Bundan on yıllar önce insanlık için geleceğin kavgasının hangi madde üzerine olacağına ilişkin bir soruya “su kavgası” diye yanıt vermek kimsenin aklının köşesinden pek geçmezdi. Tekellerin toprak kavgalarını, petrol savaşlarını bilenlerimiz için su henüz görünürde olmayan bir şeydi. Ekolojik yaşam ile ilgili sorunlar bizi değil de biraz da küçümseyerek baktığımız çevrecileri ilgilendirirdi. Oysa şu süreçte […]
Bundan on yıllar önce insanlık için geleceğin kavgasının hangi madde üzerine olacağına ilişkin bir soruya “su kavgası” diye yanıt vermek kimsenin aklının köşesinden pek geçmezdi. Tekellerin toprak kavgalarını, petrol savaşlarını bilenlerimiz için su henüz görünürde olmayan bir şeydi. Ekolojik yaşam ile ilgili sorunlar bizi değil de biraz da küçümseyerek baktığımız çevrecileri ilgilendirirdi. Oysa şu süreçte çevre yaşamının temel direği su üzerine kapitalistlerce kurulan planlar emek cephesinin mücadelesinin orta yerinde tutuşmuş bir fitil olarak yer almış durumda.
Çevre ile ilgili haber, film vb. yapımlarda, hep insanlığın ekolojik yapıyı bozduğundan filan dem vurarak, yani özne olarak “insan” gösterilip, herkesin elini çabuk tutarak geriye kalanları kurtarması önerilir. Suçlanan genel olarak insandır; sen, ben, biz, o, onlar… İşte burada ‘yeter artık durun‘ demek hakkına çoktandır sahibiz. Ekolojik dengenin bozulmasında mülksüzlere, açlık içinde kıvrananlara, Afrika’da susuzluktan can çekişenlere bile pay çıkarmak çarpık ve adaletsiz bakış açısının bir ürünüdür. Sorunun asıl müsebbibini tanımlamak yerine, ‘hepimiz‘, ‘bütün insanlık‘ gibi söylemler ışığında yapılan tespitler, aslında çevre ile ilgili sorunu tanımlamak ve soruna karşı harekete geçmek açısından hedef saptırmaktan başka bir şey değildir.
Toprağa, suya, ormana, kentsel dokuya sahip çıkması gerekenler ilgili çevre üzerinde yaşayan halkın kendisidir. Ortada bir kirleten varsa, ki vardır; bu kirleten, toprağı işleyip, suyu gereğince kullanan üretenlerin, vatan dediğimiz toprak parçası üzerinde yaşayanların kendisi olmadığına göre doğal ve buna bağlı olarak sosyal yaşamın dengesini hiçe sayarak kaynaklar üzerinden para sağlayan sermaye patronlarının hedef gösterilmesi gerekmez mi? Medya kuruluşlarının yayınları hedef saptırmayı bilinçli olarak yaptıkları gibi, çevresine sahip çıkan halkın mücadelesini de görmezden gelmektedir.
Su kavgası, yol kavgası, köprü kavgası neden emeğin, emekçilerin sorunu? Emeğimizi, alınterimizi sömürerek varlığını koruyan sermaye düzeni yer küremizin doğal kaynaklarını, doğal hayatın kendisini hiçe sayarak amansızca yağmalıyor, geleceğimizin kaynakları elimizden alınıyor. Aslında Amerika yerlileri suya doğal kaynak denmesine bile karşıdırlar. Yerliler, suya kaynak değil de tartışmasız olarak yaşamın kendisi demeyi yeğliyorlar. Bunun yapyalın akılcı bir gerçek olduğu tartışılmazdır. Bütün canlıların varlık nedeni sudur. Ancak kâra dayalı sömürü düzeni gelinen aşamada dünyada en çok bulunan, hatta sık sık “sudan ucuz” bir tabir eşliğinde, her daim her noktada canlıların yaşamı için kolay erişilebilir hayat koşulunu gerek ulusal, gerekse de uluslararası boyutta ticarete dökmüştür. Parası olana su demek, ‘paran varsa yaşa, paran kadar yaşa‘ demektir. Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayanlar için bundan daha büyük ezici bir neden olamaz. Dünya ölçeğinde ormanlar yağmalanmış, hayvan türlerinin sonu getirilmiş, maden kaynakları tüketilmiş, kullanılabilir su kaynakları ya kirletilmiş ya önüne setler örülerek doğal denge ve bu denge üzerine kurulu sosyal yaşam tarumar edilmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Fırat ve Dicle önüne kurulan barajlar buna en iyi örnektir. Önceleri nehir üzerine kurulan barajların kendilerine refah ve uygarlık nimeti sağlayacağını düşünen çevre köyleri yerlerinden yurtlarından göçüp, toprakları üzerinden yetiştirdikleri ürünlerinden olduklarında geri dönüşü olmayan acı bir gerçekle yüz yüze olduklarını iş işten geçtikten sonra fark edebilmişlerdir.
