Tayyip Erdoğan her fırsatta “En az 3 çocuk yapın” diyor. Tekel işçilerini fırçalarken “Bu ülkede 3,5 milyon işsiz var. Asgari ücretle çalışmak için devamlı kapımızı aşındıranlar var. Bunların olduğu bir ülkede siz neyin peşindesiniz” diyor. 16 Şubat’taki gazeteler şöyle yazıyor: “Bir yılda işsiz sayısı 233 bin arttı. İşsizlik yüzde 13,1 oldu. Genç nüfustaki işsizlik oranı […]
Tayyip Erdoğan her fırsatta “En az 3 çocuk yapın” diyor.
Tekel işçilerini fırçalarken “Bu ülkede 3,5 milyon işsiz var. Asgari ücretle çalışmak için devamlı kapımızı aşındıranlar var. Bunların olduğu bir ülkede siz neyin peşindesiniz” diyor.
16 Şubat’taki gazeteler şöyle yazıyor: “Bir yılda işsiz sayısı 233 bin arttı. İşsizlik yüzde 13,1 oldu. Genç nüfustaki işsizlik oranı ise yüzde 24,1. Yani her dört gençten biri işsiz.”
Bu veriler aslında AKP hükümetinin, Tekel işçilerinin taleplerini neden yerine getiremediğini daha doğrusu neden yerine getirmediğini gösteriyor. Erdoğan’ın amacı, Tekel işçilerine iş bulmak değil tam tersine onları işsiz hale getirmek. Bir işi olanları ise güvencesiz ve “olabilecek” en düşük ücretle çalıştırmak. “En az üç çocuk yapın” fetvası, ucuz işgücü piyasasına siz de katkıda bulunun çağrısıdır. İşsizlikle korkutmak, para almasanız bile çalışmaya devam edin demektir. Misyon, patronlar için ucuz, güvencesiz, örgütsüz, biat kültürünün hâkim olduğu bir “emek cenneti” yaratmak. Biat kültürü demişken MÜSİAD kurucu başkanı Erol Yarar’ı anmamak olmaz. Ona göre “Allah insanları imtihan etmek için, bazısını fakir bazısını zengin etmiştir. Hiçbir kulun, Allah’ın bu hükmüne itirazı olamaz”.
Hemen her konuda laf yetiştirmeyi bir görev bilen TÜSİAD’ın bu konuyu sessizlikle karşılaması onun da tavrını ortaya koyuyor.
Tayyip Erdoğan’ın Tekel işçilerinin mücadelesine karşı savaş açmasının asıl nedeni, yaratmaya çalıştığı emek cenneti için onların direnişini en büyük tehlike olarak görmesidir. Bu kadar çok yalana, çarpıtmaya başvurması da bu yüzden. Çünkü Tekel işçileri kazanırsa aynı durumda olanlar ve olacak olanlar da mücadele edecek ve kazanacak (cin artık şişeden çıktı). Emekçilerin kazanması, üstelik mücadele ederek kazanmasından daha korkutucu ne olabilir egemenler için.
Korkmakta haklılar çünkü emekçiler kazanırsa (kısa vadede) iki şey olacak. Patronların kar oranları düşecek (ki çok kar etmek var olma nedenleri) ve AKP, iktidarı fiilen “paylaşmış olmak” zorunda kalacak. AKP zihniyetinin, iktidarı paylaşmak konusuna bakışını ise en iyi Abdullah Gül özetliyor: “Bir ülke için en kötüsü nedir bilir misiniz? Yönetimde birden fazla güç odağı olmasıdır! Bir ülkede çok odaklı güç varsa, o ülkede karar almak zorlaşır. Ülkeyi yönetmek de zorlaşır!” (Demokrasi aşığı değil mi?)
Tam da bu nedenlerle Tekel işçilerinin direnişi sadece onlarla sınırlı kalamaz, kalmamalı da. Tekel işçilerine verilen/verilecek destek de basitçe bir dayanışma etkinliği olarak görülemez. Bu direniş, nitelik ve nicelik olarak ilerletilmek zorunda. Artık sınıf mücadelesi için yeni bir dönemin kapıları aralanıyor. Tekel direnişi, yeni direnişlerin de habercisi. Ve siyasi iktidar, işçiler için Ankara’nın bir çadır kent olacağının farkına varmalı.
İçinden geçtiğimiz dönem hem öğretiyor hem de eğitiyor. Ve sahip olduklarımızın değerini bir kez daha hatırlatıyor. Sosyalist ideoloji ne kadar alternatifsiz olduğunu “beş vakit komünist” yaparak kanıtlıyor.
Sarı sendikacılığın “ince” taktiklerinin en nezih örneklerini öğreniyoruz. Hak-İş’ten “nasıl gerekçe yaratılıp mücadeleden sıvışılır” oyununu izledik. Türk-İş’ten “önde dur ama ilerleme” taktiğini. İnce taktiklerden bir örnek de, toplantı yeri seçimi. Bu sürece yön vermek için Türk-İş’in başını çektiği emek örgütleri çeşitli zamanlarda bir araya gelip toplantı yaptılar ve kararlar aldılar. İlk toplantı Türk-İş merkezinde sonra sırayla Kamu-Sen ve KESK merkezlerinde. Ve dördüncü toplantıyı da 22 Şubat’ta İstanbul’da DİSK’in merkezinde yapma kararı aldılar. Neden? Konfederasyonlar arasında bir “iade-i ziyaret” teamülü mü var? Normal olan “direnişin geleceği ile ilgili kararın, direnişin merkezinde” verilmesidir yani “Tekel çadırında”. Ancak aldığı kararı işçiye beğendiremeyecek yönetici kaçar ve 450 km uzakta toplanır.
