Şöyle bir lafı sıkça duyarız ya da ederiz: “Türkiye’de demokratik ve sosyal haklar tepeden verildiği için bu haklar geri alındığında halk hiç tepki göstermedi. Çünkü kendi mücadelesiyle almamıştı.” Sanırım bu tezin arka planını oluşturan iki önemli olgu var. Bunlardan birincisi Cumhuriyetle birlikte kazanılan haklar ikincisi ise 27 Mayıs darbesi sonrası sağlanan göreceli demokratikleşme. Cumhuriyetle birlikte […]
Şöyle bir lafı sıkça duyarız ya da ederiz: “Türkiye’de demokratik ve sosyal haklar tepeden verildiği için bu haklar geri alındığında halk hiç tepki göstermedi. Çünkü kendi mücadelesiyle almamıştı.” Sanırım bu tezin arka planını oluşturan iki önemli olgu var. Bunlardan birincisi Cumhuriyetle birlikte kazanılan haklar ikincisi ise 27 Mayıs darbesi sonrası sağlanan göreceli demokratikleşme.
Cumhuriyetle birlikte ülkemizin bir modernleşme sürecine girdiği doğrudur. Ancak modernleşmenin işçiler ve köylüler ve halk yığınları için bazı sosyal-demokratik haklar sağladığına dair benim aklıma bir örnek gelmiyor. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi gerçekten de çok önemlidir ama bu daha çok dinsel bir toplumdan modern bir topluma geçişte sembolik değeri çok önemli bir ayrıntı olarak görülmesi gerekir. Kurtuluş savaşı süreci ve 1. Meclis dışında demokratik bir işleyişten, bir halk yönetiminden bahsetmek zordur.
27 Mayıs darbesi ise egemen kesimlerin kendi aralarındaki bir hesaplaşmanın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Darbe sonrası süreçte oluşturulan Anayasa ve seçim sonrası iktidar ortağı olan CHP’nin çalışma bakanı Ecevit’in hala lafı edilen grev yasası özellikle işçi sınıfı için demokratikleşme ve sosyal haklar açısından önemli kazanımlar sağlamıştır.
Bu gerçekliğe sadece “halkın böyle bir talebi yoktu, ‘tepeden inme’ verildi” diye bakmak son derece hatalı olur. Zira Türkiye’nin nasıl bir sosyo-ekonomik yapıya evrildiğini görmek bunu anlamak açısından yeterli olur. Kendi tarihimizin ilk büyük proleterleştirme dalgasıdır o günlerde yaşanan. İthal ikameci sanayileşme modeli için gerekli emek deposu sanayi bölgelerinde oluşmaya başlamıştı. 27 Mayıs bu süreçle birlikte geldi.
1963 yılının başında meşhur Kavel Direnişi başladı. Kavel direnişi başladığında henüz Ecevit’in yasası çıkmamıştı, işçiler yasa dışı olarak greve çıktılar ve Türkiye işçi sınıfının tarihine örnek olacak bir eylem gerçekleştirdiler. Aslında Kavel direnişi Türkiye’nin önündeki süreçte temel toplumsal çatışmanın hangi eksende olacağını çok açık olarak gösteriyordu.
İsterseniz gerek ’61 Anayasasına yön veren gerekse de seçim sonrası iktidar ortağı olarak sosyal haklar alanındaki düzenlemeleri gerçekleştiren CHP zihniyetinin o döneme nasıl baktığını Ecevit’in kendisinin kaleme aldığı “Ortanın Solu” başlıklı kitabından bir bölümle aktaralım: “Halkı adaletsizlikten, yoksulluktan, baskıdan kurtarıcı ve toplumu sosyal adalet içinde kalkındırıcı tedbirler alınmazsa ezilen, yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duyguları, kabarıp taşma noktasına varabilir. Sınaileşmeye başlamış toplumlarda bu tehlike daha da büyüktür. İşte o zaman aşırı sol akımlar, bu isyan duygusunu, yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirebilir. Ortanın solu, bu sele karşı en sağlam duvar, en etkili settir.” Bu pasajı kitabın 1966 baskısından aktaran Sungur Savran makalesinde Ecevit’in özellikle “sınaileşmeye başlamış…” vurgusunun işçi sınıfının tehdit olarak algılandığı anlamına geldiğini belirtiyor.
Özetle, ’60 sonrası “tepeden inme” mevzusunda iki şeyi dikkate almakta yarar var. Birincisi; yukarıda bahsedildiği gibi gerçekleşen göreceli demokratikleşme, dünya çapında yaygınlaşan sosyalizm tehdidi karşısında ülkemizde gelişmesi muhtemel bir toplumsal muhalefetin çerçevesini çizmeyi hedefleyen bir tedbirler paketi olarak ele alınmalıdır.
İkincisi ise; hakkın verilmesi kadar kullanılmasının da önemli olduğunu unutmamak gerektiğidir. Eğer Türkiye işçi sınıfı dendiği gibi “tepeden inme” haklara muhtaç olsaydı bu hakların kullanımı konusunda da acizlik içerisinde olurdu. Zira sınıf mücadelesi mevzuatla yürüyen hak mücadelesinden ibaret değildir. 1960’lı yıllarla birlikte 1980 darbesine kadar işçi sınıfı ve yoksul emekçi halk kesimlerinin dişe diş bir mücadele yürüttüğü çok açıktır. Sadece 15-16 Haziran direnişi ve DGM zaferi bile işçi sınıfının gücü ve kabiliyeti konusunda bilgi vermeye yeterlidir.
Kısacası egemen sınıflar ezilen sınıfların yararına bir hak verdiklerinde “bayram değil, seyran değil….” diye düşünmeyi ihmal etmemek lazım.
Halkın Sesi gazetesinin 97. sayısında yayınlanmıştır.