Meclis bu hafta itibariyle tatile girdi. Ankara siyaseti de. Ancak bu yıl milletin vekilleri tatil köylerine gitmek yerine kendi köylerine gidecekler. Neden belli, referandum. Ve çok ama çok çalışmak zorundalar! Çünkü içeriğinin önemi bir yana sonucunda görülecek oy oranlarıyla da çok önemli. Referandum, üç ayaklı bir seçim maratonunun ilk etabını oluşturuyor. Hemen ardından genel seçim […]
Meclis bu hafta itibariyle tatile girdi. Ankara siyaseti de. Ancak bu yıl milletin vekilleri tatil köylerine gitmek yerine kendi köylerine gidecekler. Neden belli, referandum. Ve çok ama çok çalışmak zorundalar! Çünkü içeriğinin önemi bir yana sonucunda görülecek oy oranlarıyla da çok önemli. Referandum, üç ayaklı bir seçim maratonunun ilk etabını oluşturuyor. Hemen ardından genel seçim atmosferine girilecek ve bir sonraki yıl da cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak. Referandum, genel seçim anketi olarak değerlendirilecek.
Bu durumun ciddiyetini kavrayan ve aynı zamanda kavratmak isteyen Erdoğan da ilk etabın başlangıç düdüğünü ağlama gösterisiyle çaldı. Meclis’teki son grup toplantısında yaptığı konuşmada 12 Eylülcüler tarafından idam edilen devrimcileri ve sözüm ona tarafsızlık görüntüsü vermek için idam edilen birkaç faşisti, referandum sürecinin ana malzemesi yapacağını açıkladı. Bu durum için kullanılacak en hafif ifade, “istismar”dır. Kendi temsil ettiği hareketin hiçbir mağdurunu bulamadığı için, ne bulursa onu kullanı-yor. Varlık nedenlerini, palazlanma nedenlerini borçlu oldukları 12 Eylül’e karşı “sahte cihat” çağrısı bile ikiyüzlülüklerini örtemez. Kendi doğum kesesini yiyerek büyümeye çalışan ucubelere benzerler ancak. Bu toplumun ilerlemesinde, gelişmesinde hep takoz olmuş bir siyasi anlayış şimdi demokrasinin, insan haklarının tek savunucusu oldu!
Erdoğan’ın yaptığı bu konuşma kaba bir demagoji olmasının yanında kendi partidaşlarına bu süreçte izlemeleri gereken taktiği işaret etmesi açısından önemli. Artık her AKP’li karşılaştıkları CHP ve MHP seçmenlerine aynı laflarla ve aynı gözyaşlarıyla propaganda edeceklerdir. Parti disiplininin sıkı uygulayıcılarından olan Arınç, 12 Eylül’de faşist katilleri nasıl cansiparane savunduğunu anlatıp sahte gözyaşlarını dökmeye başladı bile.
AKP’nin sadece bu taktiği değil, bu süreçte izlediği diğer taktik ve söylemleri de tam bir yalan ve ikiyüzlülük taşıyor. 12 Eylülcülere yargı yolunun açılacağı bir yalan çünkü değişiklik geçmiş “suçları” içermiyor ve zaman aşımını geçersiz kılmıyor. 12 Eylülcüleri yargılamak ancak yaptıklarını “insanlığa karşı işlenmiş suç” kategorisine almakla mümkün; ama AKP bundan özenle kaçıyor. Bu konudaki samimiyetin bir diğer ölçüsü “Kemal Türkler Davası” karşısında AKP’nin yapmadıklarıdır. Bir başka yalan kamu çalışanlarına, “grev yapabilmelerinin yolunu açacak toplu sözleşeme hakkı veriyoruz” açıklamasında. AKP’lilerin çoğunluk olduğu bir uzlaştırma kuruluna son söz hakkını vererek, ne grev ne de toplu sözleşme hakkı sağlanmış olur.