Sınıf mücadelesinin, karizmaları da nasıl kalıcı bir biçimde çizdiğini öğreniyoruz. Örnek mi?
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek. Başkalarının bilimsel makalelerini araklayıp profesör olan Ömer Dinçer, öğretim üyelerinin karşısına bile çıkabilir ama işçilerin karşısına çıkamaz artık. Yoksul köylü çocuğu Mehmet Şimşek’i İngiliz vatandaşlığı değil ama işçi düşmanlığı damgalayacak.
Sınıf mücadelesi, dışarıdan solcuları ve “işçi sınıfının çıkarından başka çıkarları” olanları da eğitiyor. Mustafa Türkel, “ne olursa olsun son kararı işçiler referandumla verecek” diyor. Bu koşullarda çok da doğru yapıyor. İşçi, kendi kaderini kendi belirlemeli. Buna rağmen bazı solcularımız, işçinin referandum yapmasını doğru bulmuyor; yanlış kararlar çıkabilirmiş.
Ancak şimdi “dersi tekrar etmeyi” sonraya bırakacağız. Tüm gücümüzle “derse katılma” zamanı. Erdoğan tarihi 1 Mart’a verdi. Sınıf mücadelesinin Erdoğan’ın biçtiği tarihle sonlanmayacağı kesin. Her gün yeni bir iş yapmanın, yeni bir adım atmanın “zorunluluğunu” sunuyor. Bu zorunluluk; Tekel direnişinin ateşini canlı tutmak, bu direnişi tüm ülkeye yaymak ve mücadeleyi güvencesizlik karşıtı bir hedefe ilerletmek…
Çok uzun yıllardan sonra gerçekleşen bu kadar önemli bir sınıf mücadelesi sürecinde diğer siyasal gelişmeler “önemini yitiriyor”. Ancak gelişmeleri yine de not etmekte yarar var. Ergenekon operasyonu artık tamamen İçişleri Bakanlığı sürecini bitirip, Adalet Bakanlığı’na girişti. Fethullahçıların yargı alanındaki operasyonu uzunca bir süre daha sürecek. Erzurum ve Erzincan savcılarının kapışması “eskilerin” en azından şimdilik “vuruşarak çekilme” taktiğine örnek. Artık Yargıtay da müdahil. HSYK tarafını belirledi bile.
“Kürt sorunu” Mart ayını bekliyordu, ta ki Hatip Dicle’nin Beşir Atalay’ı hedef tahtasına koymasına kadar. AKP, Mart ayında yeniden sıcak gündem haline gelecek sorun karşısında atacağı yumuşatıcı hamleleri hazırlamıştı bile. Bunların başında da “taş atan çocuklar” hakkında yapacağı yeni yasal düzenleme vardı. Ancak Hatip Dicle’nin “Habur’daki hâkimleri İçişleri Bakanı ayarladı” açıklaması, BDP tarafından yalanlanmasına rağmen süreci kontrolden çıkardı. Mart ayı için artık yeni planlar yapılmak zorunda.
Dış politikada ise bir süredir varolan sessizlikten sonra tekrar düğmeye basıldı. Neredeyse bütün televizyon temsilcileri Afganistan’a götürülüp Türk ordusunun oradaki varlığı konusunda özel haber yapmaları sağlandı. Aynı dönemde ABD’nin Taliban’a yeni bir operasyon başlattığını öğrendik. Taliban’ın ikinci adamı yakalandı. Ama diğer taraftan aynı ABD, yine aynı Taliban’la Afganistan’da varolan iktidara katılması için görüşmeler yapıyordu. Klasik bir “uçlardan arındırma” operasyonu. Sözde bir diyalog süreci için de “silahının namlusu yere bakan” Türk askeri biçilmiş kaftan. İstihbarat toplamak için “ara sıra” Türk askeri üniforması bile giyen ABD’liler için daha iyi ve daha ucuz bir partner nereden bulunacak?
Erdoğan’ın İsrail’le giriştiği ağız dalaşının iki iktidar arasındaki gerçek ilişkilere yansıması zaten mümkün değildi. Erdoğan döneminde imzalanan insansız uçak (Heron) alımının artık teslimat dönemi geldi. Bu teslimatla birlikte yapısal silah ticareti ilişkisi bir kez daha teyit edilecek ve bu süreçle de AKP yeniden Suriye ile görüşmelerde rol alabilecek.
İran işi daha zor. Bu konuda kimin kimi kul
landığı şimdilik belirsiz. Türkiye üzerinden kurulan ilişkinin İran’a tampon oluşturduğu aşikâr.
Her şeye rağmen AKP, rolünü artık iyice ezberledi. İktidarda kalmanın yolu İsrail, Irak, İran ve Afganistan’dan geçiyor. Bir de Tekel işçisi, Erdoğan’ın bu büyük misyonunu anlasa ne iyi olurdu! Sınıf işte, kendi çıkarından başkasını düşünmüyor ki…