’da Genel İş Federasyonu’nda buldu.
Bir de ABD’de Samuel Gompers’in adıyla özdeşleşen Gomperizm akımına değinmek gerekir. Liberalizmi öven, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesine karşı çıkan, işçi sınıfını bölen bu akım Amerikan Emek Federasyonu’nun (AFL) kuruluşundan 1924 yılına kadar devam etti (1893-95 arası hariç). AFL günümüze kadar benzer bir çizgiyi devam ettirdi ve ABD dış politikasının dünya işçilerine yönelik stratejisinin bir parçası haline geldi.
Devletin egemen sınıf olan proletarya olarak örgütlenmesi
Birinci Dünya Savaşı’nı İkinci Enternasyonal önderliği anayurt savunması olarak niteleyerek sosyal şoven bir tutum aldı ve burjuva hükümetlere katıldı. Ancak Karl Liebknect’in SPD milletvekilleri içinde savaş harcamalarına karşı oy vermesi sonrası sosyal demokrat harekette birçok karşı eylemler gerçekleşmeye başladı. “Emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi” çağrısını yapan Lenin savaş karşıtı azınlık içindeki azınlığı temsil etti.
Çokuluslu devletlerde ulusların kendi kaderini tayin hakkını ayrılma ve ayrı devlet kurma olarak devrimci bir tarzda ele alan, yeni bir Enternasyonal çağrısı, sosyal şovenlerden örgütsel olarak tamamen ayrışmayı da içeren bir azınlık partisi anlayışı, çağımızı “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak niteleyen emperyalizm analizi, Sovyetleri işçi sınıfının alternatif iktidar odağı olarak gören ve şiddete dayalı devrim pratiğini başaran devlet anlayışı ile Lenin önderliğinde Bolşevikler Rusya’da gerici – burjuva hükümeti devirdi. Kapitalizmin ve işçi sınıfının Avrupa devletleri içinde en az geliştiği, bir azınlık partisi tarafı
ndan gerçekleştirilen devrim Kapital’e ve Komünist Manifesto’ya meydan okudu. Ve böylece işçi sınıfı mücadelesi küllerinden yeniden doğdu.
Üçüncü Enternasyonal ve sendikal hareket
Üçüncü Enternasyonal’in temelini Ekim Devrimi, Sovyet Cumhuriyeti ve sosyal şovenizmle mücadele sırasında birçok ülkede komünist partilerin kurulması oluşturdu. Ekim Devrimi’nin etkisi işçi sınıfı içinde hızla yayıldı. Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya ve daha birçok ülkede işçi konseyleri deneyimleri yaşandı ve bu konseyler hızla iktidar organları olarak benimsendi. Ancak kendi özgünlükleri de olan bu deneyimler yenilgiye uğradı.
Bu dönemde dünya sendikal hareketini incelediğimizde üç ana akım buluruz.
Birincisi, İkinci Enternasyonal’in 1919’da yeniden kurulmasıyla faaliyete geçen Uluslararası Sendikalar Federasyonu (USF)’dur. Müttefik ve bazı tarafsız ülkelerin kurduğu USF, Avrupa ve Amerika’da 17.7 milyon işçiyi temsil ediyordu. Gerçekte sınıf uzlaşmasını savunan USF’nin yanında yine 1919’da şimdiki Birleşmiş Milletler’in kökeni olan ama o dönem başarısız olan Milletler Cemiyeti ve ona bağlı olarak da Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kuruldu. İkincisi, çeşitli ülkelerdeki Hıristiyan sendikaların birleşerek 1920’de kurduğu Uluslararası Hıristiyan Sendikaları Konfederasyonu’dur. 3.5 milyon üyesi olan Konfederasyon Hıristiyanlığın özüne aykırı olduğu için sınıf savaşımını reddetmekte ve sınıflararası sistematik işbirliğini savunmaktaydı. Üçüncüsü, 1921’de kurulan ve önce Komintern içinde bulunan sendikaların oluşturduğu Kızıl Sendikalar Enternasyonali (KSE)’dir. KSE’nin temel ilkelerini, kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması oluşturdu. KSE, geniş işçi yığınları içinde çalışmayı, sendikaların komünist partilerle organik bağ kurmasını savundu ve işçilerin – sendikaların sermayeye karşı doğrudan eylemi olarak boykot, grev ve fabrika işgallerini destekledi.