Diğer yalan “yerindelik denetiminin” ortadan kaldırılmasında en açık ifade ile mevcut. Yargı, idarenin tasarruf takdirinde olan birçok denetimi kendisi yapıyormuş ve bu durum da yürütmenin yani hükümetin icraatlarını kısıtlıyormuş. O yüzden de Anayasa’nın 125. maddesindeki değişiklik ile yargısal denetim hakkının çerçevesi “hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz” ifadesiyle netleştiriliyor. Bu değişikliğin HSYK ya da Anayasa Mahkemesi’nin yapısında yapılmak istenen değişikliklerle hiçbir alakası yok, karıştırmamak gerek. Bu laf cambazlarının istediği değişiklik olursa artık bundan sonra mahkemeler “kamu yararını” gözetip bunların yağma ve talanlarını engelleyemeyecek. Kamu yararını ihlal etse bile özelleştirmeler durdurulamayacak, doğayı katletse bile HES’lerin yapımı devam edecek, ulaşım, su, elektrik zamları yürütmenin tam anlamıyla “vicdan”ına bırakılacak…
Gelelim AKP’nin ikiyüzlülüğüne. En çarpıcı iki örnek cumhurbaşkanlı-ğının yetkileri ve YÖK’tür. İktidara gelmeden önce bu iki konuda “yırtınan” AKP, iktidarı ele aldıktan sonra bu iki kurumun tüm olanak-larını ve yetkilerini sonuna kadar kullanmıştır. (Ve referandumda oylanacak pakette cumhurbaş-kanlığının yetkileri artmakta ve YÖK’e de hiç dokunulmamaktadır).
Asıl ikiyüzlülük Kürt sorununa bakışta çok daha çarpıcı. Gül’den Erdoğan’a ağızlarını açtıkları her durumda “bu ülkenin en önemli sorunu Kürt sorunudur” diyorlar. 26 maddelik değişiklik paketinde Kürt sorununun çözümüne ilişkin tek bir madde yok. Yani bu sorun gerçekte onlar için ilk 26’ya bile girmiyor. Üstelik bu kadar da değil; referandumdan alacakları “evet” o kadar önemli ki Kürt sorununun kendilerince çözüm sürecini bile dinamitlemekten çekinmiyorlar. “Özel hudut birlikleri” saçmalığı asıl olarak bir referandum taktiğidir. Sözde açılım siyasetinde hiçbir gerçek adım atamayan AKP, asker cenazelerinin artması ve muhalefetin bastırmaları karşısında yeni bir uzlaşma manevrası yaptı. Akıllarınca, CHP’nin ve MHP’nin baskısını geçiştirecekler, genelkurmaya yeni bir çekiç verecekler, hem gönüllü hem maaşlı ölmeye ve öldürmeye aday ve elbette badem bıyık bırakmaya dünden razı 10 bin kişi istihdam edecekler. AKP’nin açılım için bulduğu tek gerçek adım. Erdoğan’ın her fırsatta söylediği deyişi onun için söylemek gerek; “Şecaatini arz ederken sirkatini söylüyor;” yani “kendini överken ayıbını söylüyor”. Aynı durum “taş atan çocuklar” için de geçerli. Yasayı çıkardıktan sonra ortalığa dökülüp bu durum için övünecekler ancak asıl ayıp o çocukları yıllardır cezaevlerinde tutmaktır.
Bu arada açılımın da Habur’a geri döndüğünü belirtmek gerek. Yine bu satırlarda bir tehlikeye işaret edilmişti; açılım denilen süreç doğru yönetilemezse eski başlangıç noktasına dönmek dahi imkansızlaşır. Şimdi bu tehlike çok daha büyük.
Tüm bunlar AKP’ye karşı olmak ve yapmaya çalıştığı “revizyonları” engellemek için yeterlidir. Çünkü açıktır ki tüm bu süreç ne halkın doğrudan katılımına açılmıştır ne de halkın doğrudan çıkarına hizmet etmektedir.
“Toplumsal muhalefet elbette ki hayır cephesini örgütleyecektir”. Bu cümle bu satırlara ilk kez 25 Mart’ta yazılmıştı. Aradan geçen dört ayda toplumsal muhalefet bileşenleri yavaş yavaş tutumlarını netleştirdi. Bu tutum alışlarda tam bir uyumdan ve tutarlılıktan söz edebilmek mümkün değil. Ancak her şeye rağmen önemli bir bölümü “hayır” tavrında ortaklaştı.