Kapitalist düzenin çarkını döndürmek için gerekli enerjiyi sağlamak açısından kurulan barajlar yeterli olmayınca, bir yandan nükleer santraller için projeler uygulamaya konulurken diğer yandan gözlerini büyük nehirlere su taşıyan derelere çaylara göz dikmişlerdir. Ülkemizin doğal açıdan en bakir kalmış yerleri Karadeniz’de Rize, Artvin; Doğu Anadolu’da Munzur Vadisi sermayenin yeni talan alanı olarak seçilmiştir. Rize’yi Rize, Artvin’i Artvin, Munzur’u Munzur yapan özel yaşamın sırrı derelerde ve çaylarda yatmaktadır. Bunlar üzerine kurulmak istenen hidroelektrik santralleri (HES) doğal ve sosyal yaşamın dengesini tamamen alt üst edecektir. Elbette ki bu hesaplar yeni değildir. Su üzerine yapılan hesapların, planların bizim gibi suyu bol bir ülkede bile geriye doğru elli yıllık bir geçmişi vardır. Büyük nehirleri ve çevresindeki yaşamı bitirdikten sonra yağmanın kuytu ve köşede kalanlara geleceği belliydi. Elli yıl önce belki de yarım litre suya plastik şişede 50 kuruş ödeyerek içebileceğimizin hayalinden bile uzaktık. Suyun doğamızdaki bolluğuna ve erişilebilirliğine baktığımızda bu bizim yaşamımızı sürdürmek açısından çok pahalıya satın aldığımız bir madde niteliğindedir. Bu, kapitalizmin suyu nasıl bir metaya dönüştürmüş olduğuna gündelik yaşamımızdan basit bir örnektir.
Türkiye su kaynakları bol bir ülke olmasına rağmen tıpkı elektrikte, haberleşmede olduğu gibi suyu da halkına en pahalı kullandıran ülke konumundadır. Ülkemizde bir metreküp suyun fiyatı 3.40 dolardır. Bu rakamla Türkiye suyu en pahalı satan ülkedir. Türkiye’den sonra sırada 3.01 dolarla Almanya ikinci gelmektedir. Tabii bu fiyatlar evlerimize, işyerlerimize ulaşan şebeke suyu için geçerlidir. Asıl çarpıldığımız, soyguna uğradığımız, yaşam kaynağımızı para karşılığı edindiğimiz nokta irili ufaklı şişelere ödediğimiz fiyat karşısında çıkmaktadır. 1 litrelik pet şişe suya ödediğimiz fiyat 1 TL’dir. İSKİ’nin ASKİ’nin ya da İZSU’nun bir metreküp suyuna ortalama 3.40 dolar (5.00 TL diyelim) öderken, bakkaldan, marketten satın aldığımız suyun bir metreküpüne (1000 litre) 1000 TL ödemekteyiz.
Enerji şirketleri Karadeniz’de derelere göz konulmasından rahatsız olarak mücadele yolunu seçen çevre köylülere yerli yöneticiler aracılığıyla rüşvet bile önermektedir. HES’lere yönelik mücadeleyi engellemek için sermaye çevreleri bu ve benzeri kirli oyunları bir süredir devreye koymuşlardır. Suya sahip çıkan, deresine sahip çıkan halkın karşısında devlet belediyesi ve jandarmasıyla dikilmektedir.
Geçtiğimiz yıl gazetelerde çıkan bir habere göre Avusturalya’nın Bundanoon kasabasında suyun pet şişe ile satılması yasaklanmış. Yasak kararı halkın katıldığı referandum sonucu belirlenmiş. Pet şişelerle suyun satılması yasaklanınca şehrin belirli yerlerine ücretsiz su çeşmeleri kurulmuş. Referandum için kampanya yürüten semt sakinlerinin amacı hem suyu ticari bir meta olmaktan kurtarmak hem de çevreyi kirleten pet şişelerin ortadan kalkmasını bunun yerine cam şişe kullanılmasını sağlamak. Semt sakinlerinden Huw Kingston, “İnsanlar burada su çıkarılıp, sonra Sydney’e götürülüp, ardından şişelerle geri getirilerek musluk suyunun 300 katı fiyatına satılması fikrinden hoşlanmadılar” derken Kampanya sözcüsü John Dee, “Siyasetçilerimiz iklim değişikliğini nasıl ele alacaklarıyla boğuşurken Bundanoon, yerel seviyede bazen gerçek ve ölçülebilir değişiklikler yapabileceğimizi ortaya koydu” diye konuşmuş. (Kaynak: 29 Eylül 2009 Cumhuriyet gazetesi)
Geçtiğimiz günlerde ise Ekvador’un başkenti Quito’da yerli halk, hükümetin su kaynaklarını özelleştirme planlarını görüştüğü Ulusal Meclis binasına girmeye çalıştı. Halkın talebi suyun kullanımının yerel bölgelerde kurulacak konseyler tarafından belirlenmesiydi. Sonuç ne oldu bilemiyoruz ama bir şey halkın, emekçilerin önünde net olarak beli
rginleşmiş durumda: yaşadığımız çevre ve bu çevre içindeki tüm varlıklar “vatanımız” dediğimiz toprağın üstünde yaşayan biz insanlara, alınteri ve emeğiyle geçinen halka aittir. Bu gerçeği üç beş yeşilcinin işi diye görmezden gelip, aç gözlü sermayenin yağmasına terk edemeyiz. Bizim düşlediğimiz insandan, haktan yana bir dünya doğal kaynaklarımızın varlığı ile şekillenecektir. Yaşamın kendisi olan su emeğin mücadelesinin bir parçasıdır. Çünkü sermaye onu yağmalanan alınan satılan bir maddeye dönüştürmüştür. Derlere çaylara göz koyan patronlar ve onların yerel temsilcilerine, hükümetlerine karşı mücadeleyi geliştirmek bizim görevimizdir.
Dünyayı insanlık değil, sermaye düzeni kirletti. Bu kire karşı duracak, bu kiri temizleyecek olan ise emekçilerin örgütlü duruşu olacaktır.