Bu dönemde klasik sömürge kurtuluş hareketleri demokratik bir niteliğe sahip oldukları için genellikle sosyalizme yöneldiler.
Faşizme karşı proletarya ve sendikal hareket
1929 Ekonomik Krizi ile liberalizmin güvenilirliği sarsıldı, işçi hareketleri yükseldi ve faşizmin iktidarı yaşandı.
Bu dönemde İtalya’dan başlayarak birçok ülkede “mali-sermayenin (finans-kapitalin) en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olan faşizm iktidara geldi. Üçüncü Enternasyonal 1935’teki Yedinci Kongresi’nde “faşizme karşı birleşik cephe” politikasını kabul etti. Böylece faşizmin iktidarda olduğu ülkelerde önce siyasal demokrasinin inşası hedeflendi.
1929 Ekonomik Krizi’nin belirlediği dönemde KSE politikalarına bakarsak, grevin en önemli mücadele aracı olduğunu görürüz. İktisadi mücadelenin kriz koşullarında direkt politik mücadeleye ve grevlerin, politik kitle grevleri şekline dönüştüğü, dönüştürülmesi gerektiği savunuldu. KSE’nin bu tespite rağmen sendikaları iktisadi mücadele aracı olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Bunun sebebi olarak, o dönemin politik konjonktürü ve komünist partilerin dünya çapındaki hızlı yükselişlerini gösterebiliriz. Yine sendikal örgütlenme, işyeri ve işkolu temelinde ele alındı.
1939’da başlayan ve altı yıl süren İkinci Dünya Savaşı, tarihin en büyük yıkım sürecidir. Ancak savaş sonunda faşizm yenildi ve dünya üzerindeki belirleyici aktörler değişti. Kapitalist ülkelerin lideri ABD oldu. Buna karşılık Doğu Avrupa ülkelerinin de sosyalizme geçmesi ve Çin Devrimi ile birlikte dünyanın üçte birinde komünist ülkeler yerlerini aldı.
Çift kutuplu dünya, yeni sömürgeciliğe karşı mücadele ve sendikal hareket
1945 sonrası kapitalizm ile sosyalizm arasındaki iktidar mücadelesi, sendikal mücadelenin bu iki kutup arasındaki mücadele sürecinde şekillenmesi ve yeni sömürge ülkelerde gelişen ilk mücadeleler bu dönemin köşetaşlarını oluşturdu.
1947 sonrası kapitalist bloğun patronu ABD’nin saldırgan politikaları derinleşti. Buna karşın Doğu Avrupa’daki halk demokrasileri üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve tarımsal üretimin kolektifleştirilmesi uygulamalarına yöneldi. 1943’te işlevsizleşen Komintern yerine 1948’de Komünist Enformasyon Bürosu (Kominform) kuruldu. Ancak Kominform, SSCB’nin 1956’da değişen politikaları sonucu kapatıldı. Yine Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi (Comecon) ve Varşova Paktı, Komünist Blok’un içinde oluşturulan ekonomik ve askeri örgütlenmeler oldu. Fransa ve İtalya’da da komünist partiler en büyük parti olarak ana muhalefet partileri -hatta iktidar ortağı- oldu ve sendikalar güçlendi. Çin’de ise süren iç savaş sonrası komünistler 1949 yılında iktidara geldi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası verilen ulusal kurtuluş savaşlarıyla emperyalist – klasik sömürge sistemi çöktü. ABD önderliğinde kurulmaya başlanan yeni sömürgecilik politikalarına karşı gelişen Küba, Vietnam ve Nikaragua devrimleri ise bu dönemde sosyalist harekete yeni bir dinamizm getirdi.
II. Dünya Savaşı sonrası çalışma hayatını düzenlemeye yönelik uluslararası sözleşmeler imzalandı. 1944’te Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün amaç ve hedeflerini belirttiği Philadelphia Bildirgesi, 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1950’de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 1966’da kabul edilen ve 10 yıl sonra yürürlüğe giren BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ile BM Kişi Hakları ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmeleri bunlara örnektir. Bu sözleşmeler çift kutuplu dünya, refah devleti konjonktüründe değerlendirilmelidir.
1945 sonrası uluslararası sendikal merkezlere bakıldığında çift kutuplu dünyanın bu döneme damgasını vurduğunu anlarız. İkinci Dünya Savaşı sürerken 1943 yılında anti-faşist mücadele içinde ilk sendikal işbirliği 1943’te İngiliz-Sovyet Sendikal Komitesi’nin kurulmasıyla başladı. Bu oluşuma Amerikan Sanayi Örgütleri Kongresi (CIO)’nin de katılmasıyla 1945’te Dünya Sendikalar Konfederasyonu (DSF-WFTU) kuruldu. DSF proleter enternasyonalizmini savundu. Federasyonun başlıca amaçları, savaş kışkırtıcısı ve faşizmin yaratıcısı olan büyük tekellere karşı savaşım, eşit işe eşit ücret ilkesi ve daha geniş sendikal haklar, sömürgeciliğin ortadan kaldırılması, ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması ve ulusal-uluslararası düzeyde sendikal birlik-dayanışma olarak özetlenebilir. SSCB’de 20’nci Kongre sonrası revizyonizmin iktidara gelmesi ile birlikte DSF de, barış içinde birarada yaşama tezine paralel sendikal politikalara yöneldi. Buna göre, tekellere karşı ekonomik mücadele verilmeli, ABD emperyalizmi ekonomik yönden yenilmeliydi. Sınıf savaşımının reddi anlamına gelen bu fikirler, 1965 yılıyla birlikte DSF içinde tamamen egemen oldu. DSF, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte etkisini kaybetti.
Bir diğer uluslararası sendikal merkez DSF’den ayrılan TUC, CIO ve AFL önderliğinde 1949’da kurulan Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU)’dur. ICFTU, 1947’de Marshall yardımı çerçevesinde DSF’de oluşan ayrılık ve paralel olarak AFL’nin 1946’da hür sendikaları biraraya getirme kararı sonucu ortaya çıktı. Esasen bu Konfederasyon ABD’nin oluşturmaya çalıştığı düzenin bir parçası olarak işlev gördü. Anti-komünist ve sınıf uzlaşmacılığına dayanan, bu noktada dünyada kendine bağlı sendikalar oluşturan ICFTU’nun temel ilkeleri, ILO ve BM kararlarına paraleldir. Bu iki sendikal merkez dışında Hıristiyan İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve Avrupa sendikalarının 1972’de oluşturduğu ETUC bulunmaktadı
r.
Sendikalar konusunda son olarak sendikal emperyalizm pratiğine değinmekte fayda var. Sendikal emperyalizm kavramı, özellikle ABD’nin politikalarını diğer ülkelerde uygulamak için denetiminde sendikalar oluşturması sonucu kullanıldı. Bu konu iki örnekle açıklanabilir. Birinci örnek İngiliz Guyanası’dır. Amerikan Uluslararası Haberalma Örgütü (CIA), merkezi Londra’da bulunan Public Services International-PSI sendikasına sızdı. Bu sendikaya bağlı Guyana Memurlar Sendikası’na komünizmle mücadele fonlarından para yardımı yapıldı ve buradan Latin Amerika ülkelerine şubeler açılması planlandı. Bu süreci AFL-CIO da destekledi. Öyle ki 1964’te Guyana’da darbe girişiminde bile bulunuldu. İkinci örnek ise Fransa’dır. 1947’deki büyük grev dalgasında CGT’nin bölünmesi amacıyla yapılan para yardımlarını AFL yaptı. Başbakan yardımcılığı dışında savunma, sanayi, çalışma, imar ve iskan bakanlıklarını elinde bulunduran komünistlere karşı sosyal demokratları iktidara geçirmeyi hedefleyen bu plan başarılı oldu. AFL-CIO ABD’de sınıf uzlaşmacısı bir tavır izlerken, hükümetin dış politikalarının bir aracı olarak da işlevlendi. Vietnam Savaşı’nı desteklemesi bu konuda en önemli örnektir. Yine AFL-CIO’ya bağlı olarak 1962’de kurulan Amerikan Hür İşçi Gelişim Enstitüsü (AIFLD), birçok ülkeden gelen sendikacılara, Amerikan çıkarları doğrultusunda eğitim faaliyetleri verdi ve kendilerine bağlı bir sendikacılar gurubu oluşturdu. AFL-CIO’ya bağlı bir başka örgüt de Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü’dür (AAFLI). Türkiye’de de Türk-İş’in bu enstitüyle faaliyetleri, Türkiye Direktörü Emanuel Boggs’un CIA ajanı olduğunun resmi belgelerle kanıtlanmasına kadar devam etti. Özetle ABD, dünyada kendine bağlı işçi sendikaları oluşturdu.
Böylece 1970’lerin sonuna gelindi…