CHP ile başlayalım. CHP, toplumsal muhalefet içerisinde sayılabilir mi? Anayasaya paketi karşısındaki gerekçelerine bakılırsa elbette ki sayılamaz. Neden mi? Çünkü CHP, sürecin başından itibaren bu pakete ilişkin tüm muhalefetini HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısındaki değişikliklere ilişkin yaptı. Hatta CHP genel başkanı, “bu ilgili maddeleri ayırsınlar geriye kalanlara biz de ‘evet’ oyu verelim” bile dedi. Yani “evet” oyu verecekleri maddeler (yukarıda bir kısmı sayılan); sahte 12 Eylül yargılaması, grev hakkı vermeyen sahte toplu sözleşme hakkı, kamu yararı gerekçesini ortadan kaldıran yargı kısıtlaması, pozitif ayrımcılığı belirgin hale getirmeyen cinsiyetçi düzenleme, emek örgütlerini siyasal iktidarın güdümüne sokacak olan Ekonomik ve Sosyal Konsey düzenlemesi vb. idi. CHP’nin bu konularda hiçbir muhalefeti mi yok, yoksa ilgisi mi yok? Toplumsal muhalefetin asıl derdi bu başlıklar. Elbette ki AKP’nin yargıyı ele geçirme girişimleri ciddiye alınmalıdır; ancak bunu engellemek için bile dayanılması gereken güç bürokrat, elit devlet kadroları değil, halk olmalıdır. Halkı, bu konuda popülist söylemlerle yedeklemeye çalışılan bir zihniyet toplumsal muhalefetin ne öncüsü ne de bileşeni olur. CHP’nin şimdi, hemen, acilen yapması gereken iş; “hayır” oyu istediği kitleye, kendisinin nasıl bir anayasa değişikliği önerdiğini ayrıntılarıyla
açıklamasıdır. Siz şimdi “hayır” deyin, “sonrasına bakarız” aldatmacasına girmeden.
Emek örgütlerinin bu süreçteki duruşlarının da tutarlı olduğunu söylemek ne yazık ki imkansız. Örneğin KESK’in duruşu ne kadar anlaşılabilir? Referandumda “evet” yada “hayır” tercihlerinde üyelerini serbest bırakıyorlarmış, KESK olarak net bir karar açıklayamazlarmış. Kamu çalışanlarını doğrudan ilgilendirmeyen maddeler olsa bu tutumu (anlamayız ya yine de) anlıyormuş gibi yapalım. Hadi diyelim ki siyasal, toplumsal sorunlar karşısındaki misyonunu unuttu ancak KESK’in varlık nedeni; kamu çalışanlarının grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkını savunmak, kazanmak değil mi? AKP’nin bu sahtekarlığı karşısında hangi akla hizmet “biz karar belirtemeyiz” demek. Sendikal düzenlemeler, Ekonomik ve Sosyal Konsey’de mi ilgi alanlarına girmiyor? KESK bu konuda karar veremezse hiçbir konuda veremez.
DİSK ise referandum konusunda en açık tutum belirten yapılardan biri oldu. “Anayasak” ve “banayasa” ikilemi de siyasal propaganda çalışması için anlaşılabilir “keşif”ler. Anlaşılabilir olmayan DİSK’in bu süreçteki garip ittifak arayışları. TÜSİAD ile ortak bir söylem arama ilişkisinin DİSK’in sınıf sendikacılığı çizgisine hiçbir katkısı yoktur, DİSK’in böyle bir ilişkiye ihtiyacı da yoktur. TÜSİAD ile girilecek ilişkide konum da bellidir, soru da. Ülkenin çağdaşlaşmasından, demokratikleşmesinden, evrensel hukuk kurallarının işletilmesinden yana olan TÜSİAD’cılar, çalıştırdıkları işçilerin tamamını sigortalı yapıyorlar mı, sendikalaşma oranı %100 mü? Taşeronlarında ya da fason iş yaptırdıkları yerlerde sendika ve sigorta kriterlerinin uygulanmasını şart koşuyorlar mı, buralarda çocuk işçi çalıştırılmasını engelliyorlar mı? İster kadın, ister erkek olsun patron sınıf karşıtıdır, arasıra hatırlamak/hatırlatmak gerek.
BDP’nin referandumdaki boykot tavrını da genel seçimlerde izleyecekleri çizginin ilk aşaması olarak görmek, en anlaşılabilir değerlen-dirme olsa gerek. Seçimde en az 20 milletvekili çıkarma baskılanması özel taktikler gerektiriyor. BDP’nin “boykot”unun “bölge” için uygun bir taktik olup olmadığı tartışılabilir. Bölge halkı çoğunluğunun seçim sandığına gitmeyerek “halk grevleri zincirine” yeni bir halka eklemesi, BDP’nin seçime doğru ilerlemekte olan sürecin inisiyatifini elde tutmasında diğer taktiklerden daha olumlu bir rol oynayabilir. Ancak bu taktiğin Batı’da da sol muhalefet için uygun mecrayı temsil ettiğini ileri sürmek mümkün değil.
Soldaki diğer boykotçuların BDP’nin saikleriyle hareket etmediği aşikar. İçlerinde ESP, SDP, EHP gibi “parti”lerin bulunduğu gruplar BDP gibi “gücümüzü gösterelim”den ziyade “güçsüzlüğümüzü göstermeyelim” den hareket ediyorlar. Siyasal varlığın kanıtı, en uçta gözükmeye çalışmak olunca “devrimcilerin, sınıfın çıkarından başka çıkarı yoktur” ilkesi revize edilmek zorunda kalıyor. Hatta bazıları, AKP’nin halk düşmanı maddelerine “hayır” diyenleri, MHP’nin ekmeğine yağ sürmekle suçlanacak kadar ucuz, adi polemiklere malzeme yapılıyor.
Devrimcileri ise bu süreçte bekleyen en önemli engel ise motivasyon eksikliği olacak. Neye ve niçin “hayır” dediklerinin bilincinde olmalarına rağmen CHP’nin sahip olduğu avantajlara sahip olamamak, BDP’nin boykot tavrının yarattığı baskılanma ikincil bir konumda olacakları endişesine neden olabilir. Oysa ürkek bir siyasal kampanya çok daha kötüdür. Üstelik gerek CHP’nin gerekse de BDP’nin yanlışları ve süreci kavrayamaması çok ciddi bir siyasal boşluk yaratmış durumda. Bu boşluğu dolduracak siyasal çizgi ve donanım ise mevcut, gerekli olan kararlı, inatçı ve militan çalışma tarzını devrimciler defalarca gösterdi zaten.
Durumun ciddiyetini daha iyi anlamak için olası sonuçları değerlendirmek yararlı olur. Eğer referandumdan “evet” çıkarsa, bu durum iktidar tarafından daha güçlü ve daha kapsamlı bir anayasa değişikliğinin önünü tıkamak için kullanılabilecektir. Uzunca bir süre “12 Eylül anayasasını değiştirdik” şişin-mesi hakim olacak ve siyasal iktidarın halk muhalefetine karşı uyguladığı baskıcı politikalar daha da güçlendirecektir. “Hayır” sonucunun kamu vicdanında “12 Eylül Anayasası’na devam” olarak yorumlanacağı iddiası ise tümüyle içi boş bir iddia olarak kalacaktır. Mevcut anayasanın elden geçirilmesi doğrudan doğruya kurulu düzenin bir talebidir. Bu paketin içinde yer alan Ekonomik Sosyal Konsey, Kamu Denetçiliğii’ne benzer düzenlemeler gibi birçok anayasa değişikliği talebi düzen güçlerinin “ortak” talepleridir. Dolayısıyla, “Anayasa Reformu” Türkiye’nin gündeminde bizzat düzenin kendisi tarafından tutulmaya devam edecektir. Olası bir “Hayır” sonucu, yeni anayasa deği-şikliği girişiminde bu paketteki kısmi “gevşemelerin” biraz daha ileri götü-rülmesini zorunlu hale getirecektir.
Dört ay önce bu köşeden ifade edilen son cümleler hala geçerlidir: “Hayır”ı örgütlemek aynı zamanda güçlü alternatifler oluşturmayı zorunlu kılar. AKP’nin ya da sermayenin ya da bilmem kimin anayasa maddeleri değil, ‘halkın anayasa maddeleri’ bu sürecin güçlü hareketlerine dönüşebilir/dönüştürülmelidir.”