Yarınlar dergisinin Aralık 2009 sayısında, Orhun Demir’in “Çağdaş bir Dühring olarak Fikret Başkaya” başlıklı yazısını gördüğüm anda nasıl “mutlu” olduğumu anlatamam; okuduktan sonrakini ise hiç. Kolay değil, “koskoca ‘Fikret Hoca’ya” eleştiri yöneltilmiş ilk defa; birisi çıkıp onun yazdıklarının doğru olmadığını söylemeye cesaret edebilmiş! Bunun, gayet normal bir durum olduğu düşünülüp yazdıklarım abartılı bulunmasın; zira, maalesef, […]
Yarınlar dergisinin Aralık 2009 sayısında, Orhun Demir’in “Çağdaş bir Dühring olarak Fikret Başkaya” başlıklı yazısını gördüğüm anda nasıl “mutlu” olduğumu anlatamam; okuduktan sonrakini ise hiç. Kolay değil, “koskoca ‘Fikret Hoca’ya” eleştiri yöneltilmiş ilk defa; birisi çıkıp onun yazdıklarının doğru olmadığını söylemeye cesaret edebilmiş! Bunun, gayet normal bir durum olduğu düşünülüp yazdıklarım abartılı bulunmasın; zira, maalesef, sayıları çok fazla olmasa da, bir grup “büyüğümüz”, nedense tam bir dokunulmazlık içinde yaşıyor, yazıyor, çiziyor. Mahir Çayan’ın taa kırk yıl evvel, yirmili yaşlarındayken; Sadun Aren, Behice Boran, Mihri Belli gibi isimlerle kıyasıya yürüttüğü polemikler ve hatta onlara dair kullandığı “olumsuz” sıfatlar göz önünde bulundurulduğunda (tabii ki bunlar, sosyalist etiğin dışında şeyler değildir); bugün, neden aynı şeyin devrimci gençlerce yapılmıyor olduğu gerçekten merak konusu. Her neyse, bu tartışmayı şimdilik geçiyorum.
Orhun Demir, yukarıda andığım yazısında, ‘Hoca’ya dair şöyle demiş: “… ‘iflas eden paradigma’dan, üniversitenin en ‘özgür akademisyeni’nden, Mustafa Kemal’e kızıp Lenin’e küsenden, anti-Kemalist olabildiği kadar Marksist olabilenden, ‘şu çılgın entellektüel’den, çağdaş bir Duhring’den, Mahir’in, Deniz’in devrimciliğini beğenmeyip tırnak (“”) içerisine alacak kadar büyük, ‘süper devrimci’den, Marksizmin peygamberinden, Fikret Başkaya’dan, bahsediyoruz.” Evet, ben de ondan bahsediyorum; 27 Ocak’ta, Sendika.Org’da yayınlanan “Çürüme kokuşmaya dönüşürken…” başlıklı yazsından hareket ediyorum.
Fikret Başkaya’nın birden fazla kitabını okuyanlar (iki tane okumak ile sekiz tane okumak arasında bir fark yoktur) bilirler; “Hoca” ne yapar yapar, lafı bu memleketteki bütün musibetlerin İttihatçılar ve Kemalistlerin başının altından çıktığına getirir. Hiç üşenmeden de aynı şeyleri anlatır durur. Yazdıkları her daim, “kopyala-yapıştır” kokar. Ama tabii ki böyle değildir, o, aynı şeyleri, her defasında yeniden yazar; bundan zevk alır çünkü. Bilim adına yapar tüm bunları; “retorik ile realite arasındaki uyumsuzluğu deşifre etmektir” onun işi. Ama, komiklik ile ciddiyet arasındaki farkı da gözetmez çoğu zaman. Birkaç yıl evvel, Nokta dergisinde, solun şehit ailelerine yaklaşımına dair kendisine sorulan soruya; her zaman olduğu gibi, “Kemalizm…” diye başlamıştı da, beni “derin üzüntülere” sevk etmişti. Bu yüzden de, tek bir yazısı dahi referansımız olabilir; kendisini anarken.
Yazısına şöyle başlamış Başkaya: “Temelleri 1908 sonrasında atılan ama asıl rengini 1920’li 1930’lu yıllarda alan Kemalist otokrasi, artık çürüme aşamasını geride bırakıp kokuşma aşamasına girdi. Şimdilerde her tarafı kötü kokular sarmış durumda…”. “Fikret Hoca”nın Kemalist otokrasi dediği şey, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine dair olan her şey aslında. Neymiş? Bu, çürümüş ve kokuyormuş; öyle diyor kendisi. Fatih Yaşlı da yine burada, 14 Ağustos 2009’da yayınlanan “Yeni iktidar üzerine notlar” başlıklı yazısında, bu konuya dair şöyle demişti: “AKP iktidarı, 1940’ların sonundan itibaren bizzat CHP tarafından başlatılmış olan ve DP-AP-AKP silsilesiyle ivme kazandırılan 1923 paradigmasının bütünüyle terki sürecinin doğal sonuçlarına ulaştırılması ve yeni bir paradigmanın kabulü anlamına geliyor.” Her iki alıntıda da, artık bir dönemin sonuna gelindiği belirtiliyor; fakat ilk alıntıda bazı “eksik”ler hemen fark ediliyor. 1: “Fikret Hoca”, 1923 paradigmasının ya da kendi deyişiyle Kemalist otokrasinin, çürümesi nedeniyle kendiliğinden sona erdiğini söylerken; Fatih Yaşlı, bunun planlı biçimde sona erdirildiğini kaydediyor. 2: Başkaya, sona erenin yerine neyin geldiğini ve bunun nasıl bir şey olduğunu es geçiyor; Yaşlı ise, alıntının hemen devamında bunu önemle belirtiyor: “Yeni paradigmayı radikal bir serbest piyasacılığı savunması nedeniyle liberal ve toplumsal yaşayışı hızla dincileştirmeyi amaç edinmesi nedeniyle de muhafazakâr olarak tanımlayabiliyoruz.” 3: Başkaya, eski paradigmanın “yenilerde” iflas ettiğini iddia ederken; Yaşlı, bunun “70 yıllık bir süreçte” ve yukarıda da dediğim gibi, bir operasyon dâhilinde iflas ettirildiğini söylüyor.
Buradan da şu sonuçları çıkartabiliyoruz: Başkaya, 1- Yüzyılın başında ve ortasına doğru kurulan ve birbirine çok benzeyen modern ulus-devletlerin, emperyalist kapitalizmin yeni evresinde, egemenler açısından işlevsizleşmesini ve yine onlarca tasfiye edilmesini görmezden geliyor ve siyaset bilimine uygun olmayacak biçimde, iflas edenin “sadece” Kemalizm olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor. 2- Kemalizm’e duyduğu saplantılı öfke nedeni ile, bugün Türkiye’de onun yerine tesis edilen ve Kemalizm’den bin kere daha gerici olan dinci-liberal paradigmayı, açıkça söylemese de memnuniyetle karşılıyor. 3- Yeni bir paradigmayı yaratma ve meşrulaştırma sürecinde, buna dair ayrıntıları görmezden gelerek, bugünün “modern” gericiliğini tehlikesizleştiriyor.
Fikret Başkaya, yazısının ilerleyen bölümlerinde şöyle demiş: “Her ne kadar 1946-50’den sonra çok partili sisteme geçilse de söz konusu olan gerçek anlamda bir çok partili sistem değil, düşük yoğunluklu bir otokrasiydi. Kurulan/kurdurulan, kurulmasına izin verilen siyasi partiler, tam bir muvazaa [danışıklı dövüş] unsuruydu ve asıl amaç otokrasiyi görünmez hâle getirmek, gizlemekti. Otokrasi, belirli aralıklarla yapılan darbeler ve müdahalelerle sapmaları önleme yoluna gitti.” Burada ortaya konan “tez” şu aslında: Kemalist otokrasi, kendi partisi CHP’yi her daim iktidarda tutabilecekken; varlığını gizlemek amacı ile geri çekti ve yerine yine kendi kurdurduğu partileri iktidara taşıdı. Bu partilerle işi bitince de, darbe yapıp onları alaşağı etti. Şimdi, her şeyden önce, böyle bir tespit yapmak, Türkiye’deki tüm sağcı ve gerici unsurların varlığını meşrulaştırmaktır. Aslında onların Kemalist otokrasinin elinde oyuncak olduklarını ve emekçi halkımıza karşı işledikleri suçlarda “günah”larının olmadıklarını söylemektir. Peki, bunu iddia etmek ne kadar tutarlıdır?
Çok partili yaşama, ABD’nin ısrar ve telkinleri ile geçildiğini; 1950’de iktidara gelenlerin toprak ağlarından ve liberallerden oluştuğunu; bu kesimlerin, 20. yüzyılın başından beri emperyalizm ile işbirliği içinde olduğunu; son altmış yıldır, bunların farklı partilerle her daim iktidarda bulunduğunu; varlıklarını sürdürmek adına, patronların bir dediklerini iki etmediklerini; küresel sermayedarların ve onların ülkemizdeki “acenta”larının çıkarları zedelendiğinde, işlerin askere havale edildiğini ve bu sağcı-gerici odakların yerlerini memnuniyetle onlara terk etiğini… yinelemek, ne kadar anlamlı bilmiyorum; ama “Fikret Hoca” gibiler, yazdıkları ile bunları görünmez kıldığı sürece, fazlasıyla gerekli olduğu kesin.
***
Malum, nedenleri bir yana, son yıllarda, solla ilgisi olan olmayan herkes, sola dair fikir belirmekte. Nazlı Ilıcak, Taha Akyol bile solcuları “adam etme” derdinde. Onları bu denli cesaretlendiren ise, elbette iktidardaki dincilere yedeklenen ve utanmadan kendilerine hala solcu diyebilen liberaller. Bu kişiler, hiçbir işleri olmadığından mıdır, yoksa tek işleri bu olduğundan mıdır bilinmez; sabah akşam, her daim solcuların ezberciliğinden, statükoculuğundan, devletçiliğinden dem vuruyorlar. Dünyanın artık çok değiştiğinden, temel çelişki denilen şeyin bir yanılgı olduğundan, iktidarı ve devrimi
hedeflemenin anlamsızlığından bahsedip; kendileri gibi düşünmeyenleri de “eskimiş” kabul ediyorlar. Buna dair, Türkiye solunun devamlı olmasa da yoğun bir tartışma yürütmesi şarttır. Zira, Mahir Çayan’ın da belirttiği gibi, evrim döneminin “devrimci mücadelesi, içeride oportünizme karşı amansız ideolojik mücadele vermek” zorundadır. Peki, bunun konumuzla ne ilgisi var?
İdris Küçüömer’in, Düzenin Yabancılaşması adlı kitabında ortaya attığı “tez”lerin, bugünkü yılmaz sürdürücülerinden olan Fikret Başkaya’yı, kendisine ısrarla Marksist demesinden ötürü, vereceğimiz “amansız ideolojik mücadele”nin dışında tutamayız, tutmamalıyız. Ne diyor özetle Küçükömer ve Başkaya: Türkiye’de “sağ”, “sol”dur; “sol”, “sağ”dır. Batıcı-laik kesimler gerici, dincilikle malul Doğucu-İslamcı kesimler ilericidir… Şimdi eğer birisi çıkıp, Türkiye’nin durumunu analiz adına bunları söylüyorsa ve de bunu solculuk adına yapıyorsa; ya kötü niyet sahibidir ya da sosyalist teoriyi bilinçsizce tahrif ediyordur. Başkaya’nın hangisine giriyor olduğunu geçiyorum. Çünkü bundan daha önemli olan, bu “tez”lerin; günümüzde post-modernizm ile yoğrulup sınıf mücadelesinin önemsizliğini ispatlamak adına kullanılıyor olduğudur. Çelişkiyi, Kemalist ve ceberrut devlet ile ulusal, dinsel, cinsel anlamda ezilenler arasında arayan ve ne hikmetse bulan; devlet denilen aygıtın, ekonomik ve politik karakterini sadece Mustafa Kemal’le açıklayan; Doğu ülkelerine has dinciliği ve insanlığın baş belası milliyetçiliği Kemalizm’den evla bulan “Fikret Hoca”, yazısını istediği kadar, “Toplum sınıflara bölündüğü dönemden beri ezen/ezilen, sömüren/sömürülen çelişkisi ve mücadelesi devam ediyor ve bu mücadele insanlık var oldukça da devam edecek… Ta ki, o kadim çelişki ortadan kalkıncaya kadar… İnsanlık söz konusu temel çelişkiyi aşma mücadelesinden asla vazgeçmeyecek, aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı…” diye bitirsin. Bugün durduğu yer, Taraf yazarlarınınkinden farklı değil.
***
Türkiye Cumhuriyeti, halkçılık adı altında, işçisi ve patronu bir kabul edilen bir ülke olarak kuruldu. Bunu takip eden birkaç on yılda, en azından siyaseten bağımsız kaldı. Kurucularının, kapitalizmden kopuş gibi bir derdi olmadığından ve komünizme karşı sert bir mücadele verildiğinden; bu topraklara nüfuz etmiş her türden gericilik, ilk fırsatta siyasallaşarak, alttan alta güç biriktirdi ve emperyalistlerinden de desteğiyle iktidar oldu. Bundan sonrası, artık Kemalizm’in yaşadığı karşıdevrim sürecinin tarihidir.
Kemalizm iflas etmiş midir, etmemiş midir? Aslına bakarsanız, bunun kadar anlamsız bir soru yoktur; biz sosyalistler için. Doğan, gelişen her şey sonlanacaktır ve Kemalizm de bunun dışında değildir; zira somut koşullar hızla değişmektedir. Emperyalist kapitalistler yerinde saymıyor, kapitalizmin geberişini geciktirmek için yeni taktikler buluyor ve uyguluyorken; bizim ülkemize dair konuşursak, gerektiğinde Kemalist olduğunu söyleyen sahtekârları, gerektiğinde İslamcıları, milliyetçileri kullanırken, bunların bir kısmını ilerici bir kısmını gerici kabul edip bunu “teorileştirme”nin; yani “iflasın paradigması”nı oluşturmanın gereği nedir? Bizim işimiz, ülkemizin durumunu, ülkemizin orijinalitesini göz önünde bulundurarak tahlil etmek, bugüne uygun mücadele yöntem ve araçlarını yaratmak, bunun teorik arka planını sağlam biçimde oluşturmak; velhasıl “devrimin paradigmasını yaratmak ve uygulamak”tır. Bunu yapma gibi bir niyeti olmayan, üstelik yapmaya çalışanlara da burun kıvıran her kim olursa olsun; yanımızda değil karşımızdadır.
***
Son olarak, 13 Mart 2008 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan, Mesut Hasan Belli imzalı haberden birkaç alıntı: “Başbakan Erdoğan’ın Siirt’te okuduğu şiir nedeniyle cezaevine girmeden önce çıkarttığı şiirlerden oluşan ve gelirini düşünce suçlularına bağışladığı ‘Bu şarkı Burda Bitmez’ adlı şiir kasetinin 80 bini depoda kalmış… Başbakan Erdoğan, cezaevine girmeden önce 1999 yılında, Türkiye Yazarlar Birliği’nin önerisi ile ‘Bu Şarkı Burada Bitmez’ isimli bir şiir kaseti yapmıştı. Şiir kasetinin bütün telif gelirlerinin Fethullah Gülen cemaatine yakın olduğu öne sürülen Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı kanalıyla ‘düşünce suçlularına’ verilmesi şartı getirilmişti… Yazar Fikret Başkaya da 2001 yılında Kalecik Cezaevi’nde kalırken ziyaretine gelen vakıf yöneticilerinin kendisine bir miktar para verdiklerini hatırladığını ifade ederek, ‘Bir miktar para aldım ama ne kadar olduğunu şu an tam hatırlamıyorum. Cezaevi koşullarında parayı reddetmek pek mümkün değildi’ dedi